29 Ocak 2015 Perşembe

ÖNGÖRÜLEMEYEN CEZA VE ÖDÜL

 Ödül ve cezayı kullanırken her davranışı ödüllendirmek ya da her istenmeyen davranışı cezalandırmak çok sağlıklı bir yaklaşım değil. O zaman tabiri caizse kendimizi, beynimizi ya da çocuğumuzun beyninin rüşvete alıştırmış oluyoruz. Çocukta ya da bizim beynimizde bir beklenti oluyor. Bu çok sağlıklı bir yaklaşım değil. Kaldı ki bu şekilde o davranışı besleyebilecek kaynaklara da çoğu zaman sahip olamayabiliyoruz. Orada o zaman ne zaman geleceği belli olmayan ödül ya da öngörülemeyen ödül ya da ne zaman geleceği belli olmayan ceza mekanizmasını devreye sokuyoruz. 
Fakat şu bir gerçek ne zaman geleceği öngörülemeyen derken; orada bir eşik var, eşiği aşırmamamız gerekiyor.  O zaman ödül ve ceza mekanizması devreden çıkıyor. Beyinde bir sönme söz konusu oluyor. Çünkü beklediği ödül gelmedi.  He demek ki artık bu davranış ödüllendirilmiyor diyor ve beyin o davranışa karşı olan ilgisini yavaş yavaş kaybetmeye başlıyor. 
Ya da öngörülen o ceza gelmedi. Mesela anne veya baba dedi ki “yavrum bak eğer namazını kılmazsan seni önce ikaz edeceğim, sonra seni tekdir edeceğim, en sonunda da köteği yiyeceksin he ona göre” dedi. Çocuk namazını kılmadı. Bakıyor baba da bir hareket yok. Beyin nasıl çalışıyor? Ha tamam babam cezayı vermedi, söylediğini yapmadı, beni ikaz etmedi, beni azarlamadı ya da beni dövmedi. O zaman babam bana namaz ile ilgili bir geri bildirim olmayacak demiyor, ikinciyi yapıyor beklemeye başlıyor, üçüncüyü yapıyor beklemeye başlıyor, dördüncüyü yapıyor yine beyin beklemeye geçiyor. İşte orada kritik bir eşik var. “7” 7. Ciyi yaptığında ceza gelirse  o ceza mekanizması devreye girmiş oluyor  ve beyinde şöyle bir algı oluşuyor. “Ben bunu yapmadığım takdirde ciddi anlamda bir cezaya maruz kalabilirim.” Aynı şey ödül mekanizmasında da geçerlidir. 
Dolayısıyla öngörülemeyen ödül ya da ceza mekanizmasını kullanmak gerek kendimizi gerekse de çocuklarımızı motive etme sürecinde çok daha faydalıdır. 
Özellikle fareler üzerinde yapılan çalışmalar var. 
Fareler kafes içerisinde serbest bırakılıyorlar ve bu serbestlik içerisinde farelerin beslendiği 3 tane kutucuk var. Bu kutucuklara fareler yayılıyorlar. Ve her birisi belli bir kutucuktan beslenmeye başlıyor. 
Bu kutucuklar A B C şeklinde adlandırılmış ve renkleri de farklı.  Araştırmacılar A kutucuğuna farelerin yaklaşmasını istemiyorlar ve o kutucuğun etrafına elektrik kablosu döşüyorlar. Fare oraya geldiği anda (yalnız her gelişinde değil) fare oraya gelişlerinin belli bir bölümünde çünkü öngörülemeyen cezalar yani ne zaman geleceği belli olmayan cezalar o ceza mekanizmasını çok daha fazla uyarıyor.Farelerle yapılan o deneyde de öngörülemeyen ceza mekanizması kullanılıyor. Oraya elektrik şoku alabilecekleri bir düzenek kuruluyor. Fare oraya yaklaştığında her bir yaklaşmada bir elektrik şoku alıyor, yaklaştığında her bir yaklaşmada bir elektrik şoku alıyor, bir müddet sonra artık fare oraya yaklaşmıyor. B ve C beslenme alanlarına gidiyor. 
Ne oldu?
O davranış söndü. 
Çünkü oraya her gittiğinde fare orada besleniyordu. Bir nevi ödül olarak algılıyordu onu beyin. Beyin dopamin salgılıyor idi. Fakat bir ceza devreye konuldu. 
Nasıl bir ceza?
Öngörülemeyen bir ceza mekanizması devreye sokuldu ve farede o davranış söndü. 
Fare artık A ya gitmiyor. Orada elektrik olmasa bile artık oraya gitmiyor. Çünkü fare oranın kendisi için güvenli bir yer olmadığını öğrendi. 
Fakat B ve C de kalabalık var. Çünkü bütün fareler oraya gidiyor. Fare B ve C de yeterince beslenemediğinde, yeniden A yı yoklamaya başlıyor. Orada yine her birkaç gidişinde bir 4 ya da 5 -ama orada 7 rakamı önemli – elektrik şokunu aldığı zaman farede o davranış sönüyor, ve yeniden B ve C beslenme alanlarına gitmeye çalışıyor ki orada diğer fareler olmasına rağmen, onlarla rekabet etmek zorunda olmasına rağmen. 
Yani o ceza farede bir anda geçmişte yaşamış olduğu o cezaların hatırlanmasına neden oluyor. 
Dolayısıyla ceza mekanizmasını kullanacaksak, her yanlışı cezalandırmak zorunda değiliz. Eğer çocuklarımızla ilgili kullanıyor isek her yanlış yaptığında çocuğa ceza vermek çok sağlıklı bir yaklaşım değil. Bu çocukla aramızdaki ilişkiyi bozar ve bizi de gereksiz yere üzer. Fakat bir şekilde ceza da vermemiz gerekiyor çünkü çocuğun beyni buna duyarlı, o genler tarafından belirlenen bir mekanizma ve boşu boşuna var edilmiş bir mekanizma değil. O çocuğun terbiye edilmesi sürecinde kullanılan bir mekanizma, insan beyni buna duyarlı. Onun için Kuranı Kerimde 70 küsur ayeti kerimede hem cennet ten hem de cehennemden bahseder. Ve insan beyni orada kendisine vaat edilen o ödüle ve oradaki cezaya duyarlıdır. Ayeti Kerimelerin okunması beynimizdeki limbik sistemde yerleşik olan o ödül ve ceza mekanizmasını harekete geçiriyor. Dolayısıyla cennete götüren davranışlar beynimizde dopamin ile eşleşiyor, cehenneme azaba götüren davranışlar ise beynimizde adrenalin stres hormonuyla eşleşiyor. O olumsuz davranışlara karşı bir müddet sonra kaçınma tepkisi oluşuyor, o olumlu davranışlara, ibadetlere karşı da bir müddet sonra yakınlaşma tepkisi oluşuyor. 
Böylelikle Mevla bizi terbiye etme sürecinde bize ödül ve cezayı etkin bir şekilde kullanıyor. 
Fakat mekanizma şu şekilde işlemiyor; bir iyilik yaptığımız zaman, güzel bir iş yaptığımız zaman bir anda önümüze bir ödül düşmüyor. Fakat hayatın içerisinde bir şekilde bize doğru yolda olduğumuza dair işaretler gönderiliyor. Hepimizin hayatında vardır bunlar. Fakat bunların her yaptığımız iyi işten sonra gelmeyeceğini de biliriz. Bir şekilde, muhakkak surette bu şekilde geri bildirimler alacağımızı da biliriz. 
Aynı şey kötü şeyler için de geçerlidir. Hani “musibetler kaderden atılan ikaz taşlarıdır” deniyor ya. Kötü bir şey yaptığımız zaman bir şekilde hemen cezalandırılmayacağımızı biliriz. Onun rahatlığı vardır kişide. Ama öte yandan bu davranışın devam ederse ileride bir şekilde cezaya, olumsuz bir geri bildirime neden olabileceği ihtimalini her zaman göz önünde bulundururuz. Ve nitekim o şeyde söz konusu olur. Dolayısıyla insanın terbiye sürecinde de öngörülemeyen ceza ve öngörülemeyen ödül mekanizması kader tarafından etkin bir şekilde kullanılıyor. 
Bizler de kendimizi ya da çocuklarımızı eğitme sürecinde ödül ve cezayı bu şekilde kullanırsak çok daha verimli bir şekilde kullanmış olacağız. Bu hem daha az yorulmamızı, çocuklarımızı daha az yıpratmamızı, onları rüşvetçi, şantajcı birine dönüştürmeden, sağlıklı bir şekilde bu mekanizmayı kullanmamızı sağlayacaktır. 
Dolayısıyla her yanlışına cezayla karşılık verdiğimiz takdirde orada yanlış bir eşleşme söz konusu oluyor. Çocuğun beyninde o davranış ile o ceza eşleşmiyor, o hatamı babamdan saklamayı başaramadığım için ya da karnemdeki kırıkları bir şekilde tahrif etmeyi beceremediğim için ceza gördüm diyor. O zaman benim ceza görmemem için ders çalışmak yerine karnedeki notları değiştirmem gerekiyor, ya da o konuyu öğrenmek yerine sınavdan aldığım notu ailemin öğrenmesine mani olmam gerekiyor. Biz bu şekilde yanlış bir davranışı pekiştirmiş olabiliyoruz. Çocuklarımızı da sahtekarlığa ve düzenbazlığa alıştırmış oluyoruz. Cezanın bu şekilde kotrolsüz bir şekilde terbiye aracı olarak kullanılmasının böyle bir sakıncası var. 
Aynı şekilde ödül mekanizmasının da kontrolsüz bir şekilde uygulanması çocuğu rüşvetçi yapıyor ya da şantajcılığa sürükleyebiliyor. Dolayısıyla işi bu raddeye getirmeden her iki mekanizmayı da öngörülemeyen ödül ve öngörülemeyen ceza şeklinde kullanmak çok daha sağlıklıdır. Tabi burada bir eşik var o davranışın sönmesine neden olmamamız gerekiyor.

24 Ocak 2015 Cumartesi

DEĞERLER HİYERARŞİSİ

Peki bunlar sonradan kazanılmış değerler mıdır?

Ben bildim bilelim küçücük bir çocukken bile bu duygular benim için çok önemliydi. Bunları ben öğrenmedim. Bunlar benim fıtratımda olan özellikler. Allah ın o rahim sıfatı gereği çok merhametliyimdir. Onlar da benim fıtratımda tecelli etmiş vaziyette. 

İnsanlarda değerler hiyerarşisi vardır. Kişiliğimize yön veren değerler vardır. işte bu değerler Allah ın isimleri ve sıfatlarıdır. Kişi, kişiliğin en temelini oluşturan değerlerle ters düşecek bir davranış sergileyemez. Bu psikolojinin kuralıdır. 

Ülkelerde de bu vardır. Mesela Üniterlik, Laiklik ya da Sosyal Devlet olmak. Bunlar birer değerdir. Bizim devletimiz tarafından benimsenmiştir. 

Mesela Laiklik anayasada vurgulanır ve laiklik ilkesiyle ters düşecek yasa, tüzük, kanun çıkartılamaz. Hepsi o laiklik yasasına uygun olmak zorundadır.

İnsanlarda böyledir. Eğer biz fıtrat üzere isek, eğer bizler Allah ın isim ve sıfatlarına ayine olma özelliğini taşıyor isek bizim değerlerimiz düşüncelerimize, duygularımıza ve davranışlarımıza ve onlara temel teşkil eden yargılarımıza kaynaklık eden değerlerimiz bunlar olur fıtrat üzere isek.

23 Ocak 2015 Cuma

FITRAT NEDEN BU KADAR DEĞERLI

Fıtrat Rahmanın isimlerinin ve sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir yapıdır.
Kendimle ilgili şunu farkettim. Allah ın El-Hakk ismi benim fıtratımda güçlü bir sekilde tecelli etmiş. Yine El-Adl ismi benim fıtratımda tecelli etmiş. Günlük hayatımda hakka hukuka çok riayet ederim, çok hürmet ederim. Adalet duygusu benim için çok önemlidir.
Peki bunlar sonradan kazanılmış kazanımlar mıdır?
Ben bildim bilelim küçücük bir çocukken bile bu duygular benim için çok önemliydi. Bunları ben öğrenmedim. Bunlar benim fıtratımda olan özellikler. Allah ın o rahim sıfatı gereği çok merhametliyimdir. Onlar da benim fıtratımda tecelli etmiş vaziyette.
İnsanlarda değerler hiyerarşisi vardır. Kişiliğimize yön veren değerler vardır. işte bu değerler Allah ın isimleri ve sıfatlarıdır. Kişi, kişiliğin en temelini oluşturan değerlerle ters düşecek bir davranış sergileyemez. Bu psikolojinin kuralıdır.

22 Ocak 2015 Perşembe

FITRAT ESMAYA AYİNEDİR

Bizler Mevla nın Esma-ül Hüsna sına ve Sıfat ül Ülya-sına ayineyiz. Tabi ki Esmaül Hüsna dediğimiz Allah ın 99 ismi değil. Mevla nın 1001 ismi var.
İnsan bütün varlıklara kıyasla Mevla nın bu 1001 isminin şahsında tecelli ettiği bir varlıktır. Ve kainatta böyle bir varlık daha yoktur. Bu bizi farklı kılıyor.
 
Neden bundan bahsediyoruz?
İnsanoğlunun fıtratı, fizyolojik ve psikolojik özellikler itibariyle bizler Allah ın isimlerine ayineyiz.
Dolayısıyla kendimizi tanıma sürecinde, fıtratını tanıma sürecinde içimizdeki çocuk fıtratımızı temsil ediyor. Çocukluk halimiz fıtratımıza en yakın olduğumuz zamandır. Dolayısıyla içimizdeki çocukta bizim fıtratımızı temsil eder. O çocuğu tanımak fıtratımızı tanımamız demektir.
İçimizdeki çocuğu dikkate almalıyız. Gerçeğimizle ters düşecek tavır içine girmememiz gerekiyor. Bu bizde bir gerilim meydana getiriyor. Genlerimizle ters düşüyoruz. Gerçeğimizle ters düşüyoruz. Etimizle, kemiğimizle, sinirlerimizle ters düşüyoruz. Kendimizle ters düşerek bu zorlu hayatta yol kat edebilmemiz pek de olanaklı değildir. Kendimizle uyumlu gitmek durumundayız. Hani buyuruluyor ya “Nefsiniz sizin binitinizdir. Onun sizin üzerinizde hakları vardır.”  Oradaki nefisten kasıt Allah ü alem, fıtrata vurgu. Sadece o bildiğimiz manada. Orada nefsi avvame veya nefsi levvame olarak tanımladığımız yapı değil, fıtrata vurgu olarak kullanıldığını düşünüyorum ben şahsen. Tabi bir psikolog gözüyle baktığım zaman ben.
Dolayısıyla fıtratımızla ters düşerek biz bu hayatın içerisinde hayatın zorluklarıyla baş edemeyiz. Fıtratımızla uyumlu olmamız gerekiyor.

20 Ocak 2015 Salı

GENLER : KADERİN AĞLARI

Fıtrat üzerinde en belirleyici husus genlerdir. Son dönem genlerde yapılan çalışmalar insanoğlunun sadece fizyolojik işleyişinde değil, psikolojik işleyişin zannedildiğinin çok ötesinde belirleyici olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Ve bu beraberinde bir tartışma meydana getirdi.
Acaba gerçekten insanın bir özgür iradesi var mı?
Çünkü genetik çalışmalar öylesine gerçekler ortaya koydu ki insanların suça eğiliminden, eşcinsellikten, eş seçimine, kişilik yapısına varıncaya kadar hayatında belirleyici rol oynayacak unsurlar hep genler tarafından belirleniyor.
Örneğin; Hollanda da üç kuşaktır gangster olan bir ailenin gen haritası çıkartıldı. Ve bu ailenin bireylerinin gangster olmasının sadece çevresel faktörlerle izah edilemeyeceği, bu aileye özgü bir genin bu durumun ortaya çıkışında, suça eğilimde ortaya çıkışında önemli rol oynadığı araştırmalar sonucu ortaya çıktı.
O ailede var olan bir gen kolesterolün olması gerekenden düşük olmasına neden oluyor. Düşük kolesterolde insanlarda şiddet, bencillik, suça eğilim, baskı, problemlerini şiddet ile halletme eğilimi açığa çıkartıyor.
Yine suça eğilimli insanlarda yapılan genetik çalışmalarda, o kolesterolün normalden düşük olmasına neden olan o genin o insanlarda da var olduğunu ortaya koyuyor.

GRUBUNU SÖYLE KİM OLDUĞUNU SÖYLEYİM

Grubun kişiyi hatalı durumlara nasıl yöneltebileceğine dair yapılan bir deneyde fiziksel belirsizlikler söz konusu olduğu zaman veya sosyal belirsizlikler söz konusu olduğu zaman kişinin o belirsizliğin meydana getirmiş olduğu etkiden kurtulmak için grubun görüşüne eğilim gösterdiği görüşünü ortaya koyuyor.
Diyelim ki bir yoldan gidiyorsunuz. İkili bir yol var. Ve sizinle birlikte giden insanlar var. İnsanların çoğu sağ taraftaki yoldan gidiyor, sol taraftan giden insanların sayısı oldukça az. Kişi de hangi yolun onu nihai hedefe götüreceğini bilmiyor. Genellikle insanlar bu tür belirsizlik olduğu durumlarda grupla beraber hareket etme eğilimi içerisine giriyor.
Bununla birlikte kişi yolu bildiği zaman da bile sağdaki yolun onu hiçbir yere götürmeyeceğini  bildiği halde bile bile sağdaki yolu takip edebiliyor.
Deneye katılanların % 35 i sağdaki yola giriyor. Bu 3/1 e tekabül eder ki bu da hiç azımsanmayacak bir rakamdır.
Belirsizlik söz konusu olduğu zaman grupla beraber hareket etme eğilimi % 65 lerde. Yani 3/2 si grupla beraber hareket etme eğilimi içerisinde. Bu da yine grup dinamiğinin, gruba özgü değerlerin, grupta geçerli olan kuralların insanlar üzerindeki etkisini ortaya koyan çok güçlü bir çalışmadır.

19 Ocak 2015 Pazartesi

VAR OLABİLMEK İÇİN ROLLERE IHTIYAÇ DUYARIZ

İçimizdeki çocuk kendini gerçekleştirme çabası içerisinde. Ve bu süreçte rollere bürünme ihtiyacı hisseder. Toplumsal hayata çıkma çabası içerisindedir. Fakat toplumsal hayata çıkabilmesi için kendisine bir rol tevdi edilmesi gerekiyor. 

Hayatı bir film platosu gibi düşünecek olursak oradan bir rol kapmak zorunda ama baş roller dolu. İyi adam rolleri dolu. Figüran rolleri var, düşük profilli roller var, kötü adam rolleri var. 

Mesela sanatçılar rol ayırmaz. İyi adam rolü de oynar, kötü adam rolü de oynar, çok önemli roller de oynar, çok önemli görünmeyen rolleri de oynar yeri geldiğinde. Hiç yoktan iyidir der. 

Bu şekilde düşündüğümüzde içimizdeki çocuk da hayata bir şekilde katılmak istiyor. Eğer kendine uygun güzel bir rol bulamazsa negtif bir rol ile gelebiliyor. 

Bu ergenlerde çok belirgin.  Ergene o hayata artık bağımsız, anne ve babasının gözetiminin dışında katılmanın eşiğine gelmiş olan ergen kendisine eğer güzel bir rol bulamaz ise yanlış bir rol ile de katılabiliyor. 

Bir çetenin üyesi olabiliyor. Çünkü duygusal ihtiyaçları var. Fakat bu ihtiyaçlarını karşılayacak bir rol bulamaz ise negatif bir rolü kabul edebiliyor. 

Dolayısıyla gençler, ergenler söz konusu olduğu zaman dikkat etmemiz gerekiyor ki, bu sadece ergenler için geçerli olan bir olgu değildir. 

Biz yetişkinler içinde geçerlidir( Yeni bir ortama girdiğimiz zaman, koşullarımız değiştiği zaman, taşındığımı zaman, iş değişikliği yaptığımız zaman v.s.) çünkü bizim içimizde de bir çocuk var.

HİYERARŞİ

Bu tür örgüt yapıları hemen kendi aralarında hemen hiyerarşik bir yapılanma içerisine girerler. As-üst yapılanması içerisine girerler hemen. Çünkü bu hiyerarşik yapılanma o grupta olan insanların gruba olan aidiyetini daha da arttırıyor. Çünkü bu şekilde otorite sayısını arttırmış oluyoruz. Bir tane en üstte olan otorite var, bununla beraber o makama kadar birçok otorite faktörü var ve bu grubun tabanında var olan insanların o gruba ait aidiyetlerini güçlendiriyor.
Bu konuda yapılmış çalışmalar var.
Bununla beraber görev taksimleri yapılır. Yine aynı şekilde gruba olan aidiyetini çok ciddi bir şekilde arttıran unsurdur.
Zimbart ın yapmış olduğu Stanford Hapishane Deneyi var.
Bir grup üniversite öğrencisi alıyor. Stanford üniversitesinin bodrum katı hapishane şeklinde düzenleniyor ve sizden bir kısmınız kura ile mahkum olacaksınız, bir kısmınız ise gardiyan olacaksınız deniliyor. Bu iki hafta sürecek bir deney. Öğrenciler gönüllü olarak bu deneye katılıyorlar. Kuralar çekiliyor. Bir kısmı gardiyan olarak tanımlanıyor, bir kısmı mahkum olarak tanımlanıyor. Ve elbiseleri çıkartılıyor. Gardiyanlar gardiyan üniforması giyiyor, mahkumlar da mahkum elbisesi giyiyorlar, saçları traş ediliyor. Ve herhangi bir kural belirlenmiyor. Gardiyanların takip edecekleri yönergeler onlara anlatılmıyor. Mahkumların da uyacakları kuralların neler oldukları onlara anlatılmıyor.
Ve gözlemleniyor.
Çok ilginç bir şekilde 1-2 gün içerisinde herkesin rolünün gereğini yapmaya başladığı gözlemleniyor.
Mahkum rolünü oynayan öğrenciler o mahkum rolüne çok güzel bir şekilde giriyorlar. Mahkum gibi davranıyorlar, bir suçluluk duygusu, otoriteye boyun eğme eğilimi içerisine giriyorlar.
Gardiyan rolünü oynayan öğrenciler ise gardiyanlık rolüne çok iyi dönüyorlar. Ve bir müddet sonra artık iş sertleşmeye başlıyor. Gardiyanlar mahkumlar üzerinde çok ciddi bir baskı oluşturuyorlar. fiziksel şiddete başvurmaya başlıyorlar.
Ve çok ilginçtir. Bu bir deney sonuçta. Gardiyan rolündeki kişi mahkum rolündeki kişiye şiddet uyguluyor kurallara uymadı gerekçesiyle. O mahkum sesini çıkartmıyor. Tamam ben bittim artık, deneyden çıkıyorum demiyor.
İlginç olan budur.
Sonuçta bu bir deney her an deneyden çıkabilme imkanları var. Fakat deneyden çıkmıyorlar. Gardiyanların baskılarına maruz kalmalarına rağmen mahkumlar çıkmıyorlar deneyden. Orada süreci sürdürmeye devam ediyorlar. Orada öğrenilmiş, kabul edilmiş çaresizlik dediğimizdir işte bu.

Otoriteye İtaat

En önemli grup dinamiği otoriteye itaattir. Bu tür gruplara baktığımız zaman çok yüksek bir mevkide bir lider vardır. Bir tanesi bakıyorsunuz halifeliğini ilan ediyor, bir tanesinin kerametlerinden bahsediliyor. Özellikle Amerika da bu tür gruplar çok yaygın. Mesela bir tanesi çıkıyor “Beklenen İsa benim geldim işte” diyor. Dolayısıyla insanların beyninde var olan otorite olgusunu hareket etmeye çalışıyor. Eğer kişi boşlukta ise hemen bir yönelim gösteriyor.
Eğer yine çevresinde otorite olarak tanımladığı, saygı duyduğu abi konumunda, amir konumunda v.s insanlar varsa ve onlarda o üst otoriteye boyun eğiyor ise o zaman tabandaki kişilerin o kişiye itaat etme olguları çok daha yükseliyor.
Bununla beraber bu tür yapılar hemen kendi aralarında hemen hiyerarşik bir yapılanma içerisine girerler. As-üst yapılanması içerisine girerler hemen. Çünkü bu hiyerarşik yapılanma o grupta olan insanların gruba olan aidiyetini daha da arttırıyor. Çünkü bu şekilde otorite sayısını arttırmış oluyoruz. Bir tane en üstte olan otorite var, bununla beraber o makama kadar birçok otorite faktörü var ve bu grubun tabanında var olan insanların o gruba ait aidiyetlerini güçlendiriyor.

18 Ocak 2015 Pazar

Psikopatlar

Psikopatlara bakıyoruz, psikopatlar ise acıya son derece duyarsız insanlardır. Kendilerinin çektikleri acıya son derece duyarsızlardır ve dolayısıyla başkalarına da çok kolay acı çektirebilirler. Bu tip insanların acı eşiği aşırı derecede yükselmiştir.

 Mesela psikopati özelliği gösteren mahkumları herhangi bir şekilde kurallara uymadığında fiziksel şiddet ile cezalandırılmıyor artık. Amerika da bu bırakılmış vaziyette. Çünkü coplarla vuruyorlar, elektrik şoku veriyorlar, adam bana mısın demiyor. Çünkü acı çekmiyor ve karşı tarafa da çektirdiği acının farkında değil. Kendisi acı çekmediği için karşı tarafında ne acı çektiğini bilemez o kişi. O yüzden onlara da para cezası uygulanıyor. Her ay onlara verilen belli bir miktar harçlık var, 30-40 dolar civarında bu para. Onlardan yapılan 3-5 dolarlık kesinti o adamı hizaya sokuyor. 

Niye?

Çünkü tabiri caizse, anladığı dilden konuşuyorlar. Beynin acıyı algılayan tarafı dumura uğramış, acı çekmiyor, su adama acı vermek problemi çözmeyecek o zaman anladığı dil ne ise ondan konuşuluyor.

Sosyopatlık

Sosyopatların özellikleri hiçbir şekilde empati yapmaz bu insanlar. Empati yetenekleri yoktur. Karşı tarafa verdikleri zararın o insanlara neler hissettirebileceğine dair en ufak bir bilgileri yoktur.
Yapılan araştırmalar, empati sürecine etki eden o ayna nöronların bir dizi fonksiyon bozukluğu olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla acımasızca davranışlar sergileyebiliyor. Çünkü karşı tarafındaki insanın ne hissettiğiyle ilgili en ufak bir bilgisi yok.
Sosyopatlar toplum içerisinde var olan kuralları hiçe sayma eğilimi içerisindedirler.  Ticarette ticari kuralları hiçe sayarlar, trafikte trafik kurallarını hiçe sayarlar, aile ilişkilerinde o aileye özgü kuralları hiçe sayarlar. Hiçbir şekilde karşılarındaki insanların duygularını dikkate almazlar. Tamamen kafalarındaki haritayla devam ederler bu insanlar yollarına.
Başarılı olabilirler, çevreleri tarafından beğenilen, takdir gören, saygı duyulan insanlar da olabilirler bunlar. Özellikle sosyopatlar dan  bahsediyorum.
Fakat sonuçta duyarsız, hodbin insanlardır. Tehlikeli kişilerdir.
Mesela Hitler in,  Stalin in sosyopat oldukları söyleniyor ki olma ihtimalleri yüksek.

Grup Dinamikleri

Çeşitli yapılar, gruplar, örgütler görüyoruz. Yanlış yoldalar. Toplumun diğer kesimlerinin nefretini kazanmış, kamuoyu tamamen onların karşısında olduğu halde, hatta aileleri, çevresinde sevdikleri onlardan yakındıkları, eleştirdikleri halde bir insan nasıl oluyor da kendisi de yolunun yanlışlığını hissediyor olmasına rağmen o yapıdan çıkamıyor?

O örgütten, gruptan kendini kurtaramıyor?

Ki Ebu Talib in son nefesini verme anında Allahın Rasulünün O na “La ilahe illallah de amcacığım” demesine rağmen O nun “ Vallahi biliyorum ama demem” deyişinin arka planı da bu esasında. 

Son anında bile o mensubu olduğu grupla bağını kopartamıyor ve gerekçe olarak neyi öne sürüyor?

Ebu Talib ölümden korktu da Yeğeninin dinine girdi derler diyor Mekke nin kadınları.

Ve bile bile müşrik olarak ölmeyi göze alıyor. Orada Ebu Talip sonsuz ahiret hayatını mahvetmeyi göze alıyor. Çoğu insan dünya hayatını mahvetmeyi göze alıyor. Canlı bombalara şöyle bir bakalım. Terör örgütlerinde çatışan insanlara şöyle bir bakalım. Hayatlarını hiçe sayıyorlar. Kendi hayatlarını hiçe saydıkları gibi başkalarının hayatlarını da hiçe sayıyorlar.

15 Ocak 2015 Perşembe

Otoriteyle Başa Çıkma

Bizlerde otoriteye boyun eğme eğilimi var. Özellikle çocuklarda otoriteye boyun eğme eğilimi çok daha fazla. O zaman bunun farkında olmamız gerekiyor ve otorite olarak doğru kişileri tespit etmemiz gerekiyor. Çünkü biz her ne kadar o kişiyi bir çok özellikleri itibariyle dikkate almama, kabul etmeme çabası içerisinde olsak da  alt beyin içimizdeki çocuk o genetik yönelimin etkisiyle otoriteye boyun eğme eğilimi vardır. 

Diyelim ki otoriteyi temsil eden kişi çok yanlış bir insan, inançsız bir insan, sapkın bir insan, ideolojisi bozuk bir insan ve biz ondan etkilenmek istemiyoruz. Sonuçta eğitimi veren kişi otorite. Ne yapacağız?

Yüz yüze iletişimimizi asgari düzeye indireceğiz. Ayna nöronlarımızın devreye girmesine, o kişiyle bir duygu içerisine girmeye mahal vermeyeceğiz. Ki böylelikle o ortam içerisinde eğitimimizi alırken bir yandan o otorite figürü olan insandan negatif etkileşimi asgari seviyede tutmaya çalışacağız. Bununla beraber çevremizde kendimiz gibi olan insanlarla hemen tanışacağız. Onlarla da dayanışma içerisinde olacağız. 

Biraz önceki deney defalarca tekrarlanıyor. Kendilerine şok verilen kişiler İki kişi olduklarında da % 65 den % 20 lere düşüyor birbirleriyle dayanışma içerisine giriyorlar bir anda. Üç kişi olduklarında % 10 lara düşüyor. Dört kişi olduklarında daha da düşüyor. Sayı çoğaldıkça otoriteye yanlış emre itaat konusunda düşüşler söz konusu oluyor. 

Dolayısıyla hani buyruluyor ya “ iki kişi bir kişiden hayırlıdır. Üç kişi iki kişiden hayırlıdır” diye. Dolayısıyla bir ortama girdiğimiz zaman nerede olursa olalım. İster çalışma hayatı olsun, ister eğitim hayatı olsun, ister apartman hayatı olsun hemen orada dayanışma içerisinde olabileceğimiz, kendimiz gibi düşünen, kendimiz gibi hisseden insanlarla bir arada olmak, içinde bulunduğumuz o toplumsal yapının etkilerinden kendimizi koruyabilme, negatif etkiyi asgari düzeye indirebilmek açısından çok önemlidir. 

İçimizdeki çocuğun bu konudaki zaafını yönetebilmek açısından çok önemlidir. 

 

14 Ocak 2015 Çarşamba

Otoriteye İtaat Olgusu 2

Kişinin yanında bulunan ve sürekli deneye devam etmesini salık veren o profesörü bu sefer o cam bölmenin dışına alıyorlar. Yüz yüze iletişimden çıkılıyor. Yüz yüze iletişimden çıkılmasıyla beraber deneyi tamamlayanların sayısı % 65 ten % 22 ye düşüyor.

 Demek ki bizler yüz yüze iletişimde karşımızdaki insandan çok daha fazla etkilenme eğilimi içerisindeyiz. 

O profesörün cam bölmenin arkasına geçmesiyle beraber deneyi sonuna kadar götürenlerin sayısı % 65 ten % 22 ye düşüyor.

Yine yanında fakat profesör değil bu sefer, bir araştırma görevlisi. Hemen hemen kendisiyle denk bir mevki veya daha düşük statülü birisi.  Otoriteyi temsil eden kişinin yetkinliği azaldığı andan itibaren otoriteye boyun eğme, itaat etme eğilimi azalıyor. % 65 ten % 48 e düşüyor. % 48 te yine yüksek bir rakam. Bu da bize her ne kadar otoriteyi temsil eden kişinin nitelikleri önemli olsa da kişilerin boyun eğme eğilimlerinin şahıstan ziyade makama olduğuna dair bir veri sunuyor. 

Bununla beraber o elektrik şokunu veren kişi elektrik şokunu alan kişiyle yüz yüze geldiğinde % 18 düşüyor deneyi sonuna kadar sürdürenlerin oranı. Çünkü 1. Uygulamada camın arkasındaydı ve o şoka maruz kalan kişi kendisine şok veren kişiyi görmüyor idi. Aralarında yakın bir temas söz konusu değildi. Yakın temas söz konusu olduğu andan itibaren kişi deneyi devam ettiremiyor çünkü artık onun etki alanı içerisinde. 

Burada ayna nöronlar devreye giriyor. Kişiler arası ilişkilerde karşımızdaki insanla duygu alışverişi yapmamızı sağlayan ayna nöronlar devreye girer ve bir eşleşme söz konusu olur. Orada acıma duyguları devreye giriyor, kendisini onun yerine koyuyor v.s derken kişi otoritenin yönergelerine yeterince 

Otoriteye İtaat Olgusu

İçimizdeki çocuk özellikle otoriteye itaat etmeye programlanmıştır. Eğer geçmişinde fazlaca otoriteye maruz kalmışsa kişide bir duyarlılık söz konusu olmaya başlıyor ve bu mekanizma tam tersi bir tepkiye yol açabiliyor. Kişi tamamen otoriteyi ret etme, otoriteye başkaldırma içerisinde olabiliyor. Fakat otoriteye başkaldırsa bile temelinde her insanda otoriteye boyun eğme eğilimi vardır. Bu metakombüsyon genleri tarafından belirlenen bir durumdur. Nasıl ki fizyolojik işleyişimiz genler tarafından belirleniyor ise aynı şekilde duygusal ihtiyaçlarımızı da bu metakombüsyon genleri belirler. Ve bu kişiden kişiye farklılık arz eder. 

Herkes de ortak olan bir yönelimdir bu. 

Bu konuda Melgrım tarafından yapılmış bir deney var. 

Bir grup denek alınıyor. Onların deneyi yönetmeleri isteniyor. 

Deney şöyle;

Belirli kelimeler tekrarlanıyor. Kişi bunları dinliyor. Ve bilemediği, ezberleyemediği her bir kelime için elektrik şoku verilmesi isteniyor. Ve bilemediği her bir kelimeye karşı artan elektrik şokları verilecek. Öncelikli olarak düşük voltta başlıyor elektrik şoku. Fakat yavaş yavaş kişinin bilemediği sorulara bağlı olarak şok yükselmeye başlıyor. Bu arada kendisinden kelimelerin ezberlenmesi istenen kişi de bir aktör esasında. Bilerek kelimeleri yanlış söylüyor. Ve dolayısıyla deneyi yürüten moderatör (onun bundan hiç haberi yok, onun bir düzenek olduğundan haberi yok) mecburen yönergeler gereği her defasında elektrik voltajını yükseltmek zorunda kalıyor. Tabi voltaj yükseldikçe kişi acı duymaya, bağırmaya başlıyor. Aslında kişinin elektrik aldığı falan yok, rol yapıyor. Ve cam bir bölme var. Elektriğe maruz kalan kişi elektriği veren kişiyi görmüyor. Ve hemen yanı başında da bir profesör var. O da bir aktör esasında. Kişi tereddüt e düştükçe hayır devam edeceksin bu bilimsel bir deney, deneyi tamamlamamız gerekiyor diyerek otoritesini konuşturuyor. 

İlginç olan deneye katılan deneklerin %65 i deneyi sonuna kadar götürüyor. 420 volt yani şehir şebekesinin iki katı kadar elektriği karşısındaki kişiye vermeye razı oluyor. Ki karşıdaki kişide hayati tehlike oluşturabilecek bir elektrik şoku bu. Ve bu insanlar karşıdaki kişinin acı çektiğini görüyor olmalarına rağmen, o kişinin feryatlarını duyuyor olmalarına rağmen ve o kişinin deneyi bırakıp deneyden çıkma isteğini dile getirmesine rağmen neden sonuna kadar devam ettiler?

Bu otoriteye boyun eğme olgusu olarak tanımlanıyor.

13 Ocak 2015 Salı

Çevre ve İnsan

İnsanoğlunun çevresiyle, mensup olduğu grup ile, içinde bulunduğu toplum ile etkileşimine etki eden faktörler neler onlar üzerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışacağız. 

Zira farkında olmadığımız olguları yönetemiyoruz. Ve içinde bulunduğumuz çevresel koşullar, gerek bizlerin, gerekse çocuklarımız için her zaman ideal olmayabiliyor. 

Dolayısıyla davranışlarımıza, duygularımıza, değerlerimize etki eden çevresel etkiler, toplumsal faktörler neler ve bunlar bizi nasıl etkiliyor, ne şekilde etkiliyor bunları iyi anlamak durumundayız. 

Bu etki çoğu zaman bilinç dışı gerçekleşir. Bu etki üst beynimizde oluşmaktan ziyade daha fazla alt beyinde oluşmaktadır. Diğer bir deyişle içimizdeki çocuk içinde bulunduğumuz toplumsal yapıdan, beraber olduğumuz insanlardan daha fazla etkilenme eğilimi içerisindedir. 

Biz çok fazla etkilenmediğimizi, çevremizi, içinde bulunduğumuz toplumu, çok fazla kaale almadığımızı düşünürüz. Fakat içimizdeki yapı çevremizdeki insanları, mensup olduğumuz o yapıyı, her anlamda içinde yaşamış olduğu o çevreyi sürekli olarak analiz etmekte ve kendisini onunla uyumlu hale getirme konusunda bir çaba içerisinde olmaktadır. 

Bunun farkında değilsek, zaman içerisinde mensup olduğumuz yapı bizi etkilemeye başlıyor. Eğer içinde bulunduğumuz o yapı olumlu ise, hoş ise, güzel ise, maksat hasıl oluyor. Fakat her zaman içinde bulunduğumuz çevreyi seçemeyebiliyoruz. Her zaman iyi, salih, güzel insanlarla bir arada olamayabiliyoruz. İş dolayısıyla olsun, eğitim dolayısıyla olsun, ya da oturduğumuz çevre itibariyle olsun, dış dünyamızda hoş görmediğimiz, istemediğimiz olumsuz çevresel faktörler, negatif insanlar söz konusu olabiliyor. O zaman “körle yatan şaşı kalkar” “kır atın ya huyundan ya tüyünden” demişler ya. 

11 Ocak 2015 Pazar

Hasedin Psikolojik Altyapısı

Bakıyoruz; iki ortak işler iyi gidiyor, fakat bir birleriyle anlaşamıyorlar. Ve bu anlaşmazlık artık işlere zarar verecek, neredeyse ortaklığı bitirecek seviyeye geliyor. Ama taraflar geri adım atmaya yanaşmıyorlar. İşte sebebi haset.

Karşı taraf bu ortaklık vesilesiyle sahip olduğu kazanımları kaybetsin diye kendi kazanımlarını riske atmayı göze alıyor. 

Benzer bir olgu evliliklerde de geçerli. Eğer aradaki o sevgi, saygı bağı zedelenmişse eşler birbirlerine düşman olmuşlarsa gözleri hiçbir şeyi görmüyor. Birbirleriyle öyle bir davalaşıyorlar ki, öyle iddianameler hazırlanıyor, öyle iftiralar, öyle ifşalar ortalığa saçılıyor ki, sadece ve sadece karşı taraf zarar görsün diye kendisi nice nice maddi ve manevi zararları göze alıyor. İşte yine bu olgu devreye girmiş vaziyette. 

Karşı tarafa zarar verebilmek adına kendisi sahip olduğu kazanımları kaybetmeye hazır. İnsan doğasında böylesine yıkıcı bir yön var. 

Bundan dolayı Felâk Suresinde “hasetçinin hasedinden de sana sığınırım” demiyor mu? 

Peygamberimiz de Hadisi Şerif inde buyurmuyor mu; “Benden sonra sizin için en çok korktuğum şey haset eden kardeşinizdir” diyor.

10 Ocak 2015 Cumartesi

Yıkıcı EylemlerinSebepleri

Bazı ülkelerde yaşanan, özellikle de bizim ülkemizde yaşanan bazı toplumsal olayları bu deneyde ortaya çıkan bu sonuçlarla çok daha sağlıklı değerlendirebiliriz. 

Nasıl?

Kardeşim sen gösteri yapıyorsun, yakıyorsun, yıkıyorsun, okullar yanıyor, ticaret duruyor, turizm duruyor, bölge ya da ülke yıllarca geriye gidiyor vs. bir zarar söz konusu. Ve sen de bu eylemleri yaptığın için bu zararların bire bir muhatabısın. Gece o eylemi yapıyorsun gündüz geldiğinde bir bakıyorsun ki işyerin kapanmış. Fakat bu seni o eylemi yapmaktan, o Vandalizm yapmaktan alıkoymuyor. 

İşte insanın doğasında var olan o karanlık yön devreye giriyor. Bu çok çok tehlikeli bir yöndür. Bunun çok iyi öngörülüp yönetilmesi gerekiyor. Karşı tarafın rakibin kazanımlarının elinden alınması için kendi kazanımlarını, kendi elindekileri feda etmeye hazırdır kişi. İnsanın doğasında böyle karanlık bir yön var. Ki bu sadece son dönemde yaşadığımız olaylar için geçerli değil, geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız olayları da anlamlandırma açısından geçerlidir. İnsanın doğasında böylesine karanlık, böylesine yıkıcı bir yön var. Bunu dikkate almamız gerekiyor.

Çocukların Karanlık Yönü

Benzer bir çalışma çocuklarla da yapılıyor. 6-7 yaşlarındaki çocukların önlerine 2 tane düğme konuluyor ve o düğmelerle ilişkili şekerler var. 

Çocuklara deniliyor ki; mavi düğmeye bastığınız takdirde size 2 şeker arkadaşınıza 1 şeker verilecek, 

Kırmızı düğmeye bastığınız takdirde sadece size 1 tane şeker verilecek deniliyor. 

Çok ilginçtir ki çocukların yarısından fazlası kırmızı düğmeye basıyor. Yani arkadaşının şeker almaması adına kendisi daha az şekere razı oluyor. 

Bununla beraber aynı çalışma 10-11 yaş grubu çocuklarıyla yapıldığında çocukların yine çoğunluğunun mavi düğmeyi tercih ettiklerini görüyoruz. 

Yani bunun karşılığı “Sen de kazan ben de kazanıyım” dır. Sen bir şeker al ben iki şeker alıyım. 

Burada da görüyoruz ki; çocuğun o ham halinde, kişiliğinde bazı karanlık yönler var mı? Var.

Karanlık Tarafımız

Bir Üniversite de yapılan bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. Bir grup denek alınıyor. Bu deneklere bir tür kâğıt oyunu oynatılıyor. Ve oyun esnasında kaybeden oyuncuya eğer belli şiddette elektrik şoku almayı kabul ederse karşı tarafın kazanımlarının ondan geri alınabileceği seçeneği sunuluyor.
Oyun esnasında karşı tarafın kazanımlarının ellerinden alınması uğruna oyuncular o kadar çok elektrik şokuna maruz kalıyorlar ki artık uygulamayı gerçekleştiren uzmanlar sürece müdahale etmek ve deneyi yarıda kesmek zorunda kalıyorlar. Tehlike oluşturacak derece elektrik şokuna maruz kalmayı göze alıyor oyuncular yeter ki rakipleri kazandıklarını kaybetsinler.
Bu insan doğasında var olan çok karanlık yönlerden bir tanesini ortaya koyan çok net bir deney.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Çevre ve Biz

Davranışlarımıza, duygularımıza, değerlerimize etki eden çevresel etkiler, toplumsal faktörler neler ve bunlar bizi nasıl etkiliyor, ne şekilde etkiliyor bunları iyi anlamak durumundayız.
Bu etki çoğu zaman bilinç dışı gerçekleşir. Bu etki üst beynimizde oluşmaktan ziyade daha fazla alt beyinde oluşmaktadır. Diğer bir deyişle içimizdeki çocuk içinde bulunduğumuz toplumsal yapıdan, beraber olduğumuz insanlardan daha fazla etkilenme eğilimi içerisindedir.
Biz çok fazla etkilenmediğimizi, çevremizi, içinde bulunduğumuz toplumu, çok fazla kaale almadığımızı düşünürüz. Fakat içimizdeki çocuk çevremizdeki insanları, mensup olduğumuz o yapıyı, her anlamda içinde yaşamış olduğu o çevreyi sürekli olarak analiz etmekte ve kendisini onunla uyumlu hale getirme konusunda bir çaba içerisinde olmaktadır.
Bunun farkında değilsek, zaman içerisinde mensup olduğumuz yapı bizi etkilemeye başlıyor. 

6 Ocak 2015 Salı

İNKARIN PSİKOLOJİSİ

Bir insan neden inkar eder. Bunun başlıca 3 sebebi vardır. 

1 - Felsefi sebepler

2 – Sosyolojik sebepler 

3 – Psikolojik sebepler

 FELSEFİ SEBEPLER 

Kişi felsefi olarak ben görmediğim şeye inanmam ya da ben bilimsel olarak varlığı kanıtlanmamış ve laboratuvar ortamında varlığı ispatlanmamış şeylere inanmam. Ben metafizik unsurlara inanmam ve bu ret edişini bir felsefi boyuta oturtur kendince. 

 

SOSYAL SEBEPLER

Kişi içinde bulunduğu sosyal çevre itibariyle daha çok inanmayan, ataist insanların arasındadır. Ailesi o insanlardan müteşekkildir, temas ettiği insanlar, eğitim aldığı kurumlar, öğretmenleri, onun duygu ve düşünce dünyasını şekillendiren insanlar o inançta olan insanlardır. Dolayısıyla onların etkisiyle tamamen sosyal sebeplerden dolayı kişi inanmayabilir. 

 

PSİKOLOJİK SEBEPLER

Bizi ilgilendiren kısmı budur. İnkar mekanizmasında psikolojik faktörler çok önemli rol oynuyor. İnkar, bir savunma mekanizmasıdır, bir telafi mekanizmasıdır. Psikolojide yeri olan ve kişinin günlük hayatında problemlerle karşı karşıya kaldığında, stres faktörleriyle karşı karşıya kaldığında bozulmuş olan o dengeyi yeniden sağlayabilmek, o kararlılık halini yeniden elde edebilmek için sıkça kullanmış olduğu telafi mekanizmalarından bir tanesidir. 

Ki bir insanın Allah ı inkar etmesinde de baktığımız zaman, arka planını incelediğimiz zaman bir baş etme, bir telafi mekanizması olarak, stresi azaltmak üzere devreye girdiğini görüyoruz. Çünkü öbür türlü Allah ı inkar edebilmek mümkün değil. 

Örneğin, yapılan bilimsel araştırmalar matematik inkarın mümkün olmadığını ortaya koyuyor. Üç tane kalem alalım ve bunları havaya atalım. Bu kalemlerin üçünün de uçları üzerine yere düşme ihtimali 10 üzeri 57. Halbu ki bilimsel olarak 10 üzeri 50 nin üzeri olasılıklar imkansız olarak addedilir. Yani üç kalemin bile havaya atıldığı zaman aynı şekilde yere düşme ihtimali neredeyse katrilyonda bir iken milyarlarca yıldızın belirli bir yörüngede, milyonlarca atomun uyum içerisinde, milyarlarca hücrenin birbirleriyle denge içerisinde bir arada senkronize olması bunu tesadüfle ifade edebilmek mümkün değil. Böyle bir şeyin tek başına, yönetim organizasyonu ve düzenleyici olmaksızın gerçekleşmesi bilimsel olarak da matematiksel olarak da imkansız. Fakat bu hesaplamaları yapan kişi psikolojik nedenlerden dolayı inkar ediyor. 

Neden inkar eder kişi?

Kişi o stres halinden kurtulmak için inkar eder.

 Kişinin hayata dair güçlü emelleri, güçlü arzuları vardır. Geçmişten gelen yoksunlukları vardır onları tamamlama arzusu içerisindedir. Ya da yine geçmişten gelen korkuları ve kaygıları vardır onlardan uzaklaşma çabası içerisindedir. O korku ve kaygılarla yüz yüze kalmak kişinin stresini arttırır. Bu şekilde yoksunluğunu hissettiği şeye ulaşamamak, o ihtiyaç duyduğu şeye ulaşamamakta yine aynı şekilde onu ciddi anlamda strese sokar. Dolayısıyla kişi en kısa ve en kestirme şekilde aceleci bir tavırla o ihtiyaç duyduğu şeylere yaklaşmak ve korktuğu şeylerden uzaklaşmak ister. 

Fakat din tüm bu süreçlerin, yakınlaşma ve uzaklaşma süreçlerinin belli bir usul içerisinde gerçekleşmesini ve belli ahlaki değerlere bağlı kalınarak değerlendirmek ister. Bu da kişinin bir an önce elde etmek istediği şeylerden uzak kalmasına, o kazanımlarının gecikmesine neden olur. Onların gecikmesine de kişinin bu süreç içerisinde stresi olması gerekenden daha yoğun yaşamasına neden olur. Ve kişi burada bir ikilem içerisindedir. Ya yavaşlayacaktır yavaşladığı anda o stresin etkilerine maruz kalacaktır. Ya da bir şekilde dinin bu konudaki öngörülerini, kurallarını hiçe sayıp o arzuladığı şeye ihtiyaç duyduğu şeye ilerleyişine devam edecektir. Burada da dinin o müeyyideleri devreye giriyor. Günah, haram, ceza, cehennem, dünya ve uhrevi musibetler olgusu devreye giriyor ve kişi bundan rahatsız oluyor. Bu rahatsızlığı bastırabilmek, giderebilmek ve arzu ihtiraslarını hayata geçirebilmek sürecini daha rahat, daha stressiz geçirebilmek için kişi inkar etme yoluna gidebiliyor. 

Tamamen içinde bulunduğu stresi yok etmeye yönelik bir telafi mekanizması olarak inkârı kullanıyor kişi. 

 

Diğer bir mekanizma ne? İnsan beyni kişiliği korumaya çalışır

Psikolojik ve fizyolojik varlığı korumaya çalışır. Psikolojik ve fizyolojik varlığına yönelik olumsuz müdahalelerden de müthiş derecede rahatsız olur. Bu süre içerisinde kişinin bazı yetenekleri vardır, bazı maddi ve manevi kazanımları vardır. Kişi bu maddi ve manevi kazanımları kişiselleştirir yani kişiliği ile ilişkilendirir. Benim sesim güzel, benim sayısal zekam iyi, benim ticari zekam güzel, benim ticari zekam güzel, güzel şarkılar söylüyorum, v.s bunları kişiselleştirir ve eğer ben bu yeteneklere sahipsem ve yapıyorsam bu benim özel birisi olduğumu gösterir, bu benim başarılı, saygıdeğer ve sevgi değer birisi olduğumu gösterir der. Hani “kerameti kendinden menkul” deriz ya. 

Fakat din diyor ki; bunlar sana ait şeyler değil, bunlar Mevla nın sana sunmuş olduğu şeyler. O bunları sana verdiği gibi dilediği zaman da çekip alabilir. O zaman kişi şahsiyetini bunlar üzerine kuramıyor. Din buna müsaade etmiyor, bunlar senin değil diyor. İşte bundan dolayı kişi çıkıyor ve hayır böyle bir şey yok bunlar bana Allah tarafından verilmedi ben zaten Allah ın varlığını da kabul etmiyorum. Bunlar benim çabamla kendiliğinden oluşan şeyler diyor ve orada inkâr yoluna gidiyor. Burada da kişiliği koruma, kişilği o yetenekler, kazanımlar üzerine inşa etme çabası var. 

 

Yine bir psikolojik faktör kızgınlık, öfke; Allah a karşı kızgınlık, öfke hissetmek. 

Ünlü ateist hatıra defterinde yazıyor. Avrupa da seyahat ediyordum. Bir papazla denk düştük başladık konuşmaya. Bana nereli olduğumu sorunca Türk olduğumu söyledim. Müslüman mısın? Diye sorunca hayır ateistim diye cevap verdim. Neden? Diye sordu. Bundan yıllar önce yakın bir arkadaşımı kanserden kaybettim bu olay üzerine Allaha inanmayı bıraktım deyince papaz güzel bir cevap vermiş. “sen Allah a inanmıyor değilsin, sen Allah la kavgalısın demiş”. Evet baktığımız zaman inkâr edenlerin bir çoğunun da Allah ile kavgalı olduğunu görüyoruz. Bilinç altlarında bir şekilde Allah a karşı ciddi anlamda bir öfke ve kızgınlıklarının olduğunu görüyoruz. İmani zaafların etkisiyle, aileden yeterince o yaşam olaylarını, o hadisatın arka planını doğru anlamayı sağlayacak bilgi olmayınca hayatın içerisinde karşılaştıkları bir çok olumsuzlara gerek bireysel olarak karşılaştığı olumsuzluklara, gerekse de toplumsal olarak yaşanan olumsuzluklardan dolayı Allah u Teala yı sorumlu tutma ve o öfkeyi ona yansıtma yönelimi içerisine giriyorlar. Bu da ayrı bir savunma mekanizması. O olayın yaşanmasında kendi payını göz ardı ediyor, sevdiği insanların (anne-babasının) payını göz ardı ediyor, direk allahı sorumlu tutuyor. Dolayısıyla içinde birikmiş olan o gerilimi, öfkeyi Allah a yansıtıyor ve bu da o öfkenin zaman içerisinde Allah ı inkar etmesine kadar gidiyor. 

Baktığımız zaman esasında bu telafi mekanizmaları insanın günlük hayatında karşılaştığı o stresi hafifletebilmesi için insana bahşedilmiş güzel özellikler fakat kişi bu mekanizmaları doğru bir şekilde kullanmadığında sadece dünyasını değil ahiretini de mahvedecek sonuçlar doğurabiliyor. 

 

Yine keyif düşkünlüğü, zevk düşkünlüğü de kişinin inkar sürecinde önemli bir rol oynuyor. Çünkü insanın günlük hayatında telafi mekanizması olarak kullandığı -yine biz stresle ilişkilendiriyoruz eğer arka planda dikkat ederseniz- alkol kullanıyor, uyuşturucu kullanıyor, düzensiz bir cinsel hayatı var. Bunları ne olarak kullanıyor kişi? Bunları hep telafi mekanizması olarak kullanıyor.

Kişide doğuştan gelen, beynin derinliklerinden gelen, bilinçaltından beslenen güçlü bir acıdan kaçınma ve hazza ulaşma yönelimi vardır. Fakat günlük hayatın içerisinde kişi ister istemez acıyla karşı karşıya kalabiliyor.  Ya da hayatın içerisinde bazı başarıları elde edebilmek için haz yoksunluğuna maruz kalabiliyor. İşte bu haz yoksunluğunun veya bu acının varlığından kurtulabilmek için kişi sağlıklı olmayan telafi mekanizmaları var edebiliyor. 

Ne gibi?

Alkol kullanma, uyuşturucu kullanmak, gezmek, tozmak, eğlenmek, yatmak, kalkmak gibi. Bunlar insanın hayatında bir denge unsuru oluyor. Kişi işten çıktıktan sonra eve gitmeden iki tek atıyor. Özellikle batı ülkelerinde bu geleneksel hale gelmiştir. Pub kültürü vardır orada insanlar işten çıktıktan sonra yarım saat bir saat bupa giderler, gittikleri yerler bellidir, etnik kökenlerine göre gittikleri publar farklılaşır. Aynen bizim ülkemizdeki hemşeri dernekleri gibi. Orada tabiri caizse demlenirler, çakır keyif olurlar, günün stresini üzerlerinden atarlar ve akşam evlerine biraz daha duygu durumlarını düzeltmiş olarak giderler. Burada kişi alkolü telafi mekanizması olarak kullanıyor. Fakat din buna müsaade etmiyor. Allah ın koymuş olduğu kanunlar buna müsaade etmiyor, şiddetle karşı çıkıyor ve bu telafi mekanizması onun elinden alınmaya çalışılıyor gibi görüyor kişi.  Fakat kişi başka seçenek de üretemiyor. Bir şekilde ibadete veya duaya yönelemiyor. Bu tür dini faaliyetleri gerçekleştirecek ortamı yok, nasıl yapılacağını bilmiyor, çevresinde onu destekleyecek kişiler de yok. Dolayısıyla oyuncağı elinden alınmaya çalışılan birçok durumuna düşüyor. Ve o telefi mekanizmasını vermemek, devam ettirmenin getirmiş olduğu suçluluk duygusundan kurtulmak adına -çünkü o ayrıca bir stres yüklüyor içkiyi, kumarı kullanıyor olması- yanlış bir iş yapıyor ya! Bundan dolayı bu dünyada veya ahirette cezalandırılacak ya! O zaman Allah u Teala yı inkar etmek suretiyle, “Allah yok, cennet yok, cehennem yok, ahiret yok, ceza da yok, ödül de yok. Bu dünyada yaşarız ve yine bu dünyada ölürüz. Biz inorganik maddelerin birleşmesinden oluşmuş organik varlıklarız ve bu hayat bittiğinde yine inorganik maddeler olarak evrene karışacağız.” Der ve bu suçluluk duygusunu bastırır. 

Böylelikle o stresin meydana getirdiği gerilimden kurtulmak için kullandığı telafi mekanizmasını herhangi bir suçluluk duygusu kullanmadan tepe tepe kullanır. 

Faiz de de aynı şey söz konusu. Kişi sermayesini faize yöneltmek suretiyle bir şekilde telafi etmektedir. Ticaretindeki başarısızlıklarını, ya da nasibinin birazcık azlığını, rızkının azlığını bu şekilde telafi etmeye çalışmaktadır. Din buna karşı koyar. O zaman biraz önceki örnekteki gibi kişi bunu inkar etme yönelimine girer. Dinin yasaklamış olduğu fiili yapmanın açığa çıkarmış olduğu o suçluluk psikolojisinden kurtulmak, o suçluluğun yol açmış olduğu stresten sıyrılmak ve şu hayatını biraz daha keyifli, biraz daha stresten uzak yaşayabilmek. 

Ki insan bilmiyor ki, inanmanın hatta inanmanın ötesinde günlük hayatımızda dini pratiklere yer vermenin dua gibi, ibadetler gibi insanın stresle baş etme sürecinde kişiye çok ciddi katkılar sağladığını, önemli birer stresle baş etme faktörü olduğunu, bu tür insanların diğer insanlara kıyasla stresi daha az hissettikleri, fizyolojik ve psikolojik olarak daha az hastalandıkları, daha kısa sürede iyileştikleri vs. gibi araştırmalardan bahsetmiştik. 

Evet din insanı bir yandan sınırlıyor. Zahiren ilk etapta baktığımız zaman bu bir stres faktörü gibi görünebilir fakat oluşan bu stresi azaltacak hatta kişiyi artıya geçirecek mekanizmaları da unsurları da yine din insana sunuyor. Tabi bunun olabilmesi için olayın sadece inanç boyutunda kalmaması dini pratiklere de kişinin günlük hayat içerisinde yer vermesi gerekiyor. 

 

İNTAHAR

İntihar bir olgu, hayatın bir gerçeğidir. Ve insanın içinde bulunduğu ruh haline bağlı olarak duygu durumu, psikolojik sorunlara bağlı olarak zaman zaman kişide husule gelebilecek bir düşünce, bir yönelimdir.

İnsan bazen hayatın o zorluklarıyla karşılaştığında belki şeytanın vesvesesi, belki kişinin fark edemediği gizli depresif durumun, bir duygu durum bozukluğunun etkisiyle hayatına bakabiliyor eve ölümü düşünebiliyor. 

Tabi bir insanın ölümü düşünmesi, belli ölçüde ölümü arzulaması, bir intihar düşüncesi olarak sağlıksız, tehlikeli ve bir psikolojik problemin varlığına işaret eder bir düşünce olarak görmüyoruz. Çünkü bizim kadim kültürümüzün ölüme ve hayata bakışı, modern psikolojinin, batının ve o popüler kültürün bakışından tamamen farklı. Dolayısıyla zaman zaman hayatın yükünün ağırlaşmasına, imtihanın zorlaşmasına, hayatın içerisinde yaşadığımız olaylara, çeşitli anlamsızlaşmalara bağlı olarak, manevi halimizdeki bazı değişikliklere, iniş ve çıkışlara bağlı olarak ölümü temenni edebilmek, ölümü düşünebilmek hatta belli ölçülere göre ölümü arzulayabilmek olasıdır. Buna belli ölçüde müsaade ediyoruz. 

Bizim intihardan kast ettiğimiz şey kişinin ölümü arzulamasının ötesinde kişinin öz canına son verme düşüncesidir. 

 

Hocam aklı başında olan insan intihar eder mi?

İstatistikler insanın çok da aklı başındayken intihar etmediklerini ortaya koyuyor. 

İntihar sebeplerine baktığımız zaman intihar eden kişilerin %80 inin çeşitli psikolojik rahatsızlıklar yaşadıklarını ya da psikolojilerini etkileyen bazı olumsuzluklara maruz kaldıklarını görüyoruz. 

Dolayısıyla aklı başında olan bir insan intihar etmez. 

 

Bir insan neden intihar eder, neden intiharı düşünür?

Bir üst beynimiz var bir de üst beynimiz var. Alt beynimizi içimizdeki çocuk olarak da adlandırmıştık. İçimizdeki çocuğun hayata, olaylara bakışı ile üst beynimizin (ben dediğimiz zaman kast ettiğimiz o yapının) bakışı arasında farklar var. Bir yetişkinle bir çocuğun olaylara bakışı gibidir. Sürecin içerisindeki bir insan ile sürecin dışından, yukarıdan bakan bir insanın bakışındaki farklılığa benziyor bu bakış. 

Bilinçaltı yaşam olaylarının etkisiyle bazen oldukça fazla yorulabiliyor, yıpranabiliyor. Böyle bir durumda seçici odaklanma dediğimiz bir durum ortaya çıkar. O aşamadan sonra alt beyin (içimizdeki çocuk) düşündüğü tek bir şey vardır o maruz kaldığı sorundan kurtulmak. O sorun artık onun için bir takıntı haline gelmiştir, bir saplantı haline gelmiştir.  Düşündüğü tek şey ise o sorundan kurtulmaktır. Ama nasıl kurtulursa kurtulsun. O önemini kaybeder. Tek kurtulayım da gerisi önemli değil der. İşte bu aşamada eğer kişi sorunu çözme hususunda bir seçenek üretemiyorsa bilinçaltı düzeyde intihar düşünceleri ortaya çıkmaya başlayabilir. 

Şöyle bir örnek de verebiliriz. 

Düşünün!.. Karanlıktasınız.... Hiçbir şey görmüyorsunuz... hiç bir şey… ve yön duygunuzu kaybetmişsiniz. Önünüz, arkanız, sağınız, solunuz, yukarısı, aşağısı v.s yok. Hiçbir ses, hiçbir uyarıcı yok. Bir boşluğun içerisindesiniz. 

Ne yaparsınız? 

Çok tedirgin hissedersiniz. Çünkü ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Hangi yöne doğru ilerleyeceksiniz. Ne kadar yürüyeceksiniz. Sizi orada ne bekliyor. Bir çözüm var mı? Bir çıkış var mı? Yoksa uçuruma mı doğru gidiyorsunuz? Bir şey görecek miyiz? Bir şey duyacak mıyız? Karanlığın içerisinde bizi bekleyen daha büyük tehlikeler mi var? Acaba bulunduğumuz nokta da durmak mı daha önemli? Yoksa bir yöne doğru mu ilerlemeliyiz? 

Hiçbir sorunun cevabı yok….

Böyle bir durumda kaldığınızı düşünün. Bir gün, iki gün, üç gün, bir hafta, on gün, bir ay. Bir müddet sonra bir ışık gözüküyor. Bir ışık, cılız, ne idiğü belirsiz.

Ne yaparsınız?

Işığa doğru ilerlersiniz. 

Ama o ışığın ne olduğunu biliyor musunuz? Orada sizi nelerin beklediğini biliyor musunuz? Oranın size bir çıkış, bir çözüm vaat ettiğini biliyor musunuz?

Bilmiyorsunuz.

Bir bilinmezlik söz konusu. Fakat içinde bulunduğumuz o halden o kadar bunaldık ki, o kadar sıkıldık ki ondan daha kötü bir şey olabileceğini düşünemiyoruz ve o ışığa doğru ilerliyoruz. 

İşte yoğun intihar düşüncesi içinde olan insanların ruh hali bu şekildedir. Bir karanlığın, bir kuyunun içerisindeler. İnsanların söylemleri, eylemleri, onlara yaklaşımları onlara ulaşmıyor. Herhangi bir seçenek oluşturamıyorlar. O karanlığın içerisinde öylesine kalmış vaziyetteler ki. İntihar bir ışık olarak zayıf, cılız da olsa parlıyor onların karşısında ve ona doğru kaçınılmaz bir şekilde ilerliyorlar. 

İşi bu raddeye getirmemek gerekiyor. 

 

İstatistiklere baktığımız zaman dünyada her yıl 1.000.000 a yakın insan canına kıyıyor. İntihara teşebbüs edenlerin sayısı 10.000.000 un üzerinde. Bu teşebbüslerin 10/1 ölümle sonuçlanıyor. İntihara teşebbüs edenlerin çoğunluğu kadınlar. Kadınlar erkeklere oranla 4 kat daha fazla. Fakat bu kültürden kültüre değişiklik arz ediyor. Mesela canına kıyanların sayısı Çin de daha fazla. Ama batıya geldiğimiz zaman kendini öldüren erkeklerin sayısı daha fazla. İntihar teşebbüsü kadınlarda daha fazla, fakat intiharı ölümle sonuçlandırma erkeklerde daha fazla. Özellikle orta yaş ve üstü erkeklere baktığımız zaman o cana kıyma oranının daha yüksek olduğunu görüyoruz. 

Dünya da intihar, ölüm sebepleri arasında 10. Sırada geliyor. Fakat bu ülkeden ülkeye değişiyor. Mesela, Çin cana kıyma oranının en yüksek olduğu ülkelerden bir tanesi.  Çin de intihar, ölüm sebeplerinden 4. Sırada geliyor. 

İslam ülkelerine baktığımız zaman, İslâm ülkelerinde bu oran çok daha küçük. Bu konuda yapılmış istatistiki çalışmalar var. Müslümanlar bütün dünya kültürleri içerisinde intihar vakıalarının en az görüldüğü toplumlar. 

Mesela Kuzey Avrupa ülkelerine gidildiğinde Norveç te intihar 3. Ölüm sebebi olarak görülüyor. 

Ne dedik; Kadınlarda intihar teşebbüsü erkeklere kıyasla 4 kat daha fazla görülüyor. Fakat cana kıyma erkeklerde çok daha yüksek. Dolayısıyla bir erkek intihardan bahsediyor ise onu ciddiye almak gerekiyor. Çünkü onun intihar ederek ölme ihtimali çok daha yüksek. Özellikle de orta yaş ve üzeri erkeklerde. 

Gençlerde de yine intihar teşebbüslerini görüyoruz. Hatta gençlerin intihar teşebbüsleri orta yaş ve üzeri insanlara oranla oran olarak daha fazla fakat o cana kıyma oranı gençlerden daha ziyade orta yaş ve üstü erkeklerde çok daha fazla. 

Bir insan eğer intihardan bahsediyorsa, cana kıymaktan bahsediyorsa bunu dikkate alıyoruz. Eğer kişinin daha önceden intihar teşebbüsü varsa ve yine ölümden, intihardan bahsediyorsa bunu yine ciddiye alıyoruz, dikkate alıyoruz. Bu kişinin intihar teşebbüsünde bulunma ihtimali, geçmişinde intihar teşebbüsü bulunmayan insanlara oranla 4 kat fazla. 

Kadınlarda histerik intihar teşebbüsleri söz konusu olabiliyor. Histerik derken; o duygusal boşluğun etkisiyle ilgi çekmeye,  mesaj vermeye yönelik intihar teşebbüsleri söz konusu olabiliyor. Burada kadınların biraz daha duygusal yapıda olmaları, gerilim tolerans eşiklerinin erkeklere oranla biraz daha düşük olmaları ve birazcık da ilgi çekme sebebiyle daha yüksek olduğunu görüyoruz intihar oranlarının. Fakat her zaman intihara teşebbüs erkeklere oranla ölümle sonuçlanmasa da bir teşebbüs. İntihara teşebbüs gerek teşebbüs eden kişi adına gerekse de çevresindeki insanlar açısından ne yazık ki yıkıcı etkilere neden olabiliyor. O nedenle kadınlarda da intihar söylemleri söz konusu olduğu zaman bunu dikkate almalıyız. 

İntihara teşebbüs eden insanlara baktığımız zaman bunların %50 sinin majör depresyon yaşadıklarını görüyoruz. Depresyonun en bariz belirtilerinden bir tanesi yoğun intihar düşünceleridir. 

Dolayısıyla bize başvuran insanlara eğer depresyondan şüpheleniyorsak (verdiğimiz testlerde de var zaten) intihar ve ölüm düşünceniz var mı diye soruyoruz zaten.  Çoğunlukla ileri derecede veya orta derecede işaretlerler depresif durumda olan insanlar. Dolayısıyla intihar düşüncesi depresyonun düşünsel bir belirtisidir. Nasıl ki kişi soğuk algınlığına maruz kaldığı zaman öksürür, ateşlenir, vücudu kırgın olur, halsizleşir. Bunlar soğuk algınlığının belirtileridir. Aynı şekilde bir kişi depresyon yaşadığında da o kişide intihar düşüncelerinin depresyonun bir belirtisi olarak uç vermesi çoğu zaman beklenen bir durumdur. Bazı durumlarda kişide intihar ve ölüm düşünceleri uç vermeyebilir ama nadir bir durumdur bu. 

Dolayısıyla kendinizi yorgun bitkin hissediyorsanız, boş vermişlik, anlamsızlık, hiçbir şeyden tat-tuz alamama gibi klasik depresif belirtilerin yanı sıra bir de hayatında anlamını yitirmiş olması, ölüm, cana kıyma, kendini öldürme gibi düşünceler de varsa bu kişinin ciddi anlamda depresyon yaşadığına işaret eder. 

Bununla beraber intihar edenlerin yine %20 si vipolar bozukluk yaşayan kişiler. Manik depresif bozukluk da diyoruz biz buna. Bir depresyon çeşidi olarak da değerlendirebileceğimiz bir rahatsızlık ama bildiğimiz depresyondan birazcık daha farklı. Coşku ve çöküntü uçları arasında gidip gelen bir rahatsızlıktır. Depresyondan farklı olarak biraz daha genetik yönelimin belirleyici olduğu, birazcık daha donanımsal problemlerin olduğu bir rahatsızlıktır. Zaten psikotik bir rahatsızlık olarak belirtiliyor şizofreni gibi. Dolayısıyla intihar eden her 10 kişiden 2 sinde de vipolar bozukluk olduğunu görüyoruz. Böyle bir rahatsızlık varsa intihar yönelimini göz ününde bulundurmak gerekiyor. 

Fakat gerek depresyonda olsun gerekse bipolar bozuklukta olsun özellikle psikoterapi aracılığıyla intiharı önleyebilmek mümkündür. Psikoterapi desteği alan kişilerde intihar eğiliminin ciddi anlamda azalmalar gösterdiği istatistiki bir gerçekliktir. 

Bazı anti depresanlar özellikle serotenin manipolü olarak adlandırılmış anti-depresanların özellikle de genç yaşlarda kullanımının intihar düşüncesini güçlendirebileceğine dair vakıa çalışmaları var. Bu yüzden genç insanlar bu ilaçları kullanırken dikkatli olmak durumundalar. Sadece ilaç kullanımıyla yetinmeyip yanısıra  psikoterapi desteği de alabilmek böyle bir şeyin vuku bulmasını engellemesi açısından son derece önemlidir. 

Yine bakıyoruz intihar eden insanlara şizofrenler arasında da belirgin bir farklılıklar var. Geriye kalan o %30 luk kesimler arasında. Yine alkol kullanan insanlarda intihar oranı oldukça yüksek. Bunun yanında uyuşturucu kullanan özellikle de halüsünatif maddeler kullanan insanlarda intihar oranlarının yüksek olduğunu görüyoruz. 

Bunlar daha ziyade psikolojik problemler yaşayan insanlar ve madde kullanımı intihar edenlerin %80 oluşturan kişiler. Geriye kalan %20 lik bölüm ise fiziksel problemler, hastalıklar yaşayan insanlarda yine intihar etme oranı diğer insanlara kıyasla çok daha fazla. İntihar etmiş olan insanların sağlık geçmişlerine bakıldığında akut bir hastalığa maruz kaldıkları, yakın bir zamanda sağlık kuruluşuna başvurdukları, bir tedavinin parçası olduklarına dair anlamlı ilişkiler söz konusudur. Kişinin hasta olması tabi bu fizyolojik hastalık kişinin psikolojini olumsuz yönde etkilediği ve buna bağlı olarak da intihar yönelimi mi ortaya çıktığı konusunda çeşitli görüşler var. Fakat özellikle kanser gibi hastalıklarda ve buna benzer diğer kronik, tekrarlama ihtimali olan, tedavi sürecinin daha uzun sürdüğü bu tür hastalıklarda yine intihar oranlarının yine yükselmiş olduğunu görüyoruz. 

O açıdan ruh sağlığı kişinin intihara olan meylini ortadan kaldırabilmek, bu teşebbüsü engelleyebilmek açısından çok önemlidir. Ve kişi eğer intihardan bahsediyorsa, ölüm düşünceleri söz konusu ise kesinlikle bir psikolojik destek almak o kişiyi böyle bir teşebbüsten vaz geçirme sürecinde atılabilecek en önemli adım. 

Yine istatistiki veriler dindar insanların dindar olmayanlara kıyasla daha az intihara teşebbüs ettiklerini ortaya koyuyor. 

 

BİYOLOJİK SAATİMİZ

Hicri takvim ile biyolojik saatimiz arasında ne gibi bir ilişki var?:

Sizlerin de bildiği üzere hicri takvim kamerin (ayın) hareketlerini esas almak suretiyle zamanı belirler. Bizim bir biyolojik saatimiz var. Mesela sabah saat 6.00 da kalkmaya niyet ediyoruz. Saat 6.00 gösterdiğinde birden gözlerimiz açılıyor. Bazen uyanamayabiliyoruz, bazen 10 dakika erken, bazen yarım saat geç. Fakat bir aksilik söz konusu değilse, her gün aynı saatte kalkmayı alışkanlık haline getirmiş isek 6.00 da uyandığınızı görürsünüz. 

 

Beynimiz nereden bildi saatin 6.00 olduğunu? 

Beynimizin de bir saati var. Oradan bildi elbette ki. Nereden bilecek. 

Saat 2 de şunu yapacağım diyoruz ve tam saatinde o şey aklımıza geliveriyor. Şu saatte yemek yiyeyim diyorsunuz, kendinizi ona göre ayarlıyorsunuz, programlıyorsunuz. Bir bakmışsınız o saat geldiğinde sindirim sistemi hazırlıklarına başlamış, mideniz kazınıyor. O kazıntı neyi gösteriyor? Sindirim sisteminiz biraz sonra çalışacak, o yemek yeme etkinliğine hazır olduğunun göstergesi. 

Peki sindirim sistemimiz akşamın 6 sı olduğunu, yemek vaktinin geldiğini. 

Beynimizin ve bedenimizin kullandığı bir biyolojik saat var. Beynimiz ve bedenimiz sadece saati bilmiyor. Günleri de biliyor. 

Mesela pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutan insanlar, pazartesi günü geldiğinde eğer pazartesi günü oruç tutmayı alışkanlık haline getirmişlerse ama bir şekilde o gün oruç tutmuyor ise gün içinde öğle yemeği yemeyi unutabiliyor kişi ve acıkmıyor.  O gün metabolizmanın işleyişi diğer günlerden farklıdır.

 

Beynimiz nereden bildi o günün pazartesi olduğunu? Ya da Perşembe olduğunu?

Buradan da anlıyoruz ki, bedenimizde ve beynimizde işleyen o biyolojik saat sadece saati ölçmüyor aynı zamanda takvim özelliğine de sahip. Günleri de biliyor. 

Bu gün pazartesi mi? Salı mı? Cuma mı? Tatil günü mü? İş günü mü? Çalışacak mıyız? Evde miyiz? Bunu da biliyor. 

 

Peki mevsimleri biliyor mu? 

Evet mevsimleri de biliyor. 

Kış aylarına geldiğimizde, sonbahar mevsimi yaklaştığında havalar soğumadı diyelim. Buna rağmen metabolizmamız yavaşlamaya başlıyor. Çünkü havalar sıcak gitse bile eylül ayında ağustos değerlerinde sıcaklık olsa bile, diyelim biz tatildeyiz denize girmemize rağmen beynimiz kışın artık yaklaştığını, artık mevsimin sonbahar olduğunu biliyor ve yavaş yavaş metabolizmayı o yaklaşan zorlu kış koşullarına uygun hale getirmeye başlıyor. 

 

İnsanları bir kenara bırakalım. Hayvanlara bakalım. 

Kış uykusuna yatan insanlara şöyle bakalım. Çiftleşme mevsimlerini hiçbir şekilde şaşırmayan, doğum mevsimlerini şaşırmayan, uykuya geçme ve uykudan uyanma mevsimlerini şaşırmayan hayvanlara şöyle bir bakalım.

Nereden biliyorlar? Aylardan hangi ay olduğunu, Mevsimlerden hangi mevsim olduğunu, saatin kaç olduğunu nereden biliyorlar?

 Mesela okyanuslarda bazı balinaların buluşma zamanları var, Senede birkaç gün sadece. Okyanusların çeşitli yerlerinden farklı balina türleri bir araya geliyorlar. Bu buluşma sadece birkaç gün hatta bazıları birkaç saat sürüyor. Düşünün o birkaç saat devam edecek olan çiftleşme sezonunu yaşayabilmek için binlerce kilometre uzaktan geliyorlar. Zamanı nasıl ayarlıyorlar? O saatte orada olmayı nasıl beceriyorlar? Saatin o saat olduğunu nereden biliyorlar? Oraya gidip beklemeye başladığınız zaman 1 hafta öncesinden gelen balina göremiyorsunuz. Birkaç gün önceden gelen balina göremiyorsunuz. Ortada hiç balina yokken saati geldiğinde balinaların bir anda ortaya çıktığını görüyorsunuz. Mürekkep balıklarında da böyle bir şey var. Senenin bir gecesinde, dolunay olduğu vakit -hicri takvime göre- mürekkep balıkları bir araya geliyor. Orada bir çiftleşme meydana geliyor. Ondan sonra yumurtlama söz konusu oluyor ve o çiftleşme işlemini gerçekleştiren mürekkep balıkları ölüyorlar, okyanusun tabanına çöküyorlar. Okyanusun 2000/3000 metre derinliklerinde yaşayan o mürekkep balıkları mevsimlerden hangi mevsim, aylardan hangi ay, saatlerden hangi saat olduğunu nereden biliyorlar? 

Demek ki bütün canlıların bir biyolojik saati var mı?

Var. 

Şimdi soruyorum sizlere; evrende geçerli olan bu biyolojik saat güneşin hareketlerini mi esas alıyor, yoksa ayın hareketlerini mi esas alıyor? Hicri takvimi mi esas alıyor, yoksa şemsi mi esas alıyor? 

Hadi bakalım verin cevabı…

Ayın hareketlerini esas alıyorlar. Güneşin hareketlerini değil.

Balinalar o ayın dolunayı esas olduğunda bir araya geliyorlar. 

Aynı şekilde beynimizde işleyen biyolojik saat de güneşin hareketlerini değil, ayın hareketlerini esas alır. Yani biz her ne kadar bunun kanununu çıkarmış, devlet nezdinde bunun kararını almış ve günlük hayatımızı, bayramlarımızı, milli günlerimizi, doğum günlerimizi, güneş takvimi baz alınarak hazırlanmış takvime güne belirliyor olsak da kainattaki o işleyiş güneşin hareketlerini değil, ayın hareketlerini esas almaktadır. 

O biyolojik saatimiz ayın hareketlerine göre kendini ayarlamaktadır. 

Bunu niçin söylüyorum? Hicri takvimi takip etmek, ayın işleyişini takip etmek evrenle uyumlaşmak, kendi gerçeğimizle bütünleşmek, o eşgüdümü, o senkronizasyon kurabilmek açısından çok önemlidir. 

Biliyorsunuz o kameri ayların 13-14-15. Günleri var. O günler ayın dolunay şeklinde olduğu günlerdir. Ay o zaman en geniş ve en parlak halindedir. Dinimiz o günlerde oruç tutmayı emretmiştir. Çünkü aynı zamanda ayın dünyaya en yakın olduğu, çekim gücünün en ziyade olduğu bir dönem. 

Met-cezir okyanusların hareketleri de yine ayın hareketleri ile son derece alakalıdır. 

Şimdi okyanusları bile kabartan, met-cezir i bile yapabilen, suyun çekilmesinde, kabarmasında rol oynayan ayın çekim gücünün insanın fizyolojisi dolayısıyla da psikolojisi üzerinde bir etkisinin olmaması düşünülebilir mi? 

Biz her ne kadar kafamızı kumdan kalelere gömmüş olsak bile, o şehirlerde o apartman daireleri içerisine gömmüş olsak da, ne kadar kendimizi doğadan soyutladığımızı zannetsek de biz bu evrenin, bu işleyişin bir parçasıyız. Kainatın geri kalan parçalarıyla, uzayın en uzak galaksilerle, onları oluşturan  partiküllerle bile etkileşim içerisindeyiz bizler. 

Özellikle son dönem kuantum fiziğinde yapılan çalışmalar kainattaki her şeyin birbiriyle iletişim içerisinde olduğunu ortaya koymuştur. Ayın konumu ile ilgili etkileşimimiz de son derece güçlü son derece etkilidir. İşte bu evrede dinimiz bize bu üç gün boyunca oruçlu olmayı emrediyor. 

Biliyorsunuz batıda kurt adam efsanesi vardır. O kurt adam dolunay çıktığında ortaya çıkar. Normalde bir insan olarak hayatını sürdüren birisi dolunayın etkisiyle bir anda kurt adama döner. Vahşi tabiatlı, parçalayıcı, insanlara zarar veren bir yaratık haline dönüşür. Aslında bu bir metafor (temsil). Bu dolunayın insanın fizyolojisi ve psikolojisi üzerindeki etkisini dile getiren bir temsil. Doğruluk payı var mı? Var. 

Bu konuda istatistiki veriler özellikle o kameri ayların 13-14-15 inde dolunay olduğu zaman suç oranlarında belirgin bir artış olduğunu, cinayetlerde belirgin bir artış olduğunu ortaya koyuyor. 

Her ne kadar bunun olmadığına dair araştırmalar olsa da daha baskın olan görüş bu yöndedir. Bu her kültür de vardır. Bu batı Hristiyan kültür de de var, doğu İslam kültüründe de var, uzak doğu kültüründe de var. Dolayısıyla ayın konumunu biliyor olmamız ayın hareketlerini takip ediyor olmamız, hicri takvime duyarlı olmamız kendi gerçeğimizi tanımamız, kendi gerçeğimizle uyumlu olabilmemiz ve kendi gerçeğimizi yönetebilmemiz son derece önemlidir. 

Biz kainatla iletişim içerisindeyiz. Kainatın bizim üzerimizde bir etkisi var. Zaten bu etkiye istinaen burçlar oluşturulmuş vaziyette. Gerçeklik payı var mı yok mu tartışılır. Ama biliyorsunuz İbrahim Hakkı hazretleri Marifetname sinde şu gün doğanlar şöyle olur, bu gün doğanda şu olur, şu gün rahme düşende şu olur gibi tespitleri var. Ve bu tespitler kabul gören tespitler. Buradan da bunların bizim kültürümüzde olduğunu anlıyoruz. Güneşin konumunun, ayın konumunun özellikle de ayın konumunun insan psikolojisi ve fizyolojisi üzerindeki etkisi bir vakıa. Bununla beraber kainatın o an içinde bulunduğu konum, durum yine aynı şekilde bizim fizyolojimiz ve psikolojimiz üzerinde bir etkiye haiz. Dolayısıyla kainatla olan ilişkimizi, kendimizin dışındaki varlıklarla olan ilişkimizi doğru bir şekilde kurmamız gerekiyor. İşte o kanal da ayın hareketleridir. 

O açıdan ben şahsen özel hayatımda ayın hareketlerini gözlemleyen, önemseyen birisiyim. Biz farkında olmasak da bedenimiz ve beynimiz kainatla, maddeyle, eşyayla bir etkileşim içerisinde. 

Özellikle ay ile ve ayın hareketleriyle bir etkileşim içerisinde. Nasıl ki cep telefonumuz, tabletimiz, bilgisayarımız, kablosuz ağ aracılığıyla sürekli etkileşim içerisinde, güncellemeler yapıyor, belirli networklerle etkileşim içerisinde. 

Bir cep telefonunda var olan bu özelliklerin beynimizde var olmaması düşünülemez. Telefonumuzu ayarlarken bile telefonumuz bize soruyor. Hicri takvime göre mi ayarlıyım? Yoksa miladi takvime göre mi ayarlıyım? Fakat beynimiz bize sormuyor. O programlandığı üzere, fabrika ayarları üzere hicri takvimi esas alıyor. Biyolojik saatimiz çalışırken ayın durumunu göz önüne alıyor. Dolayısıyla bizler de ayın durumunu takip etmek, onun işleyişine duyarlı  olmak durumundayız.