Heyecan ve kaygı sınava yönelik ise bunu sınav kaygısı olarak adlandırıyoruz. Ki bu durum sadece öğrencilerin yaşamış olduğu sınav esnasında ortaya çıkmıyor. Bazen bu durum bizler gibi radyo programı hazırlayıp sunan, televizyon programlarına katılan kişiler için de söz konusu olabiliyor. Sanatçılar için, sporcular için, konferanslar verecek bilim adamları için de Ya da konuşmalar yapacak siyasetçiler için de söz konusu olabiliyor. Bunlara genel olarak biz performans kaygısı diyoruz.
Kişinin bu kaygıyı olması gerekenden daha yoğun hissetmesini gerektiren faktör heyecanının kontrolden çıkabileceği endişesidir. Heyecan kişinin içinde bulunduğu olağanüstü halle başedebilmesini sağlayacak son derece işlevsel, son derece faydalı bir mekanizmadır.
Böbrek üstü bezlerimizden adrenalinin belli bir seviyede ki böbrek üstü bezlerimiz o adrenalini ne seviyede salgılayacağını çok iyi bilir, dozunu çok iyi ayarlar, ustabir şöförün gaz bedalına nasıl basacağını bilmesi gibi gazı çok iyi ayarlar. O adrenalinin etkisiyle bedenimizde fizyolojik açıdan bir değişim meydana gelir. Bu değişim sadece fizyolojik değildir. Bu değişimin aynı zamanda psikolojik yansımaları da vardır. Zihinsel yansılamaları da vardır. Odaklanma durumu ortaya çıkar, seçici odaklanma, yani kişi içinde bulunduğu ortama odaklanır. Kişi başka Hiçbir şey düşünmez. Bütün dikkatini yapmış olduğu işe vermiştir. Kişi dahili ve harici olumsuz faktörlere rağmen içinde bulunduğu işinin gerektirdiği yüksek performansı sergiler. Bu süreç ne kadar sürerse sürsün 1 saat Ya da 2 saat hiç farketmez o performansı sürdürebiliriz.
Bu mekanizma özellikle de liselere giriş sınavı, ya da üniversiteye giriş sınavı, ya da memurluk giriş sınavı gibi hayati öneme haiz tabiri caizse insanın hayatının hangi yöne gideceğini belirleyen o çok önemli Birkaç saatlik performans içinde geçerlidir.
Orada da kişinin içsel ve çevresel etkilerden bağımsız bir şekilde bütün dikkatini içinde bulunduğu sürece verebilmesi, ve o sürecin gereklerini yerine getirebilecek fizyolojik, psikolojik ve zihinsel hali yakalabilmesi için heyecan mekanizmasına ihtiyaç vardır.
Demekki heyecan son derece faydalı, son derece işlevsel ve son derece gerekli bir mekanizmadır.
Fakat bu tür durumlarda insanların yaşamış olduğu problem heyecanın birden ortadan kaybolmasından ziyade heyecanın olması gerekenden çok daha yoğun duyumsanmasıdır.
Bu heyecanın olması gerekenden çok daha yoğun bir şekilde çıkabileceği endişesi kişide performans kaybına, eğer sınava girecekse de sınav kaygısına yol açar. Nasıl ki heyecanın yokluğu bir problem ise yine aynı şekilde heyecanın olması gerektiğinden daha yoğun duyumsanması da ayrı problemdir. O da yine kişinin performansına olumsuz yönde etki eder. Bedenin bilgeliği devreye girer, beynimizdeki mekanizmalar devreye girer, ve kanımızda fazlalaşmış olan adrenalini tolere edecek, onu yeniden makul seviyelere çekecek kimyasal ajanlar beynimiz tarafından salgılanırlar.
Dolayısıyla bizim böylesi durumlarda bedenimize, beynimize, o bilgeliğimize güvenmemiz ve müsaade etmemiz gerekiyor. Müsaade etmek kavramının olgusunun altını yeniden çiziyoruz. Diğer bir deyişle benliğimizin işleyişine karışmıyacağız. Çünkü onda, bü tür kontrol dışı durumlar söz konusu olduğunda devreye girecek ve kontrolü yeniden ele alacak mekanizmalar vardır.
Ozaman bize düşen şey paniğe kapılmamak ve bedenimizin bilgeliğinin devreye girerek o yükselmiş, fazlalaşmış heyecanı bir müddet sonra makul seviyeye gelebilmesini sağlamak.
Hiç kimse heyecanın olması gereken seviyenin üstüne çıkmasını istemez. Ancak dahili ve harici sebepler nedeniyle yükselebilir. Kan şekerimiz yükselmiştir, bir önceki gece uyuyamamışızdır, ortam sıcaktır veya soğuktur, vs. bir şekilde birşeyler tetikleyerek bu heyecanı arttırabilir.
Bizler bir fanus içinde yaşamıyoruz. Evet öğrenciyiz bir sınava gireceğiz ama aynı zamanda insanız, evladız, kardeşiz, arkadaşız, abiyiz. Ve bütün bunların getirmiş olduğu o sorumlulukları da bir yandan taşımak ve getirdiği sorumlulukları yerine getirmek zorundayız. Elbetteki bunların bizi etkilememesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla bize düşen şey bu dahili ve harici faktörlerin heyecanımızda meydana getirebileceği değişikliklere müsaade etmektir. Müsaade etmek. Belirli bir süre için heyecanın olması gerektiğinden daha yoğun duyumsanmasına müsaade edebilir isek işte bedenimizde ve beynimizde var olan o mekanizmalar diğer bir deyişle bedenin bilgeliği mekanizması devreye girecek ve heyecanımızı olması gereken seviyeye indirecektir. Fakat kişi kırmızı çizgiyi çekmiş ise, o duvarı örmüş ise, bir koşullanma içerisine girmiş ise o heyecan içerisinde kaybedeceği Birkaç dakikaya bile tahammülü yoktur. Her şeyi çok ince detayına kadar planlamış dolayısıyla bedenin bilgeliğine müsaade etmiyor. Heyecanın olması gerekenin üzerinde duyumsanmasına müsaade etmiyor. Ve müdahale ediyor. Hiç bilmediği bir alana giriyor. İşte orada iş çığrından çıkıyor, eline yüzüne bulaştırıyor, paniğe kapılıyor. Bedenine ve beynine müdahale etmeye kalkıyor. Beynine ve bedenine güvenmiyor. Bedenini ve beynini tasarlayan inşa eden o akla güvenmiyor.
Kendine gel! Güven! Sakin ol! Müsaade et!
Heyecan dediğimiz şey kalbin hızlı atması, kulakların uğuldaması, dizlerin titriyor, heyecan biraz fazla yaşanıyor, bu belirtilere müsaade edeceğiz. Yönetmek kaydıyla ve şimdilik, geçici birsüre için bu heyecanın olması gerekenden daha fazla duyumsanmasına müsaade ediyoruz.
Diyelim ki bizim heyecanımızı yanımızdaki birisi fark etti ve” biraz heyecanlımısın? Yoksa hayatının en önemli dönemecine girdiğin şu evrede hayatının bundan sonraki sürecini belirleyeceğin Birkaç saatlik sınav esnasında sen heyecanı olması gerekenden daha yoğun mu yaşıyorsun ? “ diye sordu bize.
Ona dönüp şöyle diyeceğiz; “ evet şu anda heyecanı biraz fazla yaşıyorum ve müsaade etmemin daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ve müsaade ediyor. O heyecanın belirtilerinin de yönetmek kaydıyla ve şimdilik müsaade ediyorum. Fakat bu süreç zarfında birkaç dakika veya beş on dakika kaybolabilir. Bu kayba da müsaade ediyoruz. Evet her şeye müsaade ediyoruz. Kırmızı çizgiyi kaldırdık. Bedenimiz ne yazıkki içsel ve çevresel faktörlerin etkisiyle sınırı aştı. Müsaade edelim o sınırlarını biliyor. Biraz sonra hemen geri gelecektir zaten. O sınırlarını çok iyi bilir. Arife tarif gerekmez. O her zaman sınırını bilmiştir. Ve hızlı bir şekilde yeniden o sınırların gerisine dönmek için gerekli olan mekanizmalar devreye sokulacaktır müsaade et.
Demekki çözümümüz müsaade etmekmiş. Eğer müsaade etmekte zorluk çekiyor isek burada EFT yi tavsiye ediyorum. Bu şekilde vücuda dopamin salgılanır. Yani mutluluk hormonu ve güven hormonu veriyoruz sisteme. Buna bağlı olarak daha kolay müsaade edebildiğimizi ve bedenin bilgeliğine müsaade ettiğimizi ve bedenin aşmış olduğu o sınırları geri dönme noktasında zaman verdiğinizi ve heyecanın bir süre sonra olması gerektiği, makul seviyeye döndüğünü göreceksiniz.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
26 Şubat 2014 Çarşamba
PERFORMANS KAYGISI
23 Şubat 2014 Pazar
HEYECAN MEKANİZMASI
Heyecan son derece normal, fıtri bir duygudur. Hemen hemen her insanda vardır. Olmasından ziyade duyumsanmaması bir problem olarak görülür. Bununla beraber heyecanın olması gerektiğinden daha yoğun yaşanıyor olması da ayrı bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Heyecanın işlevi öncelikli olarak; insan olağanüstü bir durumla karşı karşıya kaldığında normal şartlar altında mevcut performansının yetersiz kalacağı olağandışı durumlarla yüzyüze geldiğinde kişinin performansını, verimliliğini arttırmaya yönelik devreye giren bir mekanizmadır HEYECAN.
Çünkü o an kişinin içinde bulunduğu sakinlik hali, o denge hali ki buna biz hemostasis diyoruz, kişinin karşı karşıya olduğu o meseleyi çözümlemeye, içinde bulunduğu koşulların gerektirdiği perfonmansı sergilemeye yeterli gelmeyebilir. İşte bu durumda tabiri caizse benliğimiz, benliğimiz derken hem fizyolojik yapımızı hemde psikolojik durumumuzu kastediyoruz adeta turbo moduna geçer.
İnsanlarda bu heyecan durumuna yol açan böbrek üstü bezlerimizden salgılanan adrenalin hormonudur. Ya da nöroadrenalin hormonudur. Bu hormon bizi turbo moduna sokar. Bu esnada kalp atışlarımız hızlanır çünkü metobolizmamızın işleyebilmesi için ihtiyaç duyduğumuz enerji, bedenimize kanımız aracılığıyla iletilmektedir. Kan deveranının hızlanması metobolizmamızın da hızlanması anlamına gelir. Kalp atışlarının hızlanmasının temelinde bu vardır. Hücrelere daha fazla enerji, daha fazla oksijen, daha fazla bakım ve onarım malzemesi gönderilmektedir. Çünkü insanın her zaman içinde bulunduğu o denge hali karşı karşıya olduğu o durumun gerektirdiği performansı ortaya koymaya yetmemektedir. Böylesi durumlarda adrenalin hormonu salgılanır ve metobolizma hızlandırılır. Nefes alışverişlerimiz hızlanır, broşlarımız genişler ve buna bağlı olarak oksijien işleme kapasitemi artar. Cünkü enerjiye ihtiyacımız vardır. Ve o oksijen kanımızda bulunan glikoz ile etkileşime girer. Glikozu yakan şey oksijendir. Bunun içinde karaciğerimiz işini gücünü bırakır yoğun bir şekilde kana glikoz pompalamaya başlar. Vücüdümüzda bulunan her birim herhangi bir olağanüstü durum söz konusu olduğunda, heyecan mekanizması devreye girdiğinde kendisine düşen vazifenin ne olduğunu çok iyi bilir. Bunu bizim organize etmemize, bu süreci takip etmemize hiç gerek yoktur. O bedenin bilgeliğidir. Evet bedenin bilgeliğidir. Bize düşen gölge etmemektir. Aynı şekilde bedenimizin bu işleyişine müdahele etmemektir.
Bir dizi değişim söz konusu oluyor. Bütün bu değişimin sebebi; içinde bulunduğumuz o durumun gerektirdiği yüksek performansı ortaya koyabilmektir. Ki bu performans sadece fiziksel performansımızla ilgili değildir. Acıya ağrıya her zamankinden daha fazla dayanıklı hale geliyoruz. Bununla beraber zihinsel anlamda da bir değişim söz konusu olur. Bir odaklanma, bir konsantrasyon hali, hızlı düşünebilme hali söz konusu olur. Hatta düşüncelerimiz bazen o kadar hızlanır ki bu tür olağanüstü durumlar söz konusu olduğu zaman özellikle de hayati meseleler söz konusu olduğu zaman o kısa zaman dilimi içerisinde kişi bütün bir hayatını düşünebiliyor. Hani diyoruz ya; hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçti. 40-50-60 yıllık bir hayat saniyeler içerisinde gözlerimizin önünden geçiyor. Düşünceler müthiş derecede hızlanır. Ve tek bir şeye odaklı hale gelir. Normal şartlar altında beynimiz bir anda birçok şeyi düşünebilme kapasitesine sahiptir. Fakat bu tür yüksek performans gerektiren durumlar söz konusu olduğunda beynimiz tek bir konuya odaklanma eğilimi içerisindedir. O da karşı karşıya olduğumuz o sorunu çözmek, o meselenin üstesinden gelmektir.
Bununla birlikte psikolojik anlamda da bazı değişimler söz konusudur. Heyecanlandığımız zaman kaygı seviyemizde birazcık yükselme söz konusu olabilir. Biraz stresli, biraz kaygılı oluruz. Fakat bunların hiçbirisi içinde bulunduğumuz durumun gerektirmediği, performansımızı olumsuz yönde etkileyecek bir hal değildir. Bu hali bizler sağlıklı bir heyecan hali olarak değerlendiririz.
Kaldı ki bir müddet sonra o süreci yönetebildiğimiz, o sürecin üstesinde gelebildiğimizi gördükçede heyecanımız yavaş yavaş azalmaya başlar.
Bir sanatçıyı düşünelim. Ne kadar profesyonel olursa olsun sahneye çıkmadan önce heyecanlanır. Heyecanlanmalıdır da zaten. Bu heyecanlanma onun sahne performansını olumlu yönde etkiler. Çünkü bir sanatçı diyelim ki en az 2 saat boyunca sanatı sergiler. Ama normal şartlarda bir insanın iki saat boyunca ayakla durması, yoğun bir efor içinde olması pek de olası değildir. Bu insanın 2-3 saat ayakta olabilmesini sağlayan şey heyecan mekanizmasıdır. Aksi takdirde yorgunluk hissetmeye başlar. Aksi takdirde dikkatinde dağılmalar söz konusu olmaya başlar. Aksi takdirde yüksek performans gerektiren işleyişte aksayışlar söz konusu olmaya başlar.
Dolayısıyla bu tür insanların heyecanlarının her daim söz konusu olması gerekiyor. Aksi takdirde performanslarında bir düşüş söz konusu olur.
Söz konusu durum sporcular içinde geçerlidir. Futbolcular, basketbolcular, voleybolcular, vb.. yüksek performans gerektiren bir süreçtir. Sahada sürekli koşuyorlar. Sahada tabiri caizse ayak basmadık yer bırakmıyorlar. Ve o anda belki birçok problemleri vardır. Eşiyle problemleri vardır, çocuğu hastanede yatıyor olabilir, ya da sevdiklerinden bir tanesini kaybetmiş olabilir, ya da mali anlamda bir sıkıntısı söz konusu olabilir. Hatta bazen psikolojik veya fizyolojik problemler yaşıyor olabilirler. Fakat içinde bulunduğu durum itibariyle söz konusu olan sorunların hiç birinin sahaya yansımaması gerekiyor. Oyun esnasında aklına bunların gelmemesi gerekiyor. O hastaysa hastalığın getirdiği etkileri hissetmemesi gerekiyor. Fakat hayat güçlü bir şekilde bir yandan devam ediyor iken o insanı tanımlayan şey, o insanın sporcu veya sanatçı olması değilken, o insan nasıl hayatın bütün bu etkilerinden sıyrılıp yapmış olduğu o işe verebiliyor? Bunu sağlayan şey heyecandır.
Ne kadar hoş, ne kadar güzel bir mekanizmadır heyecan. Şahsen ben ençok etkileyen, ençok hayran olduğum mekanizmalardan biridir heyecan makanizması.
Akademik süreçlerde de heyecanı yaşıyoruz. Özellikle de üniversiteye giriş sınavları, liselere giriş sınavları süreçlerinde öğrencilerimiz heyecana ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü aynen bir sporcu gibi, aynen bir sanatçı gibi sınav esnasında o sınava odaklanmaları gerekmektedir. Uykusuz olabilirler, yorgun olabilirler, hasta olabilirler, ortam biraz soğuk Ya da sıcak olabilir. Bütün bu içsel Ya da çevresel faktörlerden sıyrılarak kişinin psikolojik, fizyolojik ve zihinsel olarak o sınava odaklanabilmesini, sınavı en iyi şekilde gerçekleştirebilmesini sağlayan mekanizma heyecan mekanizmasıdır.
Aynı şekilde sınavda bir öğrencinin heyecanının dip yaptığını düşünelim. Yani heyecanının ortadan kalktığını düşünelim. Dikkat dağılması yaşıyor, günlük hayatındaki o sıkıntıları bir anda beynine üşüşebilir, ortamda gürültü varsa dikkati bir anda o gürültüye kayabilir vs. çünkü heyecan dip yaptı ve o içinde bulunduğu durumu kaybetti.
Kişinin heyecanının rüşük olması, heyecanını kaybetmesi bir problem olduğu gibi heyecanın olması gerektiğinden daha yüksek olması da ayrı bir problem olarak karşımıza çıkabiliyor.
Eğer bu heyecan durumunu sınav esnasında yaşıyor isek bu durum sınav kaygısı olarak karşımıza çıkıyor. Sınav kaygısının bu denli yoğun yaşanmasının nedeni kişinin şöyle bir koşullanma içinde olmasıdır. “sınavda heyecanlanmamalıyım”. Heyecan mekanizması son derece sağlıklı işleyen, son derece profesyonel işleyen harikulade işleyen bir mekanizma. Bedenimizin bütün azaları ne yapacağını çok iyi biliyor. Arife tarif gerekmez. Bununla beraber sürece etki eden içsel ve çevresel faktörler olabiliyor.bu heyecanı olması gerekenden fazla yaşamamıza da yol açabiliyor. Bu bir sporcu içinde geçerli, bir sanatçı içinde, bir siyasetç içinde geçerli olduğu gibi bir öğrenci içinde geçerlidir. Peki heyecan olması gerekenden yüksek gelmiş ise buna bağlı olarak yüksek heyecanın getirmiş olduğu olumsuz etkiler var ise (nefes alış verişlerimiz daha sık, kalp atışlarımız daha hızlı, kaslarımız gergin olduğundan dolayı bir titreme hissedebiliriz, kan iç organlarımızdan kaslarımıza hücüm ettiğinden dolayı içimizde bir ürperme hissedebiliriz.) kişi o durumda paniğe kapılabiliyor.
Aman heyecanlanmamalıyım, heyecanım belli bir seviyenin üstüne çıkmamalı çıkarsa bu benim sınavımı olumsuz yönde etkiler derse kişi işte o anda bir kırmızı çizgi çizildi ve beden duramadı ve bu kırmızı çizgiyi aştı. Eyvah diyor ve o anda alarm zilleri çalmaya başlıyor. Kişi paniğe kapılıyor. Paniğe kapıldığı zaman o heyecanın fazla olmasının getirmiş olduğu etkileri tolere edecek, o etkileri zaman içerisinde asgari düzeye indirecek o telafi mekanizmaları devreye giremiyor ve kişi yüksek heyecan ve onun getirmiş olduğu panik duygusuyla karşı karşıya kalıyor.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
21 Şubat 2014 Cuma
KIRMIZI ÇİZGİLERİMİZİ NASIL KALDIRIRIZ?
Kişiliğimizi çevreleyen sınırlarımız vardır. Bu sınırlarımızın olması son derece doğaldır ve istenen de bir şeydir. Ancak bu sınırlarımız kırmızı çizgilerimiz ile bezeli ise kalın geçirgen olmayan, güvenlikli duvarlarla çevrili ise işte bu bizi kişiler arası ilişkilerde insanlardan gelebilecek olumsuz etkilere karşı kırılganlaştırır. Duyarlı hassas hale getirir.
Bazen bu kırmızı çizgilerimiz hayatla olan ilişkimizde de söz konusu olabiliyor. Hatta bunun da ötesinde kendimizle olan ilişkimizde de söz konusu olabiliyor. Hayatla olan ilişkimizde, ben bunu haketmiyordum, bu benim başıma mı gelmeliydi?, bunu dünyada yaşayacak en son kişi ben olmalıydım tarzı yargılarımız ki bunların hepsi birer önyargıdır çünkü kimse bize böyle bir vaadde bulunmamıştır böyle düşünmemize neden olacak. Bunlar bizi hayatın etkilerine karşı kırılgan hale getirir. Kişi geçmişte yaşadığı olaylardan hareketle, tavırlarından, tutumlarından hareketle, çevreyle ilgili gözlemlerinden hareketle bazen bu tür yargılara varabiliyor. Ve bunu bir kırmızı çizgi haline getirebiliyor. Kardeşim ben bugüne kadar hiç kimsenin hakkını gasp etmedim. Benim üzerimde zerre miktarı kul hakkı yoktur. Ozaman kimsede benim hakkımı yiyemez. Yememeli. Böyle bir şey benim başıma gelmemeli. Diyorsa kişi orada hayata karşı bir kırmızı çizgi oluşturuyor.
Kırmızı çizgiler olabilir. Hiç kimse hakkının yenmesini istemez. Ve bunun olmaması için gerekli tedbirleri almamıza müsaade edilmiştir. Hatta bu tavsiye de ediliyor. Fakat bunu kırmızı çizgi haline getirmek bizi hayatın olası etkilerine karşı kırılganlaştırır. Çünkü kaderin bize ne getireceğini hiç kimse bilemez. Onun için “büyük lokma ye, büyük konuşma “ demişler.
Aynı şekilde kendimizle ilgili kırmızı çizgilerimiz vardır. Kesinlikle bunu yapmamalıyım, ben bunu yapmam, ben kimsenin hakkını yemem, ben kul hakkı yemem, diyor kişi. Fakat büyük konuşmayalım. Ola ki bir gaflete düşeriz, bir yanılgıya düşeriz, birisinin hakkı üzerimize geçebilir.
Bizler mükemmel değiliz ki. Duygularımızın, davranışlarımızın ve psikolojimizin işleyişine etki eden o kadar çok faktör vardır ki. Kan şekerimizden tutun, havadaki iyon seviyesine kadar, farkında olduğumuz, olmadığımız, bir çok faktör kişiliğimizin işleyişinde etkilidir. Bu kadar dahili ve harici faktörün etkisi altında iken hayatta dümdüz bir çizgi üzerinde olabilmek elbette pek de olası değildir.
Zaman zaman direksiyon hakimiyetini kaybedebilmemiz, zaman zaman yoldan çıkabilmemiz, savrulmamız, olasıdır. Bunlara müsaade vardır. Bunların olmaması için gerekli tedbirler alınır, bizden almamız istenir. Herhangi bir nedenle olmuş ise bunları telafiye yönelik prosedürler de bellidir. Bununla birlikte bizlerde, hayatta ve insanlarda biliriz ki bu tür şeyler mümkündür.
O zaman niçin kendimize bir kalıp dayatıyoruz? Niçin kendi kişiliğimizi böylesine kalın kırmızı çizgiler içerisine hapsediyoruz?
Oldu ya istemeden bir kişinin hakkına giriyor, hani kedisi kimsenin hakkına girmezdi ya. Öyle olduğunda büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor ve bunu telafi etmek için gerekli olan enerjiyi kendinde bulamıyor. Kendini yel ile yeksan ediyor. Bizler beşeriz hata yapabiliriz. Kendimizden hata yapma hakkınımızı almamalıyız. Bu hak mevla tarafından, insanlar tarafından bizlere verilmişken bizler bu hakkı kendimizden almamalıyız.
Aynı şekilde bu kişiler arası ilişkilerde de geçerlidir. Karşımızdaki insanların hata yapma hakları vardır. Nasıl ki bizlere hata yapma hakkı verilmiş ise onlara da hata yapma hakkı verilmiştir. Fakat bu hataların yapılmaması için gerekli ikazlar öncesinde yapılmıştır. Herhangi bir hata söz konusu ise takip edebileceğimiz herhangi bir telafi prosedürleri açık ve net bir şekilde ortaya konulmuştur. Bunlara rağmen bile hata söz konusu olabilir.
Ben buna müsaade etmem deyip kişiliğimizi kırmızı çizgilerle bezersek, kendimizi o kırmızı çizgilerin içine haps etmiş oluyoruz. Hata yapma hakkımız kendimizden alıyoruz. Aynı şekilde çevremizdeki insanları da o kırmızı çizgilerin içerisine haps etmiş oluyoruz. Onların elinden de hata yapma haklarını alıyoruz.
Fakat ne bizim gerçeğimiz, nede çevremizdeki insanların gerçeği bunu dikkate almıyor. Biz ne kadar çırpınırsak çırpınalım o istemediğimiz şeyler vuku bulabiliyor. Hatta hani bir söz vardır ya “eşeğin istemediği ot burnunun dibinde biter” diye. Hangi konuda duyarlı isek, hangi konuda iddialı isek genellikle istemediğimiz durumlar o konuyla ilgili gerçekleşiyor.
Benzer şekilde hayatla ilgili de kırmızı çizgiler çekiyoruz. Bu benim başıma gelmemeli, ben bunu yapamamalıyım, ben bunu haketmiyorum v.b. Onlar olduğu zamanda müthiş bir kırılma, müthiş bir öfke, müthiş bir tepki hali ortaya çıkıyor.
Bakıyoruz kişiye bu olay hoş bir olay değil. Evet ama seninde bu olaydan bu kadar etkilenmemen gerekiyordu.
Öncelikli olarak kırmızı çizgilerimizi farkediyoruz. Normal şartlarda bir olay karşısında çok fazla öfkelenmiyor ken, çok fazla üzülmüyorken, çok fazla kırılmıyorken aşırı derecede kırgınlık, üzüntü vey öfke duygularını daha yoğun olarak yaşadığımız durumların arka planında muhakkak suretle kırmızı çizgiler vardır. Bunları bir tespit edelim. Elimize bir kağıt kalem alalım ve bizleri en ziyadesiyle öfkelendiren, en ziyadesiyle kıran, en ziyadesiyle üzen durumları şöyle bir tespit edelim. Onların bizleri bu denli etkilemesinde rol oynayan kırmızı çizgilerimizi fark edeceğiz.
Çözümümüz, tespit ettiğimiz bu kırmızı çizgilerimizi her nelerse bunlarla ilgili olarak muhatabımıza müsaade edeceğiz. Hayata müsaade edeceğiz. Kendimize müsaade edeceğiz.
Evet şu ifadeyi söyleyeceğiz. “Hayata müsaade ediyorum. Hoşlanmadığım, haz etmediğim, başıma gelmemeliydi dediğim olayların hususunda hayata diğer bir deyişle kadere müsaade ediyorum. Yönetmek kaydıyla ve şimdilik. Olmasını istemiyorum. Olmaması içinde elimden gelen bütün gayreti sarf ediyorum. Bütün tedbirleri alıyorum. Buna rağmen, aldığım tedbirlere rağmen böyle bir olay vuku bulursa bu olayın vuku bulmasına müsaade ediyorum. Yönetmek kaydıyla ve şimdilik.
Muhatabıma, eşime, çocuklarıma, eşime, dostuma müsaade ediyorum. Yönetmek kaydıyla. Müsaade ediyoruz. Şimdilik tabiiki.”
Kırmızı çizgilerimizin kaldırılması, bizi, insanların, hayatın ve yine bizden kaynaklanabilecek hataların etkilerine karşı kırılgan hale getiren kırmızı çizgilerin kaldırılması için EFT yöntemini kullanmak da faydalı olacaktır.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
18 Şubat 2014 Salı
BİZİ KIRILGANLAŞTIRILAN KIRMIZI ÇİZGİLERİMİZ
Sorunların hayatın içerisinde yaşanmasını engel olamadığımız, bize yapılmasına mani olamadığımız davranışların, maruz kaldığımız olumsuzlukların bizi bu denli etkilemesinin bizi kırmasının yahut öfkelendirmesinin altında yatan dahili ve harici bir sürü faktörler vardır. Ancak bunlardan en önemlisi kırmızı çizgilerimiz dir. Evet bizim kırmızı çizgilerimiz vardır. Bu kırmızı çizgilerimiz kişiliğimizi çepeçevre sarar.
Kişiliğimizi saran kırmızı çizgilerimizin olması elbetteki doğal. Doğal olmasından da öte gereklidir. Nasıl ki illerin sınırları var, ülkelerin sınırları var ve bu bir ölçüde gereklilik ise benzer şekilde kişiler arası ilişkilerde bizim de sınırlarımızın olması doğal. Babayla evlat arasında, kocayla karısı arasında, iki komşu arasında, kardeşler arasında, dostlar arasında, çalışanlar arasında hep yazılı olmayan sözleşmelere dayalı, geçerli dinin, adetlerin, örflerin, yazılı hukukun belirleyici olduğu sınırlar vardır.
Bunların olmasını biz istiyoruz. Psikolojide de istiyoruz. Ve bunları faydalı buluyoruz. Kırmızı çizgiler derken bizim kast ettiğimiz şey sınırlar değildir. Bu sınırlar üzerine inşa edilmiş kalın, geçirgen olmayan, dikenli tellerle, mayınlarla adeta koruma altına alınmış duvarlardır. Duvarları bir çektik mi onu 7/24 korumak durumundayız. Özellikle beynimizin içindeki yapı olan güvenlik bölgemiz sürekli olarak o sınırları kontrol eder. Ve herhangi bir sınır ihlali söz konusu olmuş ise bunu sürekli düşünme, nedenlerini, sonuçlarını bir şekilde anlamaya çalışma çabası içerisindedir. Bu da o durumun bizim istemimiz dışında sürekli zihnimizi meşgül eden takıntı halini almaya başlar. Ve üstüne üstlük bu düşünceye eşlik eden olumsuz negatif duygular da vardır. Öfke gibi, kırgınlık gibi, kaygı gibi.
Hayatbizi dinlemiyor, insanlar da bizi çok fazla dinlemiyor, herkes bildiğini okuyor. Bizi çizdiğimiz o kalın, geçirgen olmayan kalın çizgilerimiz ne yazıkki yaşam sürecinde ihlallere uğraya biliyor. Komşumuz, eşimiz, dostumuz, annemiz, babamız, arkadaşlarımız, farkında olmadan bu sınırlarımızı ihlal edebiliyorlar. Bizler dip dipe yaşıyoruz. İç içe yaşıyoruz. Bizler Batı dan farklı olarak sık dokulu bir toplumuz. Kişiler arası ilişkilerin çok yoğun olarak yaşandığı bir toplumuz. Ki bu doğu toplumlarına özgü bir durumdur. Bu özellik biz de de kendini gösteriyor. Ve bu süreçte elbette ki sınır ihlallerinin olması kaçınılmaz. Normal şartlar altında bu sınır ihlallerine müsaade ederiz.
Bizim günlük hayatta yapmamız gereken şey kırmızı çizgilerimizi kaldırmak. Diğer bir deyişle çevremizde birlikte olduğumuz insanların zaman zaman hoşlanmasak da kişilik sınırlarımızı ihlal etmesine göz yummalıyız. Diğer bir deyişle müsaade ediyoruz.
Nasıl müsaade ediyoruz? Yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz. Diğer bir deyişle o sınır ihlalinin gerçekleşmemesi için gerekli tedbirleri almak, almış olduğumuz tedbirlere rağmen o sınır ihlali gerçekleşmiş ise onu telafiye yönelik adımları atmaktır. Yönetmek ten kast ettiğimiz şey budur. Bunlar yapıldığı zaman o sınır ihlalinin bize olan etkisi asgari düzeye iniyor. Tolere edebileceğimiz, sabır edebileceğimiz, bizi yıpratmıyacak seviyeye iniyor. Bu kadarına da hayatın içerisinde müsaade ediyoruz.
Bir de şimdilik kaydıyla. Bunun bir alışkanlığa, tabiri caizse yola dönüşmesine mahal vermeden.
Bizim de kişiler arası ilişkilerde takip etmemiz gereken model budur. Hattı müdafaa dan yani sınır müdafasından, sath müdafaasına yani alan müdafaasına geçmektir. Psikolojide biz bunu tavsiye ediyoruz. Bizim kendi kadim kültürümüze baktığımız zaman burada da bunun varlığını görüyoruz. Allah Resulünün hayatına baktığımız zaman da eşlerinin zaman zaman O na karşı hoş olmayan davranışları söz konusu oldğunda ve buna şahit olan insanlar bu duruma tepki gösterecek olduklarında,(Hz. Ömer gibi, Hz. Ebubekir gibi. Peygamberimizin evine rahatlıkla girip çıkabilen akrabalıkları hasebiyle ) Allahın Resulü –“Dur ey Ebubekir, Dur ey Ebubekir onlar daha fazlasını yaparlar da ben sesimi çıkarmam”diyor.
Peygamberimizin sınırları Allah ın Resulu olması hasebiyle bizlerden daha belirgin olmasına rağmen bu şekilde davranıyor.
Yönetmek kaydıyla ve geçici bir süre için o sınırların zaman zaman ihlal edilmesine müsaade ediyordu. Diğer bir deyişle öncesinde ikazlarını yapıyor idi. Herhangi bir şekilde sınır ihlali söz konusu olduğu zaman onu telafi etmeye yönelik müdahaleleri de yapıyor idi fakat bütün bunlara rağmen karşıdaki insanın gerçeği bu tedbirlere ve ikazlara rağmen herhangi bir şekilde ihlale neden oluyor idiyse de buna müsaade ediyor du ve bunu krize döndürmüyordu. O nun çevresindeki insanlar tarafından bu denli sevilmesinde, ona olan bağlılığın bu denli güçlü olmasında rol oynayan önemli bir husustur bu.
Ki ayeti kerimede de “Sen onlara karşı kaba ve sert olsaydın onlar etrafından dağılıp giderlerdi.” mealindeki ayeti kerimeyi biliyoruz.
Yani kişiliğinin etrafını kırmızı çizgilerle bezemiş olsaydı, henüz iman kalplerine yerleşmediği için o cahiliye etkisiyle birileri bu sınırı aşmış olsaydı ve O da sert bir tepki göstermiş olsaydı etrafından insanlar dağılıp giderlerdi.
Müsaade etmek bizim önderimizin de kadim geleneğidir.
Mevla da biz kullarına müsaade ediyor. Mevla nın hududu var ve bu hudutlara dikkat etmemiz biz den isteniyor. Bununla beraber ne yazıkki bizim gerçeğimiz, bizler mükemmel değiliz, bizlere etki eden içsel ve çevresel faktörler var ve bunlar o hudutları o sınırları kabul etmemize rağmen, onlara hürmet etme çabamıza rağmen o çizginin aşılmasına neden olabiliyor.
O zaman Mevla buna müsaade ediyor.
Öncesinde bizi ikaz ediyor Peygamberleri aracılığıyla, kitapları aracığılıyla. Bu hudutları bize açıkça beyan ediyor. Hertürlü ikaza rağmen bu hudut aşımı söz konusu olmuş sa da önümüze hemen bir prosedür koyuyor. Bunun kendimize ve çevremize olan etkilerini gidermeye yönelik prosedür koyuyor ve bu prosedürün gereğini yaparak bu sınır aşımının neden olduğu etkileri asgari düzeye indir diyor.
Bu kırmızı çizgiler neler olabilir?
Bana saygı göstermeli.
Benim aleyhimde konuşmamalı.
Bana bunu yapmamalı.
Benim hakkıma riayet etmeli.
Bana teşekkür etmeli.
Bana nankörlük etmemeli vb.
Genellikle dikkat ederseniz meli-malı cümle yapısı içerisinde oluşmuş olan yargılardır bu kırmızı çizgilerimiz. Ve hepsininde geçmişine, temeline şöyle bir baktığımız zaman orada yaşanmış olumsuz olayların var olduğunu görürüz. Bir duyarlılık söz konusu olmuştur. O yaşantının yeniden vuku bulmaması için o duyarlılığın bir neticesiyle bu yargı oluşturulmuştur. Ve bu kırmızı çizgi çekilmiştir. O andan itibaren beynin güvenlikten sorumlu olan yapısı o kırmızı çizgiyi sürekli olarak takip etmeye başlar. Bu takip otomatikman geçmişte yapılan ihlallerin de hatırlanması sonucunu beraberinde getirir. Bu takip günlük ilişkilerimizde her an o sınırın belli insanlar tarafından ihlal edilebileceği endişesini beraberinde getirir. Beraberinde bir endişede meydana getiriyor. Bu da bizi gergin hale getiriyor. Çünkü bir kaygı var. Çünkü bir koşullanma söz konusu. Kesinlikle bu kırmızı çizgimin aşılmasına müsaade etmiyeceğim. Fakat bakıyoruz ki karşıdan birisi geliyor ve o kırmızı çizgi aşılabilir. Böyle bir ihtimal söz konusu. O kişi kırmızı çizgimizin etrafında dönüp dönüp duruyor. Ne oluyor o zaman? Alarma basılıyor. Böbrek üstü bezlerimizden adrenalin salgılanıyor. Ve gerginleşiyoruz. Bu gerginlik ne bizim için ne de karşımızdaki muhatabımız için faydalı değildir.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
17 Şubat 2014 Pazartesi
HAYAT KURTARAN PRENSİPLER 2
İçimizde yargılar vardır. Bu yargılar hayatı ve yaşadıklarımızı anlamlandırma sürecinde belirleyici olan, duygu, düşünce ve davranışlarımızın işleyişinde belirleyici olan yargılardır. Bu yargıların bir çoğu ön yargı olarak tarif ettiğimiz hayatın gerçekleriyle örtüşmeyen sınırlı öznel yaşantılardan hareketle ve aşırı genellemeler yaparak altbeynimiz tarafından oluşturulmuş ve bize dayatılmış olan yargılardır.Bu Yargıları işlevsel ve faydalı olanlarla degiştirebilirsek hayat bizim için daha kolay ve keyifli bir yer haline dönüsecektir. Peki nedir bu yargılar.
Birinci prensibimiz hiç kimseye kaldıramıyacağı yük yüklenmez prensibidir. Yaşadıklarımız çok ama çok ağır şeyler olabilir. Ama onu kaldırabilmek için yeterli içsel ve çevresel kaynaklar muhakkak suretle bizlere verilmiştir. Evet o yük insana verilmiştir ama hemen yanındada kaldırabilmek için bir vinç, kaldıraç verilmiştir. O sorunla başedilebilek kaynaklar kaf dağının ardında zümrüdüanka kuşunun kanadının altında değildir..
İkinci prensibimiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. O problemi çözebilecek içsel ve çevresel kaynaklar muhakkak suretle bize verilmiştir.
Üçüncü prensibimiz devreye giriyor. Çünkü hemen aklımıza şu sorular gelebiliyor. Ben niye bunları yaşıyorum. Hayatta Hiçbir şey sebepsiz değil, amaçsız değil, maslahatsız değil, ölçüsüz değil. Herşey belli bir plan ve program altında yürüyor. Dolayısıyla bir şeyi yaşıyorsak biz bu dört unsur o olayda muhakkak suretle vardır. Bunun bir sebebi vardır. Haklı bir gerekçesi vardır ve bunun yöneldiği bir amaç vardır ve o amaç kesinlikle bizim için hayırlı bir amaçtır. Biz onun ne olduğunu kestiremesek bile. Bir ölçü vardır.
Diğer bir prensibimiz devreye giriyor. Beni öldürmeyen her şey beni güçlendirir. Evet bir yandan yaşadıklarımız bizi örseliyor, yoruyor, yıpratıyor ama ötesinde öyle birbirikim tecrübe meydana getiriyor ki hem şu anki problemlerin çözümüne katkı sağlıyor, hem de hayatımızın diğer aşamalarında karşılaşacağımız sorunları çözme sürecinde yahut fırsatları değerlendirme sürecinde işimize yarıyacak müthiş bir kaynak açığa çıkartıyor. Dolayısıyla hoşumuza giden şeylerde şer, hoşumuza gitmeyen şeylerde hayır olabilir.
Öte yandan başka bir insan hiç problem yaşamadan hayatını sürdürüp gidiyor. Zannediyor ki bu kendisi için iyi bir durum. Ama gelişemiyor, tekamül edemiyor, sahip olduğu o yetenekler açığa çıkamıyor. Çünkü işlenmiyor. Mevlana nın dediği gibi “Hamdım, yandım, piştim” yanmıyor ham kalıyor bunun kendisi için hayırlı olduğunu düşünüyor. Fakat o hamlıkla öylesorunla karşılaşıyor ki hayattın içerisnde ham olduğu için o sorunu çözemiyor ve bütün kazanımlarını sadece dünyevi değil ahirete yönelik kazanımlarını da kaybedip gidiyor. Ve kendisinin hoşuna giden o durum felaketine neden olabiliyor.
Öte yandan hayatın içerisinde kavrulan, savrulan, yoğrulan bir insan o an belki zoruna gidiyor, anlamlandıramıyor fakat sonra bütün bunların getirmiş olduğu tecrübeyi karşısına çıkan fırsatta öylesine değerlendiriyor ki hem dünyasını hemde ahiretini kurtarabiliyor. O zaman bunu Hiçbir zaman unutmıyacağız.
Ve şu prensip aklımıza gelecek “ya herşey bizzat güzeldir, ya güzelliğe vasıtadır, hayut da neticesi itibariyle güzeldir”
Bu zorluk yaşadığımız şeyler bize öyle güzel değerler katıyor ki hayatımızın ileriki dönemlerinde o tecrübelerimizi kullanıyoruz. Bir yandan okullara,seminerlere gidip nazari bilgileri öğreniyoruz, bir yandan da kader bize öğretiyor. Öğretmeye de devam ediyor. Demekki daha fazla fırsatlar çıkacak karşımıza. Demekki daha büyük sorunlarla karşılaşacağız.karşımıza çıkabilecek fırsatları değerlendirebilmek için o bilgilere ihtiyacımız vardır.
“Hoştur bize ondan gelen ya goncagül yahut diken” evet hoş. Hayırlı olanın işi hayırsız olur mu? Güzel olanın işi çirkin olur mu? Kötü olanın işi iyi olur mu? Olmaz! İyi ise İyi olmak zorundadır. Güzel se güzel olmak zorundadır. İşte ya bizzat güzeldir, ya bir güzelliğe vasıtadır, ya da neticesi itibariyle güzeldir. Ama o iş muhakkak suretle güzeldir. Bunları her daim kendimize hatırlatacağız.
Bütün bunları bizler mutluluk ve başarı için yaşıyoruz. Bütün bu zorluklara, bütün bu meşakketlere, sıkıntılara dünya ve ahiret mutluluğu için katlanıyor.
Burada başka bir hüküm karşımıza çıkıyor. Bütün bunlar bizim nasibizimizdir. Mutluluk ve başarıyı arıyor iken esasında nasibimizi arıyoruz. “nasip sana isabet eder” demişler. “Nasip isegelir Hint ten Yemenden, nasip değilse düşer çenenden” demişler. Bu da hiç unutmamamız gereken her daim göz önünde bulundurmamız gereken bir prensip. Bizler nasibimizi arıyoruz. Nasipten öteye yol yok. Biz nasibimizi aramakla kalmıyor. Nasibimiz de bizi arıyor. O zaman dünyadaki o mutluluk ve başarı zannedildiği kadar zor bir şey değil. Çünkü zaten o da bizi arıyor. O zaman çok aşırıya gitmemize gerek yok. Çok da geride kalmıyacağız.
Diğer bir prensibimiz de rızık Allah tan diyoruz ya oradaki rızıktan kasıt sadece yedik içtiklerimiz değildir. O bizim psikolojik, fizyolojik ve sosyal ihtiyaçlarımızı içermektedir. O zaman çok da endişe etmemize gerek yoktur. Bunu bilmek te bizi rahatlatıyor. Ama bunu unutuyoruz biz. Endişeye düşüyoruz. Fakat karşılanacağı bize vaat ediliyor. Psikolojik ihtiyaçlarımız, sevmek, sevilmek, takdir edilmek, onya görmektir.
Fizyolojik ihtiyaçlarımız da barınmak, yemek, içmek, gezmek, giyinmek, ulaşmak. Sosyolojik ihtiyaçlarımız da insanlar tarafından değer görmek, kabul görmekmek, onaylanmak. Bütün bunlar Allah tarafından tekellüf edilmiştir. Ozaman çok da endişe etmemizi gerektirecek bir durum söz konusu değildir.
Bunlardan eksiltmek suretiyle imtihan edilebiliriz. Geçici bir süre için soslojik, psikolojik veya fizyolojik ihtiyaçlarımızda bir azalma söz konusu olabilir. Bu da imtihanın bir gereğidir. Bu da hayatın bir gerçeğidir.
Eğer böyle bir imtihan sürecinden geçiyor isek kaldıramıyacağımız yük yüklenmiyor,üstesinden gelebilmek için gerekli olan içsel ve çevresel kaynaklar bize sunuluyor, muhakkak suretle bir amacı, sebebi var, ve her şey belli bir plan ve program dahilinde karşımıza çıkartılıyor. O sorun hiçbirzaman çözümsüz, o dert hiçbir zaman dermansız değil. Bazen içinden çıkamıyacağımız şekilde çok karmaşık olabiliyor biz o çözümü oluşturamayabiliyoruz. Fakat çözümü o anda oluşturamamamız o sorunun çözümsüz olduğu anlamına gelmiyor. Muhakkak suretle bir çözümü vardır. Bize düşen şey alternatif planlar yapmak değil, alternatif çözümler üretmek değil, var olan planı sezmek ve o planın bizden istemiş olduğu adımları atmaktır. Bu iş bu kadar basittir.
Bize düşen vazifelerin ötesine geçmiyeceğiz. O ağır yükün altına girmeye çalışmıyacağız.
İşin içinden çıkılmaz durumlar söz konusu olduğunda da işimiz artık Allaha kalmıştır. İşimiz Allaha kalmışsa korkmayalım. Çünkü o planını yapmıştır. Bize düşen de o planın içinde bize tevdi edilmiş vazifeyi ifa etmektir.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
HAYAT KURTARAN PRENSİPLER 1
Kişiliğimizin işleyişinde belirleyici olan içsel kanunlarımıza hayatın zorluklarıyla başetme hususunda bize yardımcı olacak ne gibi değişiklikler, ne gibi eklemeler yapabiliriz.
Terapi sürecinde bizlere gelen insanların o içsel kanunlarını anlamaya çalışırız. Diğer bir deyişle o insanın hayatı anlamlandırma, yaşadıklarını anlamlandırma sürecinde belirleyici olan o yargılarının hayatın gerçekleriyle ne kadar örtüşüp ne kadar örtüşmediğine bakarız. Ve kişinin işleyişinde düşünce, duygu, ve davranışlarının oluşumnda belirleyici olan o hatalı yargılarının teminine gayret ederiz.
Fakat yaptığımız şey bundan ibaret değildir.
İkinci ve önemli bir şey daha yaparız. O içsel işleyişe etki eden o yargıları yapacağımız bazı eklemeler ile işlevsel hale getirmeye yönelik de çalışmalar yaparız. Ve burada o insanın içselleştirmesini istediğimiz bazı prensipler vardır. Prensipler derken gerçeklikler, kurallar vardır. Ve bunları o insana anlatırız.
Bunlardan
Birincisi hiç kimseye kaldıramıyacağı yük yüklenmez prensibidir. Çok ama çok ağır şeyler yaşayabiliriz fakat bu prensip imdadımıza yetişiyor. Sana kaldıramayacağın yük yüklenmez. Yük çok ağır olabilir o zaman sen de yükün ağırlığına karşı koyabilecek içsel ve çevresel faktörler var demektir.
İkinci prensibimiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Yük ağır olabiliyor. Yükleri ağır olanlar kimi zaman çocuklar da olabilir. Anne babasını kaybetmiş olabilir, şiddete maruz kalmış olabilir vs. Çocuklar bunları yaşıyorlarsa mutlaka bunların üzerlerindeki etkisini tolere edilebilir, üstesinden gelinebilir, içsel ve çevresel kaynakları vardır. O çocuklarda bunun üstesinden gelebilecek, bunun etkilerini asgari düzeye indirebilecek hatta onu hayata hazırlayan, hatta onu daha da güçlü kılan birmekanizmanın var olduğunu bilmek rahatlatıyor.
Üçüncü prensibimiz beni öldürmeyen her şey güçlendirir. İnsanoğlu böyle bir varlıktır. Yaşadığı şey ne kadar ağır olursa olsun eğer ölmemişsek hayattaysak onun bizim içimizde var olan içsel ve çevresel kaynaklarımızın etkisiyle harmanlanarak bir tecrübeye, bizi zenginleştiren bir deneyime dönüşmesi söz konusudur.
İçimizde var olan o yeteneklerin, kişiliğimize saklanmış olan özelliklerin açığa çıkmasına vesile olması söz konusudur. Bu özelliklere biz duygusal zeka diyoruz. İnsanoğlu zora girmedikçe kendisindeki o yetenekleri fark edemiyor.
Dördüncü prensibimiz hoşlanmadığımız şeylerde hayır, hoşlandığımız şeylerde şer olabilir.
Bunları bilmek yeterli değil; bunları içselleştirmemiz gerekiyor. Bir sözde der ya; duyduğumu unuturum, gördüğümü hatırlarım, yaşadığımı bilirim. Hayatın zorluklarıyla mücadele etme anında eğer bunları hatırımıza getirebiliyor isek, başarabiliyoruz. Bunları biliyor olmak ilmen yakın hatta aynel yakin biliyor olmak yeterli değil. Hakkal yakin bilmek durumundayız. Bunları bir deneyim, bir yaşantı haline getirmek zorundayız. Fakat insan hayatın içerisinde o zorluklarla uğraşırken ne yazıkki bunları hatırlayamıyor. İşte o anda insanın yaşadığı o durumu doğru anlamlandırabilmek için hangi kaynaklara başvuracağınık, kiminle dertleşeceğini, kimden öğütler alacağını, kimin tecrübelerinden faydalanacağını çok iyi bilmesi gerekiyor. Kılavuzu karga olanın burnu çöpten çıkmaz demişler.
Akıllı insanlar kendi kaynaklarını kullanan insanlar değildir. Asıl akıllı insanlar kendileri dışındaki kaynaklardan faydalanan insanlardır.
Beşinci prensibimiz bir şey ya bizzat güzeldir. Ya güzelliğe vasıtadır. Ya da neticesi itibariyle güzeldir.
Örnek; bir sohbete gitmek, dinlemek güzeldir. Ama bir ameliyat zorlu bir süreçtir ama neticeleri güzeldir. Acılar içerisinde kıvranıyoruz dur ama biliyoruz ki iyileştik, netice güzel olmuştur.
İşte bütün bunları bilirsek, zorlukları yaşama sürecinde bunları dikkate almayı başarabilmişsek bunlar o olayların üzerimizdeki etkisini azaltıyor. İşte bu yargıların varlığı üst beynimizin olaylar esnasında devrede olmasını sağlıyor. Yargılar duygularımız ile değilde düşüncelerimizle hareket etmemize yardımcı oluyor. Hayatın içerisinde bizimle ilgili planlar olduğu diğer bir deyişle her derdin bir dermanının olduğunu bilmek de bizi rahatlatır.
Her derdin dermanı vardır derken bunu hastalıklarla sınırlandırma eğilimi vardır. Her hastalığın çözümü vardır. Hayır burada kasd edilen şey sadece hastalık değildir. Hayatın içerisindeki yaşadığımız her türlü sıkıntının bir çözümü vardır. Bize düşen o çözümü sezmek ve planın bir parçası haline gelmek. Bunu yapabilirsek çıkışı bulabiliriz.
Altıncı prensibimiz Her sorunun bir çözümü, her derdin bir dermanı var. Bu çözüm bizim hoşumuza gitmeyebilir. Bizim istediğimiz zamanda tezahür etmeyebilir. Bizim istediğimiz sonuçları vermeyebilir. Bizim hoşumuza gitsede gitmesede o bir çözümdür. O hayırlı bir sonuçtur. O zaman bize düşen şey bu tür durumlar söz konusu olduğunda alternatif planlar yapmak değil zaten o çözüme yönelik planı sezmek ve yerine getirmektir. Bizden beklenen şey budur.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
İÇSEL KANUNLARIMIZIN DEĞİŞTİRİLMESİ
Geçmişte yaşadığımız olumsuz deneyimlere bağlı bazı yargılar oluşmuş ise içimizde bu deneyimlerin hayatın gerçekleriyle ne kadar örtüşüp örtüşmediğini, belirleyici olup olmadığını nasıl test edebiliriz. Diyelim ki bu yargıların gerçeklikle örtüşmediğini farketttik o zaman buyargıları nasıl düzeltebiliriz. Bütün çabalarımıza rağmen yargılarımızı düzeltemiyoruz. O zaman bu yargılara rağmen hayatın içerisindeki işleyişimizi,kişiliğimizin işleyişini nasıl istikamet üzere tutabiliriz?
Alt beynimiz kişiliğilimizin işleyişinde belirleyici olan tabiri caiz ise iç dünyamızın anayasasının oluşumunda önemli bir rol oynar. Alt beynimiz ben yaşadığımı bilirim kardeşim der. Ve geçmişteki yaşantılardan hareketle o yargılarını oluşturur ve özelliklede duyguların oluşum sürecinde o yargılar belirleyici olur.
Çünkü duygularımız alt beynimizde oluşur. Duygularımızın oluşumunda belirleyici olan limbik sistem alt beynimizde yerleşiktir. Bizim erişimimizin güç olduğu alt beyinde yerleşiktir. Orada oluşan yargılar duygularımıza etki etme eğilimindedir.
Bununla birlikte bir de üst beynimiz vardır. Zekamız, yeteneklerimiz ve vicdamız üst beyinde çalışır. Normal şartlarda kişiliğimizin işleyişinde belirleyici olan o yargıların, inanışların üst beynimiz tarafından oluşturulması gerekiyor. Çünkü hayatın içerisindeki realiteleri (gerçekleri) ki bu gerçekleri kevni yani varoluş ve işleyiş ile ilgili olan gerçeklik olarak adlandırıyoruz. Bunun bizim kültürümüzdeki karşılığı kevni prensiplerdir. Yani varoluş ile ilgili olan prensiplerdir. Bunun beynimizdeki muhatabı bizim akıl olarak adlandırdığımız yapıdır.
Diyelim ki bir insan dışarıya çıkacak aklı hemen devreye girer ve derki: üzerine bir şey al hava soğuk. Mevcut vücut ısını kaybetme. Aksi takdirde hipotermi yaşarsın ve hasta olursun. İşte bunu bize aklımız söyler.
Ama bakarız aklı melekeleri gelişmemiş olan çocuklar üzerine bir şey giymeden dışarıya çıkarlar. Güneşe kanarlar. Çünkü onun aklı evin ısısıyla dışarının ısısının birbirinden farklı olabileceğini ayırt edebilecek olgunluğa henüz erişmemiştir. Zaten bundan dolayı da mükellef değillerdir.
Dolayısıyla o varoluş ve işleyiş ile ilgili gerçekliği algılayan yapı akıl dır. Üst beyinde çalışır ve IQ olarak da tanımlıyoruz bunu.
Alt beynimizin ise o yaşantılardan hareketle oluşturduğu yargılar akıl süzgeçinden geçmezler. Alt beyin bu yargıları oluştururken akıla sormaz. Çünkü bir deneyim yaşamıştır ve o deneyimden hareketle kendisi bir yargıya ulaşma eğilimi içerisindedir.
Alt beynimiz o zengin olan hayatı anlamlandırma sürecinde elbetteki boşluklar söz konusu. Hayatı yaşayarakt,birebir öğrenmek söz konusu değil. Hayat o kadar uzun değil. Dünya o kadar geniş değil.
Kendi sınırlı deneyimlerinden hareketle hayatla ilgili yargılara varmak zorunda o zaman genellemeler yapar. Hatta aşırı genellemeler yapar.
Bu şekilde genellemeler yapanlar hayatın içerisinde yollarını kaybederler.hedeflerine ulaşamazlar. Üzümün çöpü armutun sapı diyerek sürekli yolunu değiştirmektedir ve kaybolup gider hayatta. Halbuki üst beyin devreye girdiğinde akıl ve vicdan var.
Vicdan niçin vardır?
Vicdan da ahlaki prensipleri dini hükümleri, diğer bir deyişle kelami prensipleri kavramak için vardır.
Normal şartlarda üst beyinde çalışan ruhsal zekanın devreye girerek bu insanın şunları demesi gerekiyor zanda bulunma! Hucurat suresinde ne der; “Muhakkak ki zannın bazısı kötüdür” der. Sen suizan yapıyorsun suizan iyi değildir. Karşındaki insanları anlamaya çalış, onları deneyimlemeye çalış, onunla yemek ye, onunla yolculuk yap, onunla alış veriş yap. Bir insanı tanımak için bu üçü yeterlidir. Ondan sonra bir yargıya var der vicdan. Kuran ve sünnetle hareketle bu şekilde söyler. Vicdanın görevi budur. Ama vicdana soran yok, üst beyine soran yok.
Alt beyin geçmişte bir yaşantı yaşamış o deneyimden hareketle bir yargıya ulaşmış ve onu dayatma eğilimi içerisinde duyguların oluşumu sürecinde özellikle ondan aldığı yargıyı dikkate alma eğilimi içerisinde. Vicdanının sesini dinlemiyor orada.
Yine aynı şekilde akıl devreye giriyor. Akıl diyor ki istatistik biliminin kuralları var. bir konuda yargıya varabilmemiz için standart sapmayı, güvenilirliliği, geçerliliğigöz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bir örnekten hareketle yargıya varamayız.Mecellede kötü örnek misal değildir hükmünü gösteriyor. Bütün bunları aklımız söylüyor bize. Ama bunları dikkate alan yok.
Beyin bir kere geçmişteki o yaşantıdan hareketle bir yargıya ulaşmış ve o yargıyı hayatının sonuna kadar bize dayatma eğilimi içerisindedir.
O zaman yapmamız gereken şu; bizler üst beynimizi iyi kullanacağız. Sorgulama yapacağız, kritik analitik, düşünme yapıcaz diğer bir tabirle. Kendimize çok güveniyoruz. Kendimize bu kadar güvenmiycez.
Tabiki kendimizi de yabana atmayacağız. Elbetteki tecrübeleri dikkate alacağız fakat bu tecrübelerin nihai sonuçlarda tek başına belirli olmasına da mahal vermiyeceğiz.
Çünkü bu kainati yaratan,bizi yaratan ve bütün bunlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir yaratıcımız var. o yaratıcının koymuş olduğu prensipler, kurallar neler bunları iyi anlamamız gerekiyor. Çünkü her şey o prensipler doğrultusunda gerçekleşiyor.
O zaman o sorgulamaları yapacağız. Acaba bizim iç dünyamızda yerleşik bu yargılar üst beynimizdeki akıl süzgecinden yeterince geçirildi mi? O kevni prensiplere, varoluş ve işleyiş ile ilgili prensiplere uygun mu? Değil mi? Bunu anlamaya çalışacağız.
Bu süreçte de bilimden faydalanacağız. Psikoloji biliminden, sosyoloji biliminden, eğer ticaret yapıyorsak iktisat biliminin verilerinden faydalanacağız. İşte bilim bize o kevni prensipleri tarif ediyor.
Bilim tek başına yetmiyor. Onunda sağlamasını yapmamız gerekiyor. Onun için birde kelami prensipler vardır. Dinin bize vaaz ettiği, kuranın ve sünnetin beyan ettiği,toplumda geçerli ahlaki değerlerin bize anlattığı prensipleri vardır. Onları da dikkate almak durumundayız.
Onları dikkate alan, süzgeçten geçiren de bizim ruhsal zekamız yani sağduyumuzdur. Oda üst beyinde çalışır. Bu ikisini bir araya getirmek durumundayız. Kevni prensiplerle - kelami prensipleri, dini hükümler ile – bilimsel verileri bir araya getirerek bunlardan hareketle tek bir hakikate ulaşmamız gerekiyor.
İşte o zaman içsel yargılarımızı hayatın gerçekleriyle, sadece ve sadece dünya hayatının gerçekleriyle değil, aynı zamanda ahirete hayatının gerçekleriyle de uyumlu hale getirmiş oluyoruz.
O zaman bunu başarabildiğimiz takdirde hem dünya hemde ahiret saadetine ulaşabilmemiz mümkündür.
Bütün bunları gerçekleştirdiğimiz halde hala yinede o yargılar çok belirleyici ise böyle bir durumda alt beynimize müsaade ediyoruz. O duygunun varlığına müsaade ediyoruz. Yani illa da o duyguyu ortadan kaldırmaya çalışmıyoruz. Çünkü şu an içinde bulunduğumuz durum bizim gerçeğimiz, ki bu gerçeğimize etki eden birsürü içsel ve çevresel faktör vardır. Ve bunlar çok güçlü unsurlar olabiliyor. O zaman biz bunu değiştirmeye çalışmıyacağız.
Akıllı insanlar zaaflarını yok eden insanlar değildir. Çünkü bazılarını yok edemiyoruz. Onlara etki eden o kadar faktör varki, genetik faktörler, ailevi faktörler, anne baba tutumları, yaşantılar, çevresel etkiler, o kadar yerleşmiş oluyor ki onu içimizden söküp atamıyoruz. Terapiyle bile söküp atamıyoruz.
O zaman o zaaflarımızı yönetmek durumundayız. Öncelikli olarak onun farkına varmak; evet benim hatalı yargılarım var, zaaflarım var, ve bu yargılar benim dışımda oluşmuş ben onların varlığından hoşnut değilim. Ve neyazıkki bu yargılar duygu ve davranışlarıma etki ediyor. Ben bunların bir kısmını değiştirmeyi başardım. Ama bir kısmını değiştiremedim. Ve bunların farkındayım. Bu konuda kendimi temize çıkartacak değilim. Fakat artı özelliklerim var. aklım var, vicdanım var, içsel ve çevresel kaynaklarım var. bunları kullanarak bu yargılarımı gözden geçirebilir, bunların sağlamasını yapabilir ve bunların sürece olan etkisini, hayatın içerisindeki işleyişime etkisini asgari düzeye indirebilirim.
İllaki yok etmek zorunda değiliz. Yeterki farkında olalım ve yönetelim.
Kabul etmek, evet böyle bir şey var bu benim gerçeğim. Onaylamıyorum, varlığından hoşnut değilim. Ama şu an için gerçeğimi değiştiremiyorum.
İkinci olarak da yönetiyorum. Bunun içinde bulunduğum şartlara etkisini asgari düzeye indirecek tedbirleri alıyorum. Diğer bir deyişle duygularımla hareket etmiyorum. Evet bir güvensizlik duygusu var. bu konuda kendimi temize çıkartacak değilim. Fakat ben bu duygunun ilişkilerimde belirleyici olmasına mahal vermiyorum. Bu duyguya müsaade ediyorum. Fakat onu yönetiyorum.
Öncesinde bazı tedbirler alıyorum. Sonrasında bazı düzenlemeler yapıyorum. Ve bir şekilde bu duygunun ilişkilerimdeki etkisini asgari düzeye indiriyorum. Bu şekilde hayatın içerisinde hem dünya hemde ahiret mutluluğunu elde edebiliriz.
Zira edenlere baktığımız zaman mükemmel olmadıklarını görüyoruz. Onların da buna benzer zaaflarının olduklarını görüyoruz. Fakat onlar bir şekilde sahip oldukları içsel ve çevresel kullanarak bu zaafları yönetmeyi başarmışlar.
Onlar yapabiliyorsa bizde yapabiliriz. O zaman “yönetmek kaydıyla ve şimdilik bu zaaflarımızın, bu yargıların içimizdeki varlığına müsaade ediyorum”.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
14 Şubat 2014 Cuma
İÇSEL KANUNLARIMIZIN OLUŞUMU
Nasıl ki bir devletin işleyişinde belirleyici olan yasalar, kanunlar, tüzükler ve yönetmelikler varsa ve her şey bu belirlenmiş kurallar silsilesi çerçevesinde gerçekleşiyor ise aynı şekilde iç dünyamızın işleyişini de düzenleyen içsel kanunlar vardır.
Bunlara psikolojide belief deniliyor. Belief kelime anlamı itibariyle inanış demektir. Bunun bizim dilimizdeki karşılığı ise yargılardır.
Her insanın içinde hayatı, karşılaştığı insanları ve kendisini anlamlandırma sürecinde olayları, durumları, yaşadıklarını tanımlama sürecinde belirleyici olan hayatın üzerimizdeki etkisini ve buna bağlı olarak bizim vereceğimiz tepkiyi ciddi anlamda etkileyen içsel kanunlarımız diğer bir deyişle yargılarımız vardır.
Tabi yargılar deyince aklımıza hemen önyargılar geliyor. Eğer bu yargıları hayatın gerçekleriyle bağdaşmıyor, örtüşmüyor ise o zaman bu yargıları bizler önyargılar olarak adlandırırız. Gerçek olmayan, doğruluğu olmayan yargılar.
Özellikle alt beynimiz hayatta yolunu bulma sürecinde planlarını yaparken, hedefe giden yolu belirlerken bu haritaları kullanır. Nasıl ki haritanın arazi ile örtüşmüyor olması kişinin yolunu kaybetmesine, evdeki hesabın çarşıya uymamasına neden oluyor ise, aynı şekilde iç işleyişimizde belirleyici olan, düşünce, duygu, davranışların oluşumunda belirleyici olan bu içsel kanunlarımızın hayatın gerçekleriyle örtüşmemesi de bizleri açığa düşürür.
Planlarımızın işe yaramamasına , atıl kalmasına neden olur. O nedenle iç işleyişimizde belirleyici olan bu yargıların, bu içsel kanunların hayatın gerçekleriyle bağdaşıyor olması son derece önemlidir.
Türkiye yıllarca hayatın gerçekleriyle, kendi insanının gerçekleriyle örtüşmeyen o kanunlardan dolayı çok enerji harcadı, çok kaynak kaybetti, çok zaman geçirdi. Fakat kanunlar hazırlanırken olması gerekenden ziyade olan, yani mevcut durum göz önünde bulundurulur. Ki o kanunlar halk tarafından, millet tarafından kabul görsün, içselleştirilebilsin ve hayata geçirilebilsin. Zaten kanunlar ne için vardır. Toplumsal işleyişi, kişiler arası ilişkileri, insanların devletle olan ilişkilerini sağlıklı hale getirebilmek için vardır.
Bir ülkede parklar yapılırken yolları önceden belirlemezlermiş çünkü kağıt üzerinde belirlenen yollar her zaman insanların kafalarındaki yollarla örtüşmeyebiliyor. Nitekim birçok parkta, bahçede görürüz çoğu zaman yolu biraz uzatarak vermiştir. Niye? Çünkü kağıt üzerinde tasarlayarak yapmıştır o yolu. Ama insanlar kağıt üzerinde kendi gerçekliğiyle uyuşmayan o plana uymak yerine kendi kafasının dikine gitmeyi tercih etmiştir ve o yoldan farklı olarak o çimenliğin üzerinde insanların gitmesiyle zaman içerisinde bir yol meydana gelmiştir. İşte o ülkede yollar öncelikli olarak belirlenmiyor. Sonra insanların geçip gittiği o yollar düzenlenerek parkeler döşenerek, etrafı çevrilerek yol haline getiriliyor. Baktığımız zaman bazı batı ülkelerinde kural ihlalleri özellikle bizim ülkemize kıyasla son derece az. Çünkü kurallar gerçekçi. Hayatın gerçekleriyle, toplumun gerçekleriyle ve insanının gerçekleriyle örtüşen kurallar.
Bizim ülkemizde veya diğer doğu ülkelerinde neden kural ihlalleri bu kadar fazla çünkü oluşturulan kurallar hayatın gerçeklerinden, insanların gerçeklerinden, değerlerinden kopuk.
Benzer bir durum iç dünyamızda da geçerlidir.
Peki bu yargılarımız nasıl oluşur.?
Bu yargılarımız bir üst beyin tarafından oluşturulur birde alt beyin tarafından oluşturulur. Hani millet ve devlet ayırımını yapıyoruz ya. Buna benzer bir şekilde bir üst beynimiz var bu milleti temsil ediyor. Birde alt beynimiz var o da devleti temsil ediyor. Alt beyin dayatmacı bir yapıdır. Alt beyin olandan ziyade olması gerekeni her zaman dayatma eğilimi içerisindedir. Kendi doğruları vardır ve bu doğrulardan oluşturur yargıları. Ve bu yargıları üst beyinden bağımsız olarak yani hayatın, karşı karşıya olduğumuz insanların ve kendi gerçeğimizi dikkate almaksızın o yargıları dayatma eğilimi içerisindedir. Alt beyin bu yargıları oluştururken tamamen kendi öznel yaşantılarından hareketle oluşturma eğilimindedir. Ben yaşadığımı bilirim kardeşim bana masal anlatmayın. Ve bu süreçte bir insanın hayatla ilgili deneyimleri ne kadar olabilir ki? Ne kadar görmüş geçirmiş olursa olsun sonuçta sonsuz zenginlikte olan bu hayatı, bu insan çeşitliliğini insanın kendi öznel sınırlı deneyimleriyle algılayabilmesi ne yazık ki mümkün değildir.
Peki alt beyin boşlukları nasıl dolduruyor?
Alt beyin boşlukları genellemeler yapmak suretiyle doldurur. Diyelim ki bir hanım erkeklerle ilgili güveni zedeleyecek bazı problemler yaşamış ise. Mesela babasıyla ilgili bir güven problemi yaşamış ise daha sonraki süreçte çevresindeki erkeklerin bazılarında da babasının güvensiz tavırlarını pekiştirecek tarz davranışlar gözlemlemiş ise bu bir yada birkaç hareketten örnekle bir genellemeye varır. Ve derki “ erkeklere güven olmaz.”
Bu yaşamış olduğu öznel deneyimlerden hareketle alt beynin genelleme yaparak alt taraftaki boşlukları doldurarak oluşturduğu bir yargıdır. Ve yaşantılara dayanmaktadır. O andan itibaren alt beyin hayatın içerisinde bir erkekle karşılaştığında açar o içsel kanunlar kitabını diğer bir deyişle içsel işleyişimizin anayasa kitapçığını açar ve o kitapçıkta erkek lerin karşısında ne yazmaktadır. “erkeklere güven olmaz.” Bir de geçmişi tarar. Gerçekten de bu yargıyı teyid edecek deneyimler var mı? Bakar ki şu zamanda şurada babası annesine ihanet etmiştir. Vs. o andan itibaren düğmeye basar ve bir güvensizlik açığa çıkar. Bunlar ortalama 1 saniyelik bir süre içerisinde gerçekleşiyor. Bu süreçte alt beyin üst beyine hiçbir şey sormuyor. Halbuki zekamız üst beynimizde çalışıyor. Duygusal zekamız üst beynimizde çalışıyor. Vicdan yani ruhsal zekamızda üst beynimizde çalışıyor. Ama üst beyine soran yok. Alt beyin kendi gerçeğini oluşturuyor. Bu gerçeklerin de hayatın gerçekleriyle ve kendi gerçekliğimizle örtüşen yargılar değil. Bu sefer hayatın gerçekleriyle çatışmaya başlıyor kişi. Gereksiz yere hayatı kendisi için zorlaştırıyor.
Evet alt beyinde özellikle yaşantılara bağlı olarak oluşturulmuş önyargıları değiştirmek çok zordur. Alt beynimiz güvenliği esas alır. Onun için esas olan şey varlığı muhafaza etmektir. Psikolojik, fizyolojik yapımıza herhangi bir saldırı, müdahale olmasın. Varlığımızı devam ettirebilmemiz için gerekli olan ihtiyaçlarımızı karşılayalım bizim için bu yeter der ve ilerisini düşünmez. Dünyevi ve uhrevi ihtiyaçları dikkate almaz. Ve o yaşantılardan hareketle oluşmuş o yargıları karşısındaki insanlara, hayata ve kendine dayatma eğilimi içerisindedir. Halbuki o yargılar tabiri caizse bir zandan ibaret olan gerçeklikle örtüşmeyen yargılardır.
O açıdan bizlere düşen: iç dünyamızda var olan bu yargıların hangi kaynak tarafından oluşturulduğunu, bunların hayatın gerçekliğiyle örtüşüp örtüşmediğini, kişiliğimizin işleyişindeki etkisini tespit etmek. Bunların sağlamasını yapmaktır. Bu da insanın kendisini tanımasından tabiri caizse kendisiyle ilgili bir farkındalık oluşturmasından geçiyor bunun yolu.
KENDİMİZ OLABİLMEK
Gel gör ki içimizde var olan o alt beynimiz, güvenlik bölgemiz buna müsaade etmiyor. Bir şekilde çevrenin beklentileri , bir şekilde moda, çünkü belli dönemlerde belli kişilikler moda oluyor. Bir sanatçı, dizideki bir oyuncu, bir siyasetçi den hareketle belli bir tavır belli bir tarz moda olabiliyor. Ve bizim bilinç altımız bunlardan etkileniyor. Kişide bakıyoruz bir dönem maço tavırlar gözlenirken, aynı kişide diğer bir dönem kırık dökük tavırlar gözlemlenebiliyor. Anlıyoruz ki bu kişi kendi olmayı başaramamış. Bu kişi kendi tavrı ve tarzını oluştururken kendi kişiliğini temel almayı başaramamış bir kişi. O zaman o rüzgardan etkilenebiliyor. Böyle olmayacağız.
Kendi öz benliğimizle uyumlu, tutarlı bir tarz oluşturmak durumundayız. Ama alt beynimiz bunun çevre tarafından kabul görmeyeceği, insanlar tarafından takdir edilmeyeceği , hatta eleştirilebilineceği, dışlanacağı, kabul görmeyeceği endişesiyle çoğu zaman kendimiz olmamıza itiraz eder. Kendimizi yaşamamıza itiraz eder. Mevlanın öngördüğü kişilik üzere yaşamamıza itiraz eder. Buna da çevreyi gerekçe gösterir. Şimdi popüler kültüre baktığımız zaman, ince olmalısın, kibar olmalısın, nazik olmalısın, romantik olmalısın, vs. vs…… tarzı bir model dayatılıyor bize.
Ama bu bize uymuyor. Bu bize iki beden fazla. Yok böyle olmalısın böyle olmaz isen bir mekana gittiğin zaman kınanırsın, garsonlar bile seni küçümser diyor. Kendin olmana müsaade edilmiyor. Sana bir şablon veriliyor ona uyman bekleniyor.
Gaza gelmeyelim……. Biz bu şablonları kabul etmiyoruz. Ben şahsen bu şablonları kabul etmiyorum. Benim bir tarzım var. Ben nereye gidersem gideyim ben bu tarzımı ortaya koyarım. Tabiki o mekanın, o ortamın kurallarına uyarız. Onların bizi dönüştürmesine müsaade etmem.
Kendimiz özgün kişiliğimizle yaşadığımız gibi, çocuğumuzun da kendi özgün kişiliğine uygun bir şekilde yaşamak ve hayata hazırlamak da çok önemlidir. Anne babalar çocuklarını hayata hazırlama, çocuğunu terbiye etme adına bazen farkında olmadan o çevrenin insana dayatmış olduğu kişilik modelini çocuğuna dayatabiliyor. Ve farkında olmadan çocuğunun fıtratını bozabiliyor. Fıtrat bozulduğu zaman, evet dışarıdan bakıldığı zaman göze hoş gelen, kulağa hoş gelen kişilik özelliği gibi gözüküyor ama onu bekleyen yazgıyı yaşaması için, karşılaşabileceği zorlukları aşabilmesi için, karşısına çıkabilecek fırsatları değerlendirebilmesi için, son derece öneme haiz, bir çok özellik farkında olmadan törpülenmiş oluyor. Maalesef popüler kültürün insan üzerinde böyle tahrip edici özelliği var. Buna karşı çok dikkatli olmak durumundayız.
Fıtrat bozulduğu zaman, o orjinalliğimiz bozulduğu zaman ciddi anlamda sıkıntı söz konusu oluyor. Fıtratımızla barışık olacağız. Her ne kadar zaman zaman psikolojik sorunlar yaşasak da fıtratımızdan kaynaklanan, kendi öz benliğimizden kaynaklanan içsel sorunlar olsa da, dış dünya ile uyumsuzluklar olsa da bu kendimize olan inancımızı, güvenimizi, kendimizle olan uyumumuzu bozmaya bizi götürmeyecek. Fıtratımıza olan inancımızı, o güvencemizi kaybetmeyeceğiz. Problem fıtratımızdan gelen, kişilik özelliklerimizde var olan bazı özelliklerin hatalı anne baba tutumları, ailevi faktörler, yaşantılar, travmalar, içinde bulunduğumuz çevresel etkiler, eğitim, bizim hatalı tutumlarımız, bunların etkisiyle aşırıya gitmek, yada geride kalma halidir. Bir insanın yaşamış olduğu psikolojik sorunların temelinde bu vardır.
Yani aslında problemin kaynağı fıtratımızın bozulmasıdır. Çözüm ise o fıtratın bir kenara atılarak yerine bize uymayacak, bambaşka bir kişilik modelinin bize giydirilmeye çalışılması değildir.
Çözüm fabrika ayarlarına geri dönmektir.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
12 Şubat 2014 Çarşamba
DEĞİŞMEK ZORUNDA MIYIZ?
Öfke duygusunu yok edemeyebiliyoruz. Çünkü bu duyguya eki eden birçok faktör var. Bu faktörlerden bir tanesi genetik faktörler. Diğer bir deyişle fıtrat ( yaratılıştan gelen özelliklerimiz).
Hz. Ömer Müslüman olmasından önce de sert, öfkeli, celalli birisiydi ve sonra Müslüman oldu. Ne oldu Müslüman olduktan sonra süt dökmüş kediye mi döndü. Halim selim, vur eline al ekmeğini bir insana mı dönüştü. Hayır dönüşmedi. O öfkesi, o celali, o sertliği devam etti. O zaman bundan şunu anlıyoruz. Bu onun fıtratında olan bir şey. Ve Hz. Ömer; Peygamber (s.a.v.) kendisine dönüp. Ey Ömer! Ben Peygamber gönderilmeseydim vallahi sen Peygamber gönderilecektin! dediği insandır. O nun can yoldaşı, kayınpederi, kendisinden sonraki üçüncü halife ve aynı zamanda kabir arkadaşı.
Eğer öfke kötü bir şey olsa, dünya ve ahiret saadetine mani olan bir şey olsa, o zaman Hz. Ömer in Müslüman olmasıyla beraber, onda müşriklik döneminde kendisinde bulunan o kötü ahlakla beraber, bu öfke halinin ondan gitmesi gerekiyordu. Ama gitmedi bu hali aynen devam etti. Hatta bu halinin bazen Hz. Peygamber ile olan ilişkisinde devreye girdiği bile baki oldu. Buradan da anlıyoruz ki bu öfkeli hali onun dünya ve ahiret saadetine mani olan bir hal değil. Öyle olsaydı eğer Allah ve Resulü ondan bu hali çekip alırdı. Müslüman olmasıyla beraber bambaşka bir kişiliğe bürünürdü. Hayır! Kişilik aynı kişilik. Fakat Müslüman olmasıyla beraber kişilik terbiye oluyor. Müslüman olmasıyla kişilik fıtratına yani fabrika ayarlarına geri dönüyor. O itidale, orta yola, haddi vasata geri dönüyor. Kişiliğinde söz konusu olan aşırılıklar ortadan kalkıyor. Fakat o öz benlik, öz kişilik öfkelenmeye devam ediyor. Çünkü o özellik zaten genetik olarak kodlanmış. O misyonunu ifa edebilmesi için yazgısını yaşayabilmesi için imtihanın üstesinden gelebilmesi için o fıtrata ihtiyacı vardır.
Şimdi bazı insanları görüyoruz. Eğer öfkeli bir yapıya sahipse halim selim biri olmak istiyor. Halim seli biri ise de daha kararlı, daha sert bir mizaca sahip olmak istiyor. Fakat bu yanlıştır. Çünkü genetik özelliklerimiz içimize kodlanmıştır. Bunların bize verilmesinin hikmetleri vardır. Bizler bu yazgıyı yaşayabilmek, bu yazgının bize yüklemiş olduğu sorumlulukları yerine getirebilmek, o misyonu ifa edebilmek, o zorluklarla baş edebilmek için bu kişiliğe ihtiyacımız vardır.
Aynı şekilde Hz. Osman da halim selim bir insandır. Fakat İslama girmesiyle beraber bambaşka bir kişiliğe dönüşmedi. O halim selimliği, yumuşaklığı, yufka yürekliliği devam etti. Hatta o fitneler koptuğu zaman onun bu hali sebep olarak gösterildi.
Dolayısıyla diyoruz ki; kişiliğimizde var olan hoşlanmadığımız, mutluluğa ve başarıya mani olarak gördüğümüz birçok özellik esasında genetik olarak içimize kodlanmış fıtratımızda var olan özelliklerdir. Bizler bunları yok etmeğe çalışmak yerine bunları terbiye etmeye çalışacağız. Diğer bir deyişle bunları terbiye etmeye çalışacağız. Mümkün olduğu kadar fabrika ayarlarına geri dönmeye çalışacağız.
Fakat bu her zaman için mümkün olmaya biliyor. Psikoterapi söz konusu olsa bile psikoterapi ile bile mümkün olmayabiliyor. Belli kazanımlar ilerlemeler kaydedebilse bile fıtrata dönüş söz konusu olmaya biliyor. Çünkü derenin altından çok sular akmış olabiliyor, çok şeyler yaşanmış olabiliyor. Olumsuz anne-baba tutumları, almış olduğu eğitim, gördükleri, duydukları, yaşadıkları, üzerine kendi tercihleri artık fıtratta var olan o özellikler öyle bir hale geliyor ki onları herhangi bir müdahele ile asli hallerine döndürebilmek pek de mümkün olmayabiliyor.
Bu durum iyi yönetildiği takdirde mutluluğa ve başarıya mani değildir. “Fiddünya haseneten ve fil ahireti haseneten” e mani değildir.
Bir dinleyicimiz sormuş ;
-Öfkemizi ölçülü bir şekilde nasıl dışa vurabiliriz?
-Buna psikolojide öfke yönetimi diyoruz. Eğer bizde değiştiremediğimiz bir durum varsa o durumu yönetmemizi sağlayacak, bize ve çevreye olan etkilerini asgari düzeye indirmemizi sağlayacak içsel ve çevresel faktörler muhakkak suretle var edilmiştir. Çünkü Mevla bizim başarmamızı istiyor. Üstüne üstlük bu arızalarımıza, bu çatlaklarımıza rağmen başarmamızı istiyor. Bizi böyle kolay arızalanabilir, darbelere bağlı olarak kişiliğinde çatlaklar oluşabilecek şekilde var eden O.
İsteseydi bizi düşmekten-kalkmaktan, sıcaktan-soğuktan, darbelerden etkilenmeyen demir gibi iradeye sahip varlıklar olarak yaratabilirdi. Ama bizler öyle değiliz. Bizler hassas, kırılgan, aciz, naçiz, pür taksir varlıklarız. Ne kadar etkilenmiyor görünsek bile yaşadıklarımız psikolojimiz üzerinde bir etki meydana getiriyor. Bu etki belli ölçüde geri döndürülebilir olsa da belli ölçüde geri döndürülemez.
Peki bu darbeler, bu çatlaklar bizde oldu diye bu dünyada ve ahirette mutlu olamayacağımız anlamına gelmiyor. Çünkü Mevla bizim başarmamızı istiyor. Ve başarmamız için ihtiyaç duyduğumuz içsel ve çevresel kaynakları o zorlukla birlikte var ediyor. O zaman onları bulup, onları tespit edip kişiliğimizde var olan bu defoları, bu çatlakları yönetmek, bize ve çevreye olan etkilerini asgari düzeye indirmek için gerekli adımları atıp, gerekli tedbirleri almalıyız. Bunu yaptığımız takdirde o sorunun varlığına rağmen, mutluluk ve başarıyı elde ediyoruz.
Kişi öfkeli. Buna rağmen iyi bir baba, iyi bir koca, iyi bir işveren, iyi bir dost, iyi bir kul. O öfkeyi yönetiyor.
Yönetmek derken; o öfke hiç açığa çıkmıyor, hiç öfkelenmeksizin hayatını devam ettiriyor değil. Öfke varsa elbette ki zaman zaman bu açığa çıkacaktır, davranışlarımıza yansıyacaktır. Tarzımızı oluştururken tarzımızın gerçeklerimizle uyumlu olması, gerçeklerimizi temel alıyor olması çok önemlidir. Senin kişiliğinde böyle bir yönelim var ise sen tutup ta kendine çok yumuşak bir tarz benimseyemezsin. Benimsediğin takdirde bu tutarlı olmaz. Sürdürebilirliktir esas olan.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
11 Şubat 2014 Salı
DOĞRU ZAMAN DOĞRU KİŞİ
Günümüzde birçok genç, eş seçiminde çeşitli sebeplerden dolayı evlilik kararını vermekte gecikiyor hatta bazıları bu kararı hiç veremeyebiliyor. Bu durum her ne kadar daha geç dönemde gerçekleşen evliliklerin çoğalmasına neden olsa da erken bir dönemde yapılan yanlış bir evliliğe kıyasla geç dönemde yapılan doğru bir evlilik bizce daha evladır.
Gençlerimiz evlenirken çok dikkat etmeli. Çünkü sadece hayatı beraber geçirecekleri hayat arkadaşlarını değil çocuklarının psikolojik ve fizyolojik yapılarının nasıl olacağının tercihini yapıyorlar aynı zamanda. Diğer bir deyişle hem bizim hem de bu evliliğin meyveleri olacak çocuklarımızın yazgısı büyük ölçüde evlilik sürecinde vereceğimiz kararlara bağlı olacak.
Çünkü çocuklarımız tercih edeceğimiz eşlerimizin genetik mirasını taşıyor olacak ve büyük ölçüde onların şekillendireceği bir kişiliğe sahip olacak. Psikolojik ve fizyolojik yapılarını benimseyemediğimiz çocuklara sahip olmak istemiyorsak her ikisinin de oluşumunda belirleyici olacak eş seçimine dikkat etmemiz gerekiyor.
Her ne kadar Allah-u Teala insanın tasarımını mükemmel bir şekilde yapmış olsa da bu tasarımın hayata geçirilmesi büyük ölçüde anne ve babanın, kişiliğin oluşum dönemi olan çocukluk döneminde, ortaya koyacağı tavır ve tutuma bağlı olacaktır. Eğer eşimiz ve tabi ki bizler çocuklarımızı kendine güvenen, kararlı, aksiyoner bir kişiliğe sahip bireyler olarak yetiştirebilecek formasyona sahip değilsek Allah-u Teala’nın öngördüğü o yapının hayata geçirilebilmesi ne yazık ki pek mümkün olmayacak ve böyle bir anne ve babanın çocukları hayatlarının daha sonraki dönemlerinde sorunlar karşısında acziyet yaşayabilecektir.
Bu açıdan iyi yetişmiş güçlü çocuklara sahip olmak istiyorsak, onları güzel yetiştirebilecek, onları hayata gerektiği gibi hazırlayabilecek, onların Allah-u Teala tarafından tasarlanmış ve mükemmel olarak tarif edilmiş kişiliğe sahip olmalarını sağlayacak ideal koşulları sağlayabilecek bir eş seçmemiz gerekiyor.
Ancak gençlerimize baktığımızda çoğu gencin kendisi için uygun kişiyi tercih edebilecek açık ve net kriterlere sahip olamadığını görüyoruz. Tabi ne istediğini bilememenin beraberinde yanlış bir karar verme korkusunu getirmesi, bunun da bir kararsızlığa yol açması çoğu zaman kaçınılmaz olmaktadır.
Bu açıdan eğer gençlerimizin eş seçiminde zamanında doğru kararlar vermelerini istiyorsak onların kafalarında ideal eşin nasıl olması gerektiği ile ilgili doğru bir model oluşturabilmeliyiz.
Bu konuda anne ve babalara önemli görevler düşmektedir. Her şeyden önce anne ve babaların çocukların eş seçiminde bir model olma vasfına sahip olmaları gerekmektedir. Eş seçiminde kararsızlık yaşayan gençlerin ebeveynlerine baktığımızda ne yazık ki çocukları için birer model olma niteliklerine sahip olamadıklarını görüyoruz. Bu durum genci bir belirsizliğe sürüklemektedir. Uygun modelin ne olduğunu bilemeyen genç ya kararsızlık yaşayarak evliliği geciktirmekte ya da yanlış kararlar vererek hem kendi hayatını hem de bu aile çatısı altında yetişecek çocuklarının hayatını karartabilmektedir.
Burada eş seçiminde doğru tercih yapabilmek için cevaplanması gereken soru şu olmalı . Büyüdüklerinde, eşim olacak bu kişi gibi çocuklara sahip olmak istiyor muyum? Eğer cevap evetse muhtemelen doğru insanla karşı karşıyayız demektir. Ancak cevap hayırsa muhtemelen yanlış kişiyle yüz yüzeyiz demektir.
Daha önce de belirttiğim gibi eş seçerken sadece hayatı beraber geçireceğimiz hayat arkadaşımızı değil aynı zamanda çocuklarımızın psikolojik ve fizyolojik yapılarının oluşumunda model olacak kişiyi de seçiyoruz.
Tabi olayı sadece çocuklar açısından değerlendirmek de yeterli değil. Belki karşımızdaki kişi çocuklarımız için uygun bir model olabilir ancak bizim için hayatı beraber geçireceğimiz uygun bir hayat arkadaşı olmayabilir.
Evlilik sadece bir misyon diğer bir deyişle yerine getirilmesi gereken bir görev değil aynı zamanda mutluluk kaynağıdır. Bu açıdan baktığımızda evleneceğiniz kişiyle ilgili şu soruyu da cevaplamak doğru kişinin tespitinde işe yarayacaktır. On yıl sonra bir sabah uyandığınızda yanı başınızda aynı kişiyi gördüğünüzde neler hissederdiniz. Eğer cevap olumlu ise muhtemelen doğru kişiyle karşı karşıyasınız demektir. Ancak cevap hayırsa durup bir kez daha düşünmekte fayda görüyoruz.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir kişiyle onda var olan hangi özelliklerden dolayı evlenmeyi istediğimizi bilmeliyiz. Bunun için kendinize aşağıdaki soruları sormanız faydalı olacaktır.
1- Bu kişiyle hangi özelliğinden dolayı evlenmek istiyorsunuz?
2- Eğer bu kişiyle evlenmekten vazgeçecek olsaydınız hangi özelliğinden dolayı vazgeçerdiniz?
3- Her şeye rağmen devam edecek olsaydınız hangi özelliğinden dolayı devam ederdiniz?
4- Eğer yine de bitirmek isteseydiniz hangi özelliğinden dolayı bitirmek isterdiniz?
5- Yine de devam etmek isteseydiniz hangi özelliğinden dolayı devam ederdiniz?
6- Sonunda bitirmeye karar verseydiniz hangi özelliğinden dolayı vazgeçerdiniz?
Soruların olumlu ve olumsuz cevaplarını bir kağıda alt alta yazdığınızda karşınıza o kişi ile ilgili hoşlandığınız ve hoşlanmadığınız özellikler çıkacaktır. Eğer hoşlanmadığınız özellikler idare edebileceğiniz özellikler ise bununla birlikte hoşlandığınız özellikler sizler için gerçekten de önemli özellikler ise karşınızdaki kişi sizin için uygun kişi olabilir.
Ama aksi bir durum söz konusu ise diğer bir deyişle hoşlanmadığınız özellikler sizin için rahatsız edici ve kabul edilemez özellikler ise bununla birlikte hoşlandığınız özellikler o kadar da belirleyici değilse başka bir seçeneğe yönelmenin vakti gelmiş demektir.
Özetle, evlilik kararı hayatımızdaki en belirleyici karardır. Bu kararı verirken iyi düşünüp doğru bir karar vermemiz sadece bizlerin değil birçok insanın hayatını olumlu yönde etkileyecektir. Bu kararı vermeden okuyalım, araştıralım, uzman görüşlerinden ve çevremizdeki tecrübeli insanların birikimlerinden faydalanalım ve nihayetinde Allah-u Teala’nın hakkımızda hayırlısını nasip etmesini niyaz edelim. O ne güze bir yardımcı ve ne güzel bir vekildir.