30 Eylül 2015 Çarşamba

Panik atakla nasıl baş edeceğiz?

Panik atak geldiğinde korkmamayı, paniğe kapılmamayı nasıl becerebiliriz? Bunu becerebildiğimiz zaman zaten atakların gelip gitmesi bizim için anlamını yitiriyor.

Ataklar aslında tehlikesizdir .Çünkü ataklar da yaşadığımız şey esasında günlük hayatımızda da yaşadığımız korkulardan başka bir şey değildir.

Baktığımız zaman atak yaşayan insanların bu denli korkması, bu denli paniğe kapılmasının sebebi bu atak durumunu bir başka tehlikeli durumla eşleştiriyor olmalarıdır
 
Her şeyden önce panik atağın zararsız olduğunu o anda yaşamış olduğumuz o halin günlük hayatımızda yaşadığımız o korku hali olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Bunun korku hali olduğunu bilmek, kişinin bununla baş edebilme sine olumlu anlamda yardımcı oluyor. 

Çünkü kişi çoğunlukla bu durumun kalp krizi, felç ya da klasik anlamda o ölüm anı olduğunu düşünüyor ve bu şekilde düşünüyor olması o kişinin tedirginliğini iki kat, üç kat arttırıyor.

Dolayısıyla bunun yanlış alarm sonucu ortaya çıkan bir korku hali olduğunu bilmek bununla baş etme sürecindeki ilk Adımdır.

21 Eylül 2015 Pazartesi

Eğer tezgah iyi kurulmuşsa kandırılmak kaçınılmazdır

Bakıyoruz nice akıllı insanlar telefon dolandırıcılarının tüzüğüne düşüyor. Hatta bunlar çevreleri tarafından uyarılmalarına rağmen uyanmıyorlar. 

Neden ? Çünkü alt beyin terör örgütünü duydu, devlet tarafından soruşturulduğunu duydu, hemen orada çağrışım mekanizması devreye giriyor daha önce yaşadığı deneyimler, duyduğu gördüğü o deneyimler, haberlerde izlediği, gazetede okuduğu, başkalarından duyduğu, bizzat kendisinin parçası olduğu yaşantılar çok kısa bir zamanda, saniyenin onda biri kadar  kısa bir sürede beynimizde işlemden geçiyor. 

Bir projeksiyon oluşturuluyor, bir imaj oluşturuluyor ve bu imaj alt beynimizi müthiş derecede tedirgin ediyor, korkutuyor, ve kişi o an bir karanlığın içine düşüyor. Ne yapacağını bilemiyor. 
Karanlıkta.

Kişi karanlığa düştü çünkü daha önce hiç yaşamadığı bir deneyim söz konusu, ne yapacağını bilemiyor orada. İşte bu ne yapacağını bilemediği anlarda kişi emir almaya, yönerge almaya çok açıktır.

Tabiri caizse alt beyin karanlıkta Ve karanlıkta kalan insan ışık arar. Yönelebileceği bir ışık…. Derken bir ışık yanıyor orada.

Fakat bir dakika!.... Bu ışık ne, bu ışığın sahibi kim, bu ışık nerede, bu ışık bizi çıkışa götürüyor mu? İşte o anda insan karanlıkta kaldığı zaman ışığa yönelme eğilimi insanın doğasında var olan bir eğilimdir.

Bir yandan otorite, bir yandan da güven mekanizması devreye sokulmuş, öte yandan güven verici bir ses tonuyla yardımcı olunacağı söyleniyor. Ve kişi o kişinin güdümüne giriyor.

Bitti. Eşleşme gerçekleşti. Alt beyin de herşey gerçekleşti, akıl ve vicdan artık devrede değil. Çok arka planda kaldı. Sesini duyuramıyor. Çünkü adrenalinin etkisi altında. Ve kişi o kişinin güdümüne giriyor. 

Kayıtlara bakıldığında kişi defalarca aranmış, günler süren bir süreç. Bazen haftalar boyu süren bir süreç. İnsan bu süreçte hiç uyanmaz mı? Hiç fark etmez mi?

Burada da başka mekanizmalar devreye giriyor. Prosedür mekanizması devreye giriyor. Kimi insanlar presödür odaklı insanlardır. Onları bu prosedürlerin içine soktun mu beyin artık o süreci otomatikman devam ettirmeye odaklanıyor ve o sürecin içinden çıkamıyor.

Seçenek ci ise kişi, (ki bunlar genetik olarak insanlarda var olan yönelimlerdir) seçenek oluşturmaya çalışır fakat seçenekleri akıl ve vicdan oluşturur. Akıl ve vicdan adrenalinin etkisinde olduğu için devre dışı olduğu için kişi seçenek de oluşturamıyor. Alternatif çözüm de üretemiyor. Çıkmak istediği halde bunun içinde kalıyor.

Prosedurcü kişi ise zaten çıkmayı hiç düşünmüyor. Onun için artık karşı tarafın ona sunmuş olduğu süreç karşısında binlerce lira, on binlerce lira karşı tarafa aktarılabiliniyor.

Her zaman söylediğim bir şey vardır; bir insan bir insanı kandırmak istiyorsa muhakkak suretle kandırır. Onun için Rabbim kötülerle karşılaştırmasın.
Bu tür insanlarla mümkün mertebe karşılaşmayalım, bu tür ortamlardan uzak duralım.

20 Eylül 2015 Pazar

Otoriteye boyun eğme olgusu insanın fıtratında vardır.

2. dünya savaşında Almanya tarafından yürütülen o toplama kamplarında olsun, ister savaş esnasında olsun binlerce insanın öldürülmesine, acı çekmesine neden olan bu faaliyetler iyi eğitimli insanlar tarafından yönetildi.

Bunlar iyi eğitim almış insanlardı, bunlar iyi ahlaklı toplum tarafından örnek gösterilen takip edilen insanlardı. 

Fakat insanlıkla bağdaşmayacak, din ile ahlak olgusuyla bağdaşmayacak şeyler yaptılar. İşte bu otoriteye boyun eğme olgusu olarak tanımlanıyor.

Otoriteye boyun eğme olgusu insanın fıtratında vardır.

1960 lı yıllarda sosyal psikoloji alanında yapılmış Milgram deneyinde, 12 tane denek alınıyor. 25-55 yaş arası, toplumda orta seviyede olan memur, öğretmen, işçi vs. tarzı, herhangi bir suça bulaşmamış, psikolojileri yerinde ortalama yurdum insanları alınıyor. Tabi bu Amerika da yapılan bir deney.

Bu insanlara deniliyor ki sizi bir yarışma programında moderatör olarak kullanacağız. Sizden istediğimiz şey soru sorduğunuz kişi yanlış cevap verdiğinde ona elektrik şoku vermek. Tamam veririz diyorlar. Yalnız her yanlış cevabından dolayı şoku bir seviye arttıracaksınız diyorlar. 

Önünde düğmeler var.
12 tane soru soruluyor. 45 volt ttan başlıyor düğmeler 450 volta kadar çıkıyor. 450 voltta şehir şebekesinin 2 katıdır.

Deney başlıyor ama aslında kendisine soru sorulan kişi bir aktör, oyuncu. Herhangi bir şekilde elektrik şoku falan almıyor. Fakat uygulayan kişi düğmeye bastığında numaradan çığlık atıyor. Kişi bunu duyuyor ve görüyor. Araları camla ayrılmış 2 ayrı paravandalar. Kusura bakmayın elektrik şoku vermek zorundayım diyor ve 45 volta basıyor. 

Sonra kişi 2. Soruyu da bilemiyor bu sefer voltaj yükseliyor 55, 65, 75, 85 95 bu şekilde çıkıyor tabii karış tarafın çığlıkları da ona bağlı olarak artıyor.

Deneyi uygulayan kişiler huzursuzlanmaya başlıyorlar. Bu esnada hemen arkalarında bir profesör oturuyor. O da esasında profesör değil, profesyonel bir oyuncu ve kişinin deneyi yönergelere uygun bir şekilde gerçekleştirip gerçekleştirilmediğini kontrol ediyor. Tabi bu şekilde kameraya da çekilmiş vaziyette.

Bu arada kişiler dönüp elektrik şoku biraz fazla olmaya başladı, karşıdaki kişi acı duyuyor acaba bıraksak mı diyor.
Deneye devam etmemiz gerekiyor, bu profesyonel bir deney, lütfen devam edip size verilen yönergeleri uygulayınız diyor sert bir ses tonuyla.

Deneyin artık ilerleyen zamanlarında voltaj artık 200 leri aştığında ve karşı taraf ciddi anlamda çığlıklar atmaya başladığında karşı taraf ben deneyden çıkmak istiyorum diyor. Yeter artık çok acı çekiyor beni rahat bırakın diyor. Orada o otoriteyi temsil eden profesör devreye giriyor, uygulamaya devam etmelisin bırakamazsın bu aşamada, temelinde insanların iyiliği için yapılmış bir şey bu diyor.

Burada sadece otoriteye itaat yok, otorite boyun eğmeyi insanların iyiliği için gerekçesine de dayandırıyor. İşte bilim insanların iyiliği için çalışan bir kurumdur, her ne kadar şu aşamada karşı taraf zarar görse de, acı duysa da bilimsel gerçekler söz konusuysa buna devam edilebilir. ( ne kadar çarpık bir mantık)

Ki günümüzde yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor; bilimsel deneylerde kullanılan insan deneklerden, hayvan kobaylardan acı çektirilen binlerden yüzbinlerden bahsediliyor. Bunların hepsi bilim adına yapılıyor.

2. dünya savaşında da nazi toplama kamplarında ki tutsakların bir kısmı Yahudi idi, bir kısmı çingene idi, bir kısmı Alman olmasına rağmen engelli olan tutsaklardı birçoğu bilimsel deneylerde kullanılmıştır ölmeleri pahasına, acı çekmeleri pahasına. 

Ve işin ilginç tarafı 12 denekten 9 u karşı tarafın çığlıklarına rağmen otoriteye boyun eğerek deneyi tamamlıyor. Karşı taraftaki deneğe tam 450 volt veriyor. Bu çok tedirgin edici bir deney ve bu insanlar asker değil, polis değil, bu insanlar günlük hayatta  toplumda her yerde karşılaşabileceğimiz memur, işçi tarzı insanlar.

İnsanlarda otoriteye boyun eğme olgusunun ne kadar güçlü olduğuyla alakalı çok sarsıcı bir deney. 

Karşı tarafı hayati tehlike yaşama ihtimaline rağmen insanlar % 85 oranında otoriteye boyun eğiyorlar. 

Onüç kişiden sadece 3 ü itiraz ediyor. İşin ilginç tarafı bu insanlar da baştan itibaren itiraz etmiyorlar ilerleyen evrelerde tehlike eşiği tabir edilen 220 volt tan sonra itiraz ediyorlar.

Dolayısıyla insanın tabiatında otoriteye boyun eğme eğilimi var. İşte karşı taraf bunu kullanıyor.

19 Eylül 2015 Cumartesi

Korku aklı bloke eder

Ne diyor telefon dolandırıcıları:

Sizin telefonunuz ya da hesabınız terör örgütünün eline geçmiş diyor ve terör örgütü tarafından çeşitli operasyonlarda kullanılmıştır  diyor. 

Zaten terör örgütü denilince eyvah kişi terör örgütüyle etkileşim içerisine girmiş vaziyette. Ya da mafya ile tehlikeli bir etkileşime girmiş vaziyette. Bu normal sıradan insan açısından günlük hayatta çok da temas edemeyeceği fakat temas etmekten korktuğu bir olgudur.

Ne yapıyor?
Korkuyor.
Bununla birlikte ikinci bir korku unsuru daha. Sizinle ilgili, hakkınızda açılmış olan bir dava var.

Eyvah.
Bir tarafımızda terör örgütü paçayı kaptırmışız oraya, öte taraftan devlet tarafından da şüpheli olarak görünüyoruz.

Bu alt beynimizi tedirgin ediyor. İçimizdeki çocuk korkuyor tabiri caizse. 

Korkmaz mısınız?
Tabiki korkarsınız. Eğer bu konuda bilinçli değilseniz, bu konuda eğitimli değilseniz.

Ama eğer siz, ooo biz nerelerden geçtik, ne terör örgütleri, ne hakimler, ne savcılar, ne yapılanmalar gördük, düştük kalktık diyorsa alt beyin o korku mekanizması devreye girmez.
Tabi o zaman karşıdaki kişi telefonu kapatıyor. Diyorlar ki; bu aradığımız kek değil.

Sizin o taraklarda beziniz yok ise o zaman alt beyin, eyvah varlığımız tehlike altında, bu sıra dışı bir durum güvenliğimiz tehdit altında diyor  ve alarm mekanizmasını devreye sokuyor. Sempatik sinir sistemimizi devreye sokuyor.

Zaten o sempatik sinir sistemimiz devreye girdiği anda sen sen olmaktan çıkıyorsun. 

Böbrek üstü bezlerimizden adrenalin karışıyor kanımıza, adrenalin kan dolaşımımız aracılığıyla bütün bedenimize yayılıyor, bir anda kalp atışlarımız hızlanmaya başlıyor, kaslarımız gerginleşiyor, ışı ışık ses duyarlılığımız artıyor.

Damarların en yoğun olduğu bölge beynimizdir, dolayısıyla kortekstir, dolayısıyla adrenalinden en fazla etkilenen bölge de kortekstir, aklın üzerinde çalıştığı yapıdır.

Adrenalin devreye girdiğinde korteksin etkisi asgari düzeye iniyor. Korteksin faaliyetlerinin asgari düzeye inmesi demek kişinin aklının ve vicdanının devre dışı kalması demektir.

15 Eylül 2015 Salı

Telefon dolandırıcıları ve şebekeleri daha ziyade üst beynimizi değil, alt beynimizi hedef alıyor.

Telefon dolandırıcıları ve şebekeleri daha ziyade üst beynimizi değil, alt beynimizi hedef alıyor. 

Yani diğer bir deyişle içimizdeki çocuğu etkilemeyi, onu kandırmayı hedef alıyor. 

Üst beyini kandırabilmek o kadar kolay değil. Çünkü akıl bir şekilde orada kendini düzeltiyor, vicdan kendini düzeltiyor ama alt beyin üzerinden insanları manüpüle edebilmek, kullanabilmek çok kolaydır.

Reklamlarda bile hep alt beyine yönelik eylemler vardır.

Telefon dolandırıcılığında birincisi hep kendinden emin bir şekilde konuşuyorlardı diyorlar. 

Yani bu konuşan insanlar tiyatro yeteneğine sahip insanlar. Bir savcı gibi bir emniyet amiri gibi konuşuyorlar. Ki bunların her ikisi de insanların bilinçaltında itaat edilmesine zorunlu olan en üst somut otoritedir.

Arka planda da telsiz konuşma sesleri veya bir gürültü veriyorlar sanki bir kamu kuruluşundan aranıyormuş ya da bir karakoldan aranıyormuş havası oluşturuluyor.

Tabi kişinin bilinç düzeyi bu sesleri çok iyi seçemiyor fakat bilinç altımızın algısı bilinç üstümüzün algısının çok daha üstündedir. Üst beyin düzeyinde algılayamayacağımız sesler alt beyin tarafından işitilir ve işleme tabi tutulur. Diğer bir deyişle alt beynimize ben senin için boyun eğmen gereken bir otoriteyim mesajı veriliyor.

Bu otoriteye boyun eğme olgusu insanın fıtratında vardır.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Yetişkşn tarafımız mı yoksa çocuk tarafımız mı devrede

İçimizdeki ses anne babamızın ağzıyla konuşmaya başladığı zaman içimizdeki çocuk devreye giriyor. 

O çocuk kaç yaşlarında 3-4-5-6 yaşarında diyelim. Bir çocuk için ebeveyni nedir? Astığı astık, kestiği kestik söyledikleri kanundur. 

Yetişkin tarafımız bunları akıl süzgecinden geçiriyor ama içimizdeki çocuk bundan etkileniyor. 

Dedik ya duygular alt beynimizde oluşuyor. Dolayısıyla o yapı direkt alt beynimizi harekete geçiriyor. Direk duygu durumumuzu değiştiriyor. 

Ve bizde diyoruz ki; ben şimdi niçin korktum ki? Neden bu kadar kafaya taktım. Neden bu kadar büyüttüm. 

Çünkü içindeki ses yani anne baba tarafın konuşmaya başladı. Ve bu konuşma çocuk tarafını etkiledi. 

Ve bu etki duygu olarak tezahür etti. O zaman bir şekilde içimizdeki o anne baba tarafımızla iletişime geçip onu anlayıp hissetmek durumundayız. 

İnsiyatifi ondan almak durumundayız.
Bunu nasıl yapacağız. Bu aşama aşama. Öncelikli olarak onu tanımış olduk.

Peki anne baba tarafımızla nasıl iletişime geçeceğiz. Bu yapıyı nasıl yöneteceğiz? 

Konuşmalarına bizim içsel işlevlerimize, düşünce duygu ve davranışlarımızın uyum süreçlerine olan etkisini nasıl yöneteceğiz?

Bunları ayrıca ele alacağız.

12 Eylül 2015 Cumartesi

yetişkin tarafımızı devreye sokmamız gerekiyor.

Öncelikli olarak yetişkin tarafımızı devreye sokmamız gerekiyor.

Anne baba tarafımızın farkına vardık mı? Vardık.

Onu iyi anlamak, iyi tanımak durumundayız.

Peki bunu nasıl yapacağız.
Hemen bir uygulama yapalım. Onu karşımızda hayal etmenizi istiyorum. İçinizde konuşan o yapıyı hayal etmenizi istiyorum. 

Nasıl birisi? Anneniz mi canlanıyor gözünüzün önünde, babanız mı? Yoksa her ikisi birlikte mi canlanıyor. 

Tanımadığınız birisi mi var yoksa gözünüzün önünde? Biz buna görsel düşünme diyoruz. Onunla rabıta kurun, irtibata geçin. Onu hayal edin bakalım. 

Ve o konuşurken içinizdeki o anne baba yönünüzün kaç yaşındaki hali gözünüzün önünde canlanıyor. O yaşlar sizin kaç yaşlarınıza tekabül ediyor.

Benim şahsen baktığım zaman gözümün önünde genç bir anne baba canlanıyor. Belki benim üç, dört, beş, altı, yedi yaşlarıma tekabül eden bir evre. Onların o gençlik halleri. 

Sizde bir bakın karşınızda canlanan o anne baba ki illa anne baba olmak zorunda da değil. Ebeveyn konumunda olan başkası da olabilir. Teyzeniz, amcanız, halanız, anane babaanne, hocanız, öğretmeniniz de olabilir. Kim onlar kaç yaşlarındalar ve sizin kaç yaşlarınıza tekabül ediyor şöyle bir tespit edin.

Bu neden önemli?

Çünkü içimizdeki o yapı konuşmaya başladığı zaman içimizdeki çocuk devreye giriyor. O çocuk kaç yaşlarında 3-4-5-6 yaşarında diyelim. 

Bir çocuk için ebeveyni nedir? Astığı astık, kestiği kestik söyledikleri kanundur. Dolayısıyla anne babamızın o dönemdeki yaklaşımı, söylemi, tarzı içimizdeki çocuğa yönelik. 

Yetişkin tarafımız bunları akıl süzgecinden geçiriyor, vicdan süzgecinden geçiriyor. Ama içimizdeki çocuk bundan etkileniyor. 

Dedik ya duygular alt beynimizde oluşuyor. Dolayısıyla o yapı direkt alt beynimizi harekete geçiriyor. Direk duygu durumumuzu değiştiriyor. Ve bizde diyoruz ki; ben şimdi niçin korktum ki? Neden bu kadar kafaya taktım. Neden bu kadar büyüttüm. 

Çünkü içindeki anne baba tarafın konuşmaya başladı. Ve bu konuşma içindeki çocuk tarafını etkiledi. Ve bu etki duygu olarak tezahür etti. O zaman bir şekilde içimizdeki o anne baba tarafımızla iletişime geçip onu anlayıp hissetmek durumundayız. İnsiyatifi ondan almak durumundayız.

Vicdanımız anne babamızın ağzıyla konuşur

Bazı insanlara bakıyoruz, aşırı derecede baskıcılar, müdahaleciler. Eşlerine karşı, çocuklarına karşı, patronsa çalışanlarına karşı, ast olarak kimi görüyorsa ona karşı böyle baskıcı ve müdahaleci bir yaklaşım sergiliyorlar. 

Burada da sen kalıplayıcı anne baba tarafınla yaklaşıyorsun demektir. Mesela babanızın kalıpları vardır ve sizden onun gibi kalıplayıcı, ip gibi olmanızı bekledi. 

Peki siz ne yaptınız? Ben hayatım boyunca onun bu yaklaşımından hiç hoşlanmadım ama uyum gösterdim. 

Çünkü bağırıyordu çağırıyordu, kızıyordu,  dövüyordu, annem üzülüyordu, huzursuzluk çıkmasın diye idare ediyordum. 

Ne oldu zaman içerisinde? Farkında olmadan Babanı modelledin. Hani anne ve babalar şikayet ederler ya! Ya hocam anne ve babamın yıllarca bana olan yaklaşımından şikayet ettim, tan ettim, buğz ettim, kendime sözler verdim. 

Ben büyüdüğümde böyle anne ve baba olmayacağım diye. Ama gel gör ki bugün anne ve babamın hatalarını ben de tekrarlıyorum.

İşte bunun sebebi bu. İçimizde anne baba tarafımız var ve o anne baba tarafı anne babamızı modelledi. 

Evet biz yetişkin tarafımızla, aklımızla anne babamız bize karşı sağlıklı yaklaşımlar sergileyemedi.

Allah onlardan ebeden razı olsun. Fakat tavırları, yaklaşımları sağlıklı değildi. Yetişkin tarafımızla biliyoruz bunu. 

Fakat yetişkin tarafımız devrede değil ki çocuğumuzla iletişim kurarken, eşimizle iletişim kurarken, astımızla iletişim kurarken ya da çevremizdeki insanlarla iletişim kurarken yetişkin tarafımız devrede değil ki. 

Hangi tarafımız devrede? Anne baba tarafımız devrede. Ne oluyor anne baba tarafı devrede olduğunda? O babadan anneden gördüğü kalıplayıcı, müdahaleci, baskıcı bir şekilde yaklaşıyor. 

Kafasında şablonlar var ve karşısındakini o şablonlara sıkıştırmaya çalışıyor, baskı yapıyor, yeri geldiğinde şiddet uygulamaktan, azarlamaktan kaçınmıyor. Ya da küsüyor, uzaklaşıyor, kırılıyor, benim istediğim gibi değilsin diyor. 

Böyle insanların çocukları ya aşırı derecede uyumlu bağımlı tipler olur ya da aşırı derecede özgür, hırçın tipler olur. Böyle insanlar kişiyi ya bağımlı hale getirir ya da isyankar, tepkili hale getirir. Zordur bu tür insanlarla baş etmek.

İçimizdeki ses yani anne baba tarafımız ne söylüyor

Bu yapı söyledikleri itibariyle 2 ye ayrılır;

1. Koruyucu anne baba; ki bazı anne babalara bakarız koruyucudur, kollayıcıdır. Aman yavrum dikkat et, üşütürsün, soğuk içme, terleme vs. üzerine titrer. Acır, şefkatle, merhametle yaklaşır. Bizim bütün istek ve arzularımızı karşılamaya çalışır elinden geldiğince.

Bu iletişimi biz çocuklarla iteşim sürecinde onaylıyor muyuz? Hayır onaylamıyoruz. Bu yaklaşım çocuğun büyümesine mani olur. 

Evet zahiren bakıldığında çocuk büyüyor fakat onun aklı yeterince olgunlaşmıyor. Çünkü anne ve babanın gölgesi altında. 

Bu tarz insanlara baktığımız zaman onlar büyüdüklerinde de koruyucu anne baba taraflarının devrede olduğunu görüyoruz. 

Koruyucu anne baba tarafı gerek kendileriyle ilgili iletişim sürecinde devreye giriyor, aman evladım üşütürsün, hasta olursun, dikkat et vs. konuşuyor ve bizi baskılamaya devam ediyor. 

Bizim başkalarıyla olan ilişkimizde de devreye giriyor bu koruyucu anne baba tarafımız. İşimize sanki bizim çocuğumuzmuş gibi davranıyoruz.

Çocuğumuza büyümesine, yavaş yavaş kendi ayakları üzerine durabilecek yaşa gelmesine rağmen sanki korunmaya kollanmaya muhtaçmışçasına yaklaşıyoruz. Patronsak çalışanlarımıza aşırı kollayıcı yaklaşıyoruz.

11 Eylül 2015 Cuma

İçimizdeki anne baba konuşunca...

Hani kimi zaman içimizdeki sesten yakınırız ya, içimizdeki ses sürekli beni eleştiriyor, içimdeki ses sürekli bana ne yapacağımı söylüyor, içimdeki ses beni suçluyor, içimdeki ses bana acıyor. İşte o ses çoğu zaman içimizdeki anne baba tarafımızın sesi.

Eğer bir yerde çocuk varsa anne-babalar da vardır. İçimizde de eğer bir çocuk varsa ki var, o çocuğa nezaret eden, izleyen, takip eden, gözeten, ona yönergeler veren, ona müdahalelerde bulunan, koruyan, kollayan, onu terbiye etmeye çalışa, onu dış dünyanın tehlikelerinden korumaya çalışan bir yapı da muhakkak suretle vardır.

İşte buna biz anne baba tarafımız diyoruz. Evet iç dünyamızda, beynimizde bir ebeveyn tarafımız var.

Nasıl oluşuyor bu anne baba tarafı?
Nasıl ki ülkelerin birbiri nezdinde büyükelçilikleri varsa, insanların da özellikle de bizim hayatımızda özel bir yeri olan insanların da zaman içerisinde bizim üzerimizde bir temsilcilikleri, bir karşılıkları oluşmaya başlıyor.
Ki bizim hayatımızdaki en önemli insanlarda anne ve babamızdır. 

Çocukluk döneminde her an bize nezaret ederler. Her an bizler onların gözetimi altındayız ve her an her şeyimize yorum yaparlar, konuşurlar, bize yönergeler verirler, tavsiyeler verirler, bazen bize kızarlar, bazen bizi eleştirirler, suçlarlar. 

Bütün bu eylemler, söylemler bizim iç dünyamızda bir karşılık meydana getirir. Beynimizde anne babamıza karşılık bir yapı oluşur.

Sonra biz büyürüz. Fakat bu oluşan yapı var olmaya ,işlemeye  konuşmaya devam eder.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Zorlantılı davranışlar

Zorlantılı davranışlar kişinin yapmak istemediği fakat kendini yapmak zorunda hissettiği davranışlardır.

Peki bir insanın bu şekilde saçma davranışları yapmasını zorlayan şey nedir?

Gerilimdir

Kişi o gerilimden kurtulmak için yapar bu davranışları.
Şehirlerarası bir yola çıktıktan ve 80-100 km yol aldıktan sonra acaba ütünün fişini çektim mi diyerek o 80-100 km yoldan geriye dönen insanlar var.

Niye geriye dönüyorlar. Çünkü gergin, çünkü huzursuz. Eğer geri gelmezse onun o tatili burnundan gelir. Tatil boyunca sürekli kafasının bir tarafında ütü prizde mi, şu an elektrik sarfiyatı söz konusu mu, yangın çıkar mı? Sorularıyla o tatil o kişiye zehir olur.

Sadece kendisine zehir etmez, ailesine, eşine ve çocuklarına da zehir eder. Bundan dolayı boş ver deyip o 80-100 km yolu geriye dönerler ve kontrol ederler.

Kontrol ettiklerinde ütünün fişini çektiğini görüyorlar. Ama olsun o gerilimle, o huzursuzlukla geçirmektense en azından içim rahat etti.

Alt beynimiz her şeyi siyah ve beyaz olarak görür. Çektiğine %100 emin misin diyor? Kardeşim ben %99 çektiğime eminim diyor. Yani %100 emin değilsin diyor. 

Tamam %100 emin değilim ama % 99 eminim diyor. Olmaz sen %100 emin değilsen bu durum beyaz değil diyor. 

Beyaz değilse o zaman tehlike var demektir. Ya beyaz değil ama siyah da değil. İşte o alt beynimiz hayatı siyah beyaz olarak görür. Onun için bir durum ya güvenlidir, ya değildir. İnsan ya iyidir, ya kötüdür. Ya güzeldir, ya çirkin dir ortası yoktur alt beynimizin hiç.

Çünkü aşırı derecede duyarlı hale gelmiştir olaya, güvenlik boyutuyla bakmaktadır.

Eğer bir şeyden %100 emin değilse o zaman alt beynimiz hemen alarma basıyor. Eyvah bir tehlike var diyor ve buna bağlı olarak böbrek üstü bezlerimizden adrenalin hormonu salgılanıyor. 

Bu adrenalinin etkisiyle kişi aşırı derecede geriliyor, bu gerilimden kurtulmak için o zorlantılı davranışları sergiliyor.

1 Eylül 2015 Salı

Eşinin durağanlığından ve sıradanlığından yakınan bir dinleyicime verdiğim cevap...

"Sendeki gelişime bağlı eşinle arandaki makas git gide acilyor bu aranızdaki sorunların derinleşmesine ve bir kopuşa neden olabilir . Lakin bunun çözümü eşini dönüştürmeye çalışmak degildir. Zira erkekler buna güçlü bir sekilde direnç gösterirler .

Sahip olduğun bilgelik ve tecrübeyi onu artı ve eksileriyle oldugu gibi kabule ve sevmeye yöneltirsen aranızdaki makas ne olursa olsun birlikteliğiniz esenlikle devam eder. "

Siz ne dersiniz ?

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Annesinden yakınan bir okuyucuma verdiğim cevap

Annesinden yakınan bir okuyucuma verdiğim cevap...

"Anne ve babalarımız bizi yetiştirme sürecinde bize farkında yada değil bir çok zararlar vermiş olabilirler. Bununla birlikte bizlere kazandırdıkları artılar da göz ardı edilemez . Bu artıları ve Mevlânın bize bahşettiği kaynakları kullanarak onların dikenlerinden kendimizi koruyabilir ve onlarla ilişkilerimizi sağlıklı bir tarzda sürdürebiliriz "

Siz ne düşünüyorsunuz ?

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Duygu davranıştan bir önceki aşamadır.

Duygu davranıştan bir önceki aşamadır. Duygu aracılığıyla bedenimiz bir davranışa hazırlanır. 

Mesela adrenalin hormonu salgılanır korku duygusu açığa çıkartılır. 

Korku duygusuyla bedenimiz kaçma davranışına hazırlanır. O anda karnımız, kollarımız, bacaklarımız, sindirim sistemimiz, gözlerimiz vs.. bütün bedenimiz bu davranışa hazırlanır. 

Hepsi de bilir o davranışın ne olduğunu. O davranış kaçmaktır. 

Evet bedene hazır ol kaçacağız komutu geldi adrenalin hormonu aracılığıyla. 

Hormonlar iletişim araçlarıdır. Beynimizin bedenimizle iletişim kurma sürecinde kullanmış olduğu sinir sisteminin yanı sıra kullanmış olduğu diğer bir aracı hormonlardır. 

Adrenalin hormonunu gördüğünde beden bilir ki biz şimdi kaçacağız ve kendini ona göre hazırlar. Kendini kaçmaya hazırlar.

Bizler kaçmamaya, direnmeye aht etmişizdir. Ama bedenimiz aldığımız o kararların aksine bambaşka moda girmiştir. Kaçış moduna girmiştir.

Sonra bir bakarız ki kaçıyoruz.

25 Ağustos 2015 Salı

Neden anne babamızı artı ve eksileriyle olduğu gibi modelliyoruz?



Çünkü bizim iki tane beynimiz var. Bir üst bir de alt beyin. 

Düşünceler üst beyinde oluşuyor, duygular ise alt beyinde oluşuyor. 

"Ben çocuğumu kıyaslamayacağım,  ben onu dövmeyeceğim, ben o ona kötü sözler söylemeyeceğim vb.  ” bu kararları bizler üst beynimizde alıyoruz. 

Bu düşüncelerimizin davranışa dönüşebilmesi için duyguya ihtiyaç var. Duygular da alt beynimizde oluşuyor. 

Tabi alt beynimiz olaya üst beynimiz gibi bakmıyor. İçimizdeki çocuk da diyoruz o alt beynimize. Neden? 

Çocuksu bir yapı çünkü ve ağırlıklı olarak çocukluk döneminde şekilleniyor.  Çocukluk dönemi parametreleri ile hareket ediyor. 

Çocukluk döneminde oluşturduğu o haritalarla dünya da yolunu bulmaya çalışıyor o alt beynimiz.

Peki çocukluk döneminde onun idolü, takip ettiği rehberi kim?

Elbette ki annesi ve babası.
Dolayısıyla anne ve babanın davranışları her ne kadar çocuğun hoşuna gitmese de, çocuk bunun mağduru olsa da, bundan fiziksel ve duygusal olarak zarar görse de yapıyorlarsa muhakkak bir hikmeti vardır, bir sebebi vardır, onlar bizim kötülüğümüzü istemezler diyerek o davranışları haritaya işaretliyorlar. 

Olumlu davranışlar olarak ,yeri geldiğinde sergilenmesi gereken davranışlar olarak işaretliyorlar.

Anne babamızın olumsuz yönlerini de modelleriz

Neden bir insan anne ve babasında var olan ve yakındığı, şikayet ettiği, belli ölçüde mağduru olduğu o hataları kendisi de bir ebeveyn olduğunda sergiler?

Anne babamız bizi hayata ellerinden gelen en iyi şekilde hazırlamaya çalıştılar. Bu süreçte fiziksel, duygusal, sosyal ihtiyaçlarımızı karşıladılar. Ellerinden gelenin en iyisini yapmaya gayret ettiler.

Bununla beraber onlarda insanlardı. Onlarda gökten zembille inmemişlerdi. Düşe kalka geçmişlerdi bu yollardan. 

Dolayısıyla onlarında hataları, kusurları, bazı zaafları vardı ve bunlar ister istemez bizlere yansıdı. Bizler küçük bir çocuk olarak bunlara şahit olduk. Bunların belli ölçüde mağduru da olduk.

Ve kendi kendimize ahd ettik.
Dedik ki; Ben büyüdüğümde bu hatalara, bu yanlışlara düşmeyeceğim.

Diyelim ki, anne babası sertse kişinin, ben çocuğuma karşı yumuşak olacağım.
Ya da anne babası şiddet uyguluyorsa, ben çocuğuma asla şiddet uygulamayacağım.

Anne babası eğer, 
kıyaslıyorsa, aşağılıyorsa, hakaret ediyorsa, ben kesinlikle bunları yapmayacağım diyerek belki çocukluk döneminde aht etmiş bile olabilir.

Fakat gelin görün ki  gün geliyor, zaman geçiyor bu bizim anne ve babasının hatalı tutumlarından yakınan çocuk anne - baba oluyor ve bu hataları tekrar ediyor.

Bunlardan yakınıyor olmasına rağmen anne ve babasının o hatalı tutumlarından yakınıyor olmasının ötesinde kendisi de bu hataları sergiliyor ve bunları düzeltemiyor.
 

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Depresyonun belirtileri nelerdir?

Kendinizi yorgun hissediyor musunuz? İsteksizlik, boş vermişlik hali var mı? 

Anlamsızlık, Bir şeylerden tat tuz alamama var mı? 

İçinizden hiçbir şey yapmak gelmiyor mu? Uyku, yemek, cinsellik gibi aktivitelerinizde azalma söz konusu mu?

Niye yaşıyoruz ki, ölsek de kurtulsak, bitse de gitsek bu tarz düşünceler zihnimizden geçiyor mu?

Bu belirtilerin zaman zaman var olması bizim depresyonda olduğumuzu mu gösterir?

Elbette ki değil. Hepimiz yaşam olaylarının getirdiği o ağırlığa, o basınca bağlı olarak kimi zaman böyle hissedebiliriz. Bu fıtri bir tepkidir.

Peki hangi durumda depresyonda oluyoruz?

Eğer bu saymış olduğumuz belirtilerin tamamı ya da önemli bir bölümü 1 ayı geçkin bir süre, ortadan kaybolmaksızın ya da azalma eğilimi göstermeksizin sürekli varsa o kişiye depresyon tanısı koyuyoruz.

Yaşam kalitemiz düşerse sonuç:Depresyon

Depresyon psikolojik rahatsızlıklar içerisinde görünme sıklığı en yüksek olan psikolojik rahatsızlıktır. 

Depresyonun kadınlarda görünme oranı erkeklerin kine oranla biraz daha fazladır. Toplumun %5 ile % 10 gibi bir kesiminde depresyon görünmektedir. 

Önümüzdeki 10 yıl içerisinde depresyonun en çok iş kaybına neden olan ikinci hastalık olması öngörülüyor. 

Özellikle de kent hayatı, bireyselleşmenin hat safhaya varmış olması, kişinin beyninin kimyasını olumlu yönde etkileyecek aktivitelerden uzak kalması, fıtratın bozulması vb. gibi faktörlere bağlı olarak depresyon oranı git gide artıyor.

16 Ağustos 2015 Pazar

Icimizdeki çocuğun çocuklarımızla iliskisi nasıl

Çoğu anne babaya bakıyoruz çocuğuyla ilişkisini kendi içindeki çocuk üzerinden gerçekleştirir. 

Diyelim ki çocukluk döneminde bazı korkular yaşadık . 

İçimizdeki çocuk o korkuları geçmişten günümüze taşıyor ve kendi şahsımızda o korkularımızı çocuğumuza yansıtıyoruz ve onun özgürlüğünü kısıtlıyoruz. 

Fazlasıyla koruyucu, kollayıcı, müdahaleci bir ebeveyne dönüşebiliyoruz. Bunun sebebi çocukluktaki korkularımızdır .

Kimisi bunun farkındadır bunu yönetir, kimisi de bunun farkında değildir.

Diyelim ki kişi çocukluk döneminde yeterince özgür olamamışsa o da kendi çocuğuna yeterince otoriteyi uygulayamıyor, ona kıyamıyor. Kendisi küçükken çok dayak yiyip çok baskılandığı için içindeki çocuk genellikle kendi çocuğumuzla ve başka çocukluklarla özdeşim kurar.

Ve kendi yaşayamadığı özgürlüğü çocuğuna yaşatmak suretiyle içimizdeki çocuk o özgür olma ihtiyacını, o hür olma ihtiyacını bir şekilde gerçekleştirir. 

Buna biz YANSITMA diyoruz.
Hani eşeğini dövemeyen semerini dövermiş derler ya bu da o hesap. 

Bu bazen olumlu yansıtma bazen de olumsuz yansıtma olabiliyor. 

İçindeki çocuğun etkisiyle kişi bu süreçte kevni ve kelami prensipleri dikkate almaya biliyor. 

O babalık annelik rolünü ihmal edebiliyor. Ve çocuğuna olması gerektiğinden çok daha fazla özgürlük veriyor bu da çocuğun hayatla uyumunu bozuyor. 

Çocuk oto kontrol mekanizmasını geliştiremiyor, çocuğun dünyasında bir otorite kavramı oluşmuyor. 

Dolayısıyla otoriteye itaat etme, çevresel kurallarla uyumlu olma gibi yetenekleri gelişmiyor. Bu da sorunların yaşanmasına neden oluyor.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Fıtrat alacaklarından vaz geçmez

Biz kaç yaşına gelirsek gelelim eğer fıtrat kendini gerçekleştirememişse, ihtiyaçlarını karşılayamamışsa o kendini gerçekleştirme ve ihtiyaçlarını karşılama çabası içerisindedir.

Örneğin; ergenlik dönemini gerektiği gibi yaşayamamışsa içimizdeki çocuk diğer bir deyişle fıtrat geç ergenlik dediğimiz bir olguyla karşılaşabiliyoruz 40 lı yaşlarda. 

Buna orta yaş sendromu da deniliyor. Dilimize “40 ından sonra azanı teneşir paklar” sözü boşu boşuna girmiş değil.

Bunun esasında bilimsel bir karşılığı var. Dilimizdeki o atasözleri ve deyimlerin hemen hemen tamamı binlerce yıllık tecrübeden süzülmüş olan ifadelerdir. Ve hepsi temelde bir bilimsel gerçeğe işaret etmektedir.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Senin çocuğunla ilgili planların varsa O'nun Mevlasının da var

Bu çocuk benim istediğim şekilde, istediğim özellikleri veririm onun beynine diyemezsin. 

Bir şeyi yaptığını zannedersin aradan zaman geçer bir bakarsın ki yıkılmış yok olmuş o.

Allahü Tealanın o çocuk üzerindeki planlarını dikkate alarak üzerine bir şeyler inşa edeceğiz.  O planı dikkate alarak inşa edersen, fıtratı dikkate alırsan o binalar kolay kolay yıkılmaz.

Ama sen onu dikkate almaz isen, kendi kafana göre bir şeyler yapmaya çalışırsan o çocuk hayatın içerisinde ilk yaşayacağı sarsıntıda senin inşa ettiğin o kişilik çöker. 

O açıdan çocuklarımıza yaklaşırken Mevla tarafından yapılan planları dikkate alacağız, onlar genler aracılığıyla beynine yerleştirildi, onları dikkate alırsak herşey çok daha kolay olacaktır. Yoksa sıkıntılı olacaktır. 

11 Ağustos 2015 Salı

Temeli Mevla atar binayı ana baba çıkar

Anne baba yakınıyor ,

-Hocam bizim çocuk hiç kendini savunamıyor, ben ona dedim kaç kere sana vurana sen de vuracaksın diye yine de yapamıyor .

Şimdi eğer çocuk dışa dönük bir yapıya sahipse bunu yapar. Fakat içe dönük yapıya sahip bir çocuksa bunu yapamaz. 

Onun stratejisi daha ziyade geri çekilmek şeklindedir. Bunu genler belirler. 

Bu fıtrattır, yaratılıştan gelen bir şeydir. Sen o çocuğa sen de kavga et, sende vur diyerek yapamayacağı, başaramayacağı, kendisinde alt yapısı olmayan bir şeye zorluyorsun. 

O zaman çocuk bunu eline yüzüne bulaştırır. Kavga eder, haklı davasında haksız duruma düşer. Kavga edebilir ama bunu beceremez çünkü bunda genetik alt yapısı yoktur.

Bazı çocuklar öyle güzel kavga ederler, haklarını öyle güzel savunurlar ki, çünkü onlarda bunun genetik alt yapısı vardır. 

Bunlara baktığımız zaman dışa dönük çocuklar olduklarını görüyoruz. 

Bazı çocuklar da bir türlü kavga etmeyi saldırmayı beceremez. O zaman onun fıtratını göz önünde bulundurup ona saldırmayı değil savunmayı öğreteceğiz. 

Çocuğu savunma sporlarına göndereceğiz orada o savunmayı öğrenecek.

Beyinlerinde var olmayan bir şeyi var edebilmemiz kesinlikle mümkün değildir. Bu suya yazı yazmak gibi bir şeydir. Ve zaten bizden istenen şey de bu değildir. 

Çünkü o var etmek istediğiniz şey onun faydasına olacak, onun ihtiyacı olan bir şey değildir. Eğer olsaydı zaten Mevla onun alt yapısını oluştururdu , temelini atardı sende üzerine binayı çıkardın.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Vermeyince mabud ne yapsın Sultan Mahmud

Bir konuyu çocuğumuza anlatırken o konuyla ilgili çocuğun beynindeki konnektomları , nöral yolları dikkate alacağız. 

Acaba orada öyle bir yol var mı?

Diyelim ki çocuğumuzun dindar olmasını istiyoruz, ibadetlerine dikkat etmesini istiyoruz. Fakat bakıyoruz beyninde  o kennektomlar yok, yani o çocuğun genlerinde dindarlık yok , o zaman o çocuk dindar olmaz. Bakın dinsiz olur demiyorum. Sadece senin istediğin tarzda bir dindar olmaz.

Ama ileride o yollar açılabilir tabiki.

Sabırla o yolun açılmasını bekleyeceksin. Her şey programlanmış. O program da insanın beynine yüklenmiş. Kader programı insanın beynine yüklenmiştir.

Levha mahfuzun bir izdüşümü olan o yollar bizlerin ve çocuklarımızın beyninde mevcut.

O yolları dikkate almalıyız. Nasıl ki çocuğumuzu yedirirken onların iştahını dikkate alıyoruz bu konuda da onların gerçeğini dikkate almalıyız.

Onunla savaşa girersen eğer onu terbiye etmiş olmuyorsun fıtratını bozmuş oluyorsun. O kazanırsa da evet çocuk fıtratını korumuş oluyor belli ölçüde ama seninle olan ilişkisi bozulmuş oluyor.

Anne babasının yol göstericiliğinden mahrum kalmış oluyor. Bunun dünyevi ve uhrevi sonuçları var bunlara katlanmak durumunda kalıyor.

Çocuk güvenli kipte iken terbiye olmaz

Günümüzde çocuklara baktığımız zaman, özellikle de ergenlere baktığımız zaman birçok ergenin beyni güvenli kipte çalışıyor.

Çünkü anne ve baba, sistem, toplum, çevre öylesine müdahalelerde bulunuyor   ki onun gerçeğini göz ardı ederek.

Çocuk kendini koruyabilmek için güvenli kipe geçmiş.

Konuşuyorsun bir kulağından giriyor öbür kulağından çıkıyor. Hatta bazıları girmiyor bile. Çünkü güvenli kipte. 

Çünkü anne ve baba onun gerçeğini dikkate almamış.

Ona bir şeyler anlatabilmemiz, ona önder olabilmemiz için çocuğu güvenli kipten çıkarmamız gerekiyor. 

Bunun yolu da onun gerçeğini anlamak, bilmek ve saygı duymaktan geçiyor.

O açıdan anlaşılmak çok önemlidir.

Nasıl ki çocuğumuzu yedirirken onların iştahını dikkate alıyoruz bu konuda da gerçeğini dikkate almalıyız.

Onunla savaşa girersen eğer onu terbiye etmiş olmuyorsun fıtratını bozmuş oluyorsun. 

O kazanırsa da evet çocuk fıtratını korumuş oluyor belli ölçüde ama seninle olan ilişkisi bozulmuş oluyor.

Anne babasının yol göstericiliğinden mahrum kalmış oluyor. 

Bunun dünyevi ve uhrevi sonuçları var bunlara katlanmak durumunda kalıyor. 

O açıdan özellikle de günümüzde çok dikkatli olmak gerekiyor. Bu iş zannedildiği kadar da zor bir iş değil. Biz zorlaştırıyoruz.

Ayeti Kerime de “Biz sizin için zorluk dilemeyiz” diyor. 

Mevla o çocukları bizim başımıza bela olsun diye vermiyor, bize ayak bağı olsun diye vermiyor. 

9 Ağustos 2015 Pazar

Çabalarımızın sonuç vermesi icin çocukta karşılığı olan şeyler yapmalıyız

Çocuklarımızı çok iyi yetiştirmemiz gerekiyor.

Ancak Onları yetiştirmek adına yaptığımız çoğu şeyin sonuca etkisi yoktur. Boşuna emek, zaman ve kaynak harcıyoruz .

Çocuğumuzu yormaktan, yıpratmaktan, kendimizi telef etmekten, aradaki ilişkiyi sıkıntıya sokmaktan başka bir işe yaramıyor bunlar.    

Çabalarımızın sonuç vermesi icin çocukta karşılığı olan şeyler yapacağız. Onda karşılığı yoksa denize yazılan yazı gibi oluyor tabiri caizse, kaybolup gidiyor, kendimizi de çocuğumuzu da boşuna yoruyoruz.

O açıdan doğacak oğlak kendini belli eder derler ya atalarımız ne güzel demişler.

Çocuklarımız önden gidecek bizler onları takip edeceğiz, ona göre tavrımızı, tarzımızı belirleyeceğiz. 

Yoksa anne ve baba çocuğunu eğitme sürecinde hayata hazırlama sürecinde onun fıtratını dikkate almaz ise eğer onun genleriyle, beynindeki kennektomlarla , onun gerçeğiyle bir savaşa giriyor. 

O andan itibaren genler, sistem kendini korumaya alıyor güvenli kipe geçiyor .

6 Ağustos 2015 Perşembe

Derdim bana derman imiş

Kendimizi tanıyalım, kendimizi bilelim, bizler basit, sıradan, tesadüfen var olmuş varlıklar değiliz. 

Sahip olduğumuz özellikler, artılarımız ve eksilerimiz, kontrolsüz bir şekilde var olmuş şeyler değildir. 

Zaaflarımız kimi zaman yaratılıştan geliyor kimi zaman da çocukluktan geliyor. Dolayısıyla bunlar kaderin rötüşları, dokunuşlarıdır. Bunların var olmasının hikmetlerini hiçbir zaman aklımızdan çıkartmamalıyız. 

Kendimizde baktığımız zaman kusur gibi görünen özellikler bizi yolumuzda tutan, hedeflere yönelten ,  yolumuzdan çıkmamıza mani olan unsurlardır. 

Olaya bu şekilde bakabilmek lazımdır.Çünkü bunlar o sanatçının sanatının bir eseridir.  Bu sanatın hikmetsiz olması, diğer bir deyişle o sanatın içindeki kusurların sebepsiz olması, amaçsız olması, faydasız olması, ölçüsüz olması kesinlikle düşünülemez.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Muhtaç olduğumuz kudret Fıtratımızda mevcuttur

Yerlere göklere, dağlara teklif edilmiş ama onların üstlenmeye cesaret edemedikleri bir sorumluluk var 

Ve o bizim bunu başarmamızı bekliyor. Bunun üstesinden gelmemizi istiyor. 

Onun için o zorluğun yanındaki kolaylık olarak bizi bütün yazgımızın barındırdığı bu zorluklarla baş edebilecek, fırsatları değerlendirebilecek özelliklerle donatmıştır.

Muhtaç olduğumuz kudret fıtratımızda, içimizde mevcut. 

O zaman başkası olmaya çalışmak yerine, başkaları gibi olmaya çalışmak yerine aslımıza, özümüze dönmek, kendimiz olmak, kendimizi keşfetmek son derece önemlidir. 

Zira Mevla bizi kisisel özelliklerimiz ile donatırken bizi bekleyen yazgıyı dikkate almış, sorunlarımızı çözebilmemiz için muhtaç olduğumuz nitelikleri bize bahşetmiştir.

4 Ağustos 2015 Salı

Her insan parmak izi kadar özeldir

Bir kul her ne için yaratılmış ise o şey ona kolaylaştırılmıştır.

Bu ne demek? O insan hayatın içerisinde karşılaşacağı zorluklarla baş edebilecek, sorunların üstesinden gelebilecek ve karşısına çıkacak fırsatları değerlendirebilmek için gerekli fizyolojik ve psikolojik özellikler ile donatılmıştır.

İşte bu psikolojik özellikleri barındıran yapıya biz DUYGUSAL ZEKA diyoruz. 

Ve her insanın duygusal zekası kendine özgü ve onu bekleyen kadere özgüdür.

Bazen başkalarına özeniriz. Özellikle anne ve babaların çocuklarıyla ilgili böyle öykünmeleri de olur. 

Fakat biz bilmiyoruz ki bizim sahip olduğumuz özellikler bizi bekleyen yazgı referans alınarak, dikkate alınarak bize bahşedilmiştir. Her insan parmak izi kadar özeldir, biriciktir. 

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Duygusal zeka Fıtrattan kaynaklanır

İnsanoğlunun doğuştan getirdiği özellikler var. Bunlar genler tarafından belirleniyor. Yaratılış kodlarımız diğer bir deyişle fıtratımız. 

Bunları biz seçmiyoruz, cinsiyetimizi biz seçmiyoruz, fizyolojik özelliklerimizi biz seçmiyoruz, psikolojik özelliklerimizi biz seçmiyoruz, yeteneklerimizi biz seçmiyoruz. 

Hepimiz dünyaya geldiğimizde çeşitli yeteneklerle donatılmış bir şekilde dünyaya geliyoruz.

Bu yetenekleri biz 2 ye ayırıyoruz.

1.     Yaygın yetenekler
2.     Örgün yetenekler

Yaygın yetenekler derken her insanda var olan yetenekleri kast ediyoruz. Yemek, içmek, uyumak, konuşmak, gibi yetenekler.

Örgün yetenekler de kişiye özel yeteneklerdir. Bir insanda var olan bir yetenek diğer bir insanda var olmayabiliyor, bir kardeş te var olmayan bir yetenek diğer bir kardeş de var olmayabiliyor.

Bu yetenekleri de bizler seçmiyoruz, bunlar sonradan çalışarak elde edilebilenecek şeyler de değildir. 

Elbette ki bazı çalışmaların sonucunda bazı kazanımlar elde etmek mümkün fakat örgün yeteneklerden kast ettiğimiz şey çalışarak elde edilmiş kazanımlar değildir.

Kişinin doğuştan getirdiği, genler tarafından belirlenen yeteneklerdir. Bunlar psikolojide son 30-40 yıldır değerlendiriliyor. Bunlara da EQ duygusal zeka deniyor.

30 Temmuz 2015 Perşembe

kişisel gelişim kitapları başaranların hikayelerini anlatır

Amerikalıların bir sözü vardır “ You want you can ” yani “istersen yaparsın ” derler. 

Doğru mu? Elbetteki hayır.

Kişisel gelişim kitaplarında buna benzer sözler vardır. Böyle boyalı sözler vardır. ki kişisel gelişim kitapları başaranların hikayelerini anlatır. 

Başaramayanların hikayesinden bahsetmez. Nasıl ki tarih hep kazananları anlatır.

Bir Afrika atasözünde ne der?
“Ne zaman aslanlar bizi  avlamaya başlarsa , biz onların kahramanlıklarını dinlemeye başlarız” der. 

Ama tarihi avcılar anlatıyor. Onun için biz tarihe baktığımız zaman o avcıların hikayelerini okuyoruz. 

Halbuki o esnada nice avcılar o aslanlara kaplanlara yem olmuştur. Çünkü o hikayeleri onlar yazmıyor avcılar yazıyor.

Onun için kişisel gelişim kitaplarına çok fazla itibar etmemek lazım. 

Çünkü kevni ve kelami prensiplerle ilgili, hayatla ilgili doğru okumalar yapmıyorlar. Hayatın sadece belli bir bölümünü bize gösteriyorlar. Gerçekçi değil, hayali, ütopik.

Hayatla ilgili doğru okumalar yapabilmek lazım

Hayata şöyle bir baktığımız zaman, hayatta geçerli olan yazılı olmayan kurallar var. 

Bunları iyi anlamamız gerekiyor ve bunlara hürmet etmemiz gerekiyor. 

Bu kuralların bazıları bize bilim tarafından anlatılır. İşte iktisat bilimi, ticarette geçerli olan kuralları bize anlatır. 

Fakat biz şunu biliyoruz ki bu kuralların hepsi ne yazık ki kitaplarda yazmıyor. Genel geçerliliği olan kurallardan bahsediliyor.

Bununla beraber bizim kendi hayatımıza özgü kurallar da var hayatın içerisinde. Ayşe'ye özgü kurallar var, Fatih'e özgü kurallar var, Mehmet'e özgü kurallar var. 

Fatih için geçerli olan bir şey Mehmet için geçerli olmayabiliyor. Fatih Mehmet' in yaptığının aynısını yapıyor. Ayşe Fatma 'nın yaptığının aynısını yapıyor. Ondan aldığı tarif üzere yapıyor ama onun yemekleri ayşenin yemekleri gibi güzel olmuyor. 

Onun gittiği yerden gidiyor ama onun vardığı yere varamıyor. Onun kadar emek, zaman ve kaynak sarf ediyor ama onun elde ettiği neticeyi elde edemiyor.

Demek ki o istediğimiz şey her ne ise o,  varlığı elinde tutan bir şahıs var birine verdiğini diğerine vermiyor. Butun bunlar O'nun varlığına delalet ediyor. 

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Duygusal Zeka Allah Vergisidir

Diyelim ki; kişide ticaret zekası yok.

O zaman senin için ticari bir hedef gözetilmiyor demektir. Mevla senin için elbet maddi bazı kazanımlar ön görmüş olabilir. Fakat buna ulaşmanın gitmenin yolu ticaret değil. 

Çünkü sende duygusal zeka çeşidi olan ticari zeka yok. İşletme fakültesine gitsen, doktora yapsan, yüksek lisans yapsan, bir iktisat doktorası alsan, bu işin profesörü olarak sen ticaret yaparak o istediğin hedeflediğin zenginliğe ulaşamazsın. 

Öyle olsaydı bütün iktisat profesörlerinin zengin olması gerekirdi.

Burhan sorardım aslıma aslım bana burhan imiş

Peki bizimle ilgili belirlenen hedeflerin neler olduğunu, nasibimizin neler olduğunu nereden bileceğiz ki biz?

Elbette ki bilemeyiz. Açıp Levhi Mahfuza bakmak lazım. 

Fakat tahmin edebiliriz. Orada neye bakacağız. İşte orada kendimize bakacağız, kendimizi okumamız gerekiyor. 

Çünkü biz, o nasibimize ulaşabilecek özelliklerle donatıldık. Bizim için ön Görülen dünyevi ve uhrevi hedeflere ulaşabilecek nitelikler ile donatıldık. 

Dogru hedefler icin global planı dikkate almalıyız

Gerek kendimiz gerekse de çocuklarımız için uğraşıyoruz, çalışıyoruz bazı kazanımlar elde ediyoruz, bazı özellikleri kendimizde var ediyoruz. 

Fakat bu özellikler bizim takdir edilmemiş, öngörülmemiş diğer bir deyişle nasibimiz olmayan şeyleri bize getirmiyor. 

Harcadığımız o çaba o uğraş yanımıza kar kalıyor.
Sonuca herhangi bir etkisi yok. 

O açıdan eğitim alırken, kitap okurken, kendimizi geliştirmeye çalışırken bizimle ilgili belirlenen hedefleri diğer bir deyişle nasibimizi dikkate alacağız.

26 Temmuz 2015 Pazar

Huzur için Fıtrî ve Kelami prensiplere hürmet etmeliyiz

Bizler yüzeysel bir mutluluğun peşinde değiliz. O kalıcı duygu olan huzuru istiyoruz. Bizler biliyoruz ki bu duyguyu elde edebilmek için de fıtri kanunları ile dinimizin bize öğrettiği kelami prensiplere hürmet etmek durumundayız. 

Bunları ihmal ederek mutluluk ve huzuru elde edebilmemiz mümkün değildir.

Yaratılış kanunlarına bir hürmet edebilsek dinimizin bize vaz etmiş olduğu o kelami prensiplere  bir hürmet edebilsek, bu ikisini bir araya getirebilsek öyle bir medeniyet öyle bir kültür oluştururuz ki, kokusu o nefaseti dünyanın dört bir yanını tutar. İnsanlar akın akın buraya gelirler. 

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Batının Mutluluğu Sabun Köpüğü Gibidir

Batı'nın mutluluğu sabun köpüğü gibi ayrıca sürdürülebilir de değildir. Bu mutluyuz diyen ülkeler en çok tüketen ülkeler. Çünkü bu mutluluk halini devam ettirmek için tüketmeleri gerekiyor. 

Filim izlemeleri gerekiyor, kitap okumaları gerekiyor. Avrupalılar çok kitap okuyor diyoruz. Halbuki ne okuyor bunlar? 

Harry Potter okuyorlar, yüzüklerin efendisini okuyorlar, abuk subuk şeyler bunlar.

O mutluluk hallerini devam ettirebilmek için okuyorlar bunları. Bir hayal dünyasında, bir  fantezi dünyasında yaşıyorlar.

Beyinlerinde serotenini , endorfini var edebilmek için, o mutluluk olarak tanımladıkları şeyi yaşayabilmek için bunlara ihtiyaçları var. 

Onların yaşadığı şey sahte bir mutluluk.

Bizler ise hadisattan etkilenmeyen kalıcı huzurun peşindeyiz.

Para huzur getirmiyor

Parayı elde ettik beynimiz dopamin salgıladı fakat bu geçici. Bir müddet sonra o dopaminin beynimizde ve benliğimizde istediğimiz etkiyi edebilmesi için daha fazla dopamine ihtiyacımız olacak. 

Çünkü bir müddet sonra beynimiz duyarsızlaşmaya başlıyor bu kimyasala. 

Burada da insan hırsa kapılıyor. O dopaminin getirdiği o mutluluğu o güven duygusunu, o kazanmanın getirdiği ovünç duygusunu -ki bu hep dopamine bağlı olarak açığa çıkar-  yaşayabilmek için daha fazla kazanmaya ihtiyaç duyar.

Çünkü huzur yok. Huzur olmadığı zaman, huzuru yakalayamamış ise kişi o dopaminin salınımının getirdiği o hali sürdürebilmek için çok daha fazla para kazanmaya ihtiyaç duyuyor. 

Bunun yanı sıra korku, endişe duyguları da açığa çıkmaya başlıyor. Çünkü zar zor hayatında elde ettiği bir kazanım var, onunla idare etmeye çalışıyor, o paranın getirdiği azıcık bir mutluluk,  azıcık bir övünç vs. o duyguyla hayatını sürdürmeye çalışıyor ki o hiçbir zaman duygusal tatmin açısından yeterli değildir bir de beraberinde onu kaybetme endişesi yaşıyor. 

Zira elde ettiği bütün kazanımlar paraya bağlı. Para giderse o kazanımlar da gidecek. Kişiliğini o bina üzerine inşa etmiş. 

Dolayısıyla kaybetme kaygısını da beraberinde getiriyor. Zaten o kaygının devreye girmiş olması o kazanımlardan dolayı elde ettiğimiz duygusal durumumuzu daha da azaltıyor. Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmiyor…

24 Temmuz 2015 Cuma

Mutlu olabiliriz ama huzurlu olmak başka birşeydir

Mutluluk ile ilgili çalışmalar yapılıyor. Bunlardan bir tanesine göz attım. Dünyanın en mutlu insanları İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya gibi Kuzey eksenindeki ülkelerde yaşıyormuş. 

Bu söylediklerimizle çelişmiyor mu? Diye bir soru aklınıza gelebilir. Dikkat edin mutlu insanlarından bahsediyor, huzurlu insanlarından bahsetmiyor. Demin de açıkladığınız gibi mutluluk ve huzur aynı şey değildir.

Sadece endorfin denilen o duygunun salgılanmasıyla mutluluk denilen duyguyu yaşayabilirsiniz. 

Fakat huzur duygusunu yaşayabilmek için bunun çok ötesinde farklı kimyasalların da salınımına ihtiyaç vardır. çünkü hayatımızda farklı dinamiklerin de olması gerekiyor.

Bu dünyanın en mutlu insanları diye çıkan insanlara bakıyoruz; evlenme oranları düşük, çocuk edinme oranları düşük, intahar oranları yüksek, anti depresan kullanma oranları yüksek, sosyal ilişkiler neredeyse sıfıra inmiş vaziyette, akraba ilişkileri neredeyse ortadan kalkmış vaziyette. 

Şimdi bu insanlar nasıl mutlu olabilirler?

Fıtri kanunlara hürmet edilmediği gibi, aile gibi, akrabalarla olmak, sosyal iletişim kurmak  gibi fitri ihtiyaçlar göz ardı edildiği halde mutlu olabilirler mi?

Olabilirler. Fakat huzurlu olamazlar.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Huzur ve Mutluluk ayni şey değil

Huzur duygusu ile mutluluk aynı şey değil. Mutluluk huzurun içerisinde var ama mutlu olduğumuz huzur duygusunu yakaladığımız anlamına gelmiyor. 

Huzur duygusunun bizim kültürümüzdeki karşılığı İTMİNAN dır. Ve bizler de o huzur duygusunu ancak ve ancak fıtri kanunların ve kelami prensiplerin çizmiş olduğu çerçeve içerisinde yaşayarak, o büyük resmi görerek ve o büyük resmin gereğini yerine getirerek duyumsayabiliriz. 

Aksi takdirde yüzeysel kazanımlarımız bize o kalıcı huzur duygusunu getirmeyecektir.

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Tek Başına Huzuru Yakalayamazsın

Huzur duygusunu hissedebilmemiz için gerekli hormonlardan biri olan oksitisin hormonu insanlarla temas ettiğimizde ,el ele tutuştuğumuzda, sarıldığımızda, birbirimizle kucaklaştığımızda salgılanan bir hormondur. 

Günümüzde insanlarla iletişimimiz yok, aile içinde iletişimimiz yok, evde herkes kendi telefonunda kendi bilgisayarında sen de zaten eve geç geliyorsun para kazanabilmek için. 

Günlük hayatında insanlarla temasın kalmamış. Dolayısıyla beynin oksitisin  salgılamıyor.

Huzur denilen o duyguyu oluşturabilmesi için beynimizin, o duyguyu yaşayabilmemiz için gerekli olan kimyasallar yok olmayınca o kazandığın para da sana huzur getirmez. Çünkü başka unsurların da olması gerekiyor. Evet ilginç değil mi?

İşte huzur böyle bir duygudur. Bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkıyorsak, hayatta bir şeyleri eksik bırakıyorsak, bir şeyde aşırıya gitmiş fakat diğer konularda eksik kalmış isek huzur duygusundan bahsedemeyiz.

Huzur olmadıktan sonra da diğer o kazanımların pek de bir ehemmiyeti kalmıyor.

Duyguların Karmaşık Arkaplanı

Duygular  bir çok kimyasalın aynı anda devrede olduğu kompleks karmaşık hallerdir.  

Örneğin huzur duygusunu duyumsayabilmemiz, hissedebilmemiz için sadece para, makam, mevki, şan, şöhret gibi yüzeysel şeyler yeterli değildir.

Diyelim ki parayı elde ettik. Para bizde dopamin salınımını sağlar. Fakat bu süre içerisinde yalnızlaştık. Sevdiklerimizden, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan, akrabalarımızdan uzaklaştık, hatta aile içindeki bireylerden bile uzaklaştık parayı kazanacağız diye.

İnsanlarla ilişkilerimiz azaldığında beynimizde endorfin eksikliği söz konusu oluyor. Endorfin mutluluk hormonu en çok sosyalleştiğimiz ortaya çıkıyor. Parayı kazandık dopamini salgılattık beynimizde fakat endorfin yok.  peki endorfin olmadan huzur duygusunu yaşayabilir miyiz? Hayır yaşayamayız.

Sonra kişi para var ama huzur yok diyor. Bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkmamak lazımdır.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Ödül ve cezayı uygularken rüşvetçi ya da şantajcı cocuklar yetistirmememeliyiz

Çocuğun her yanlışına cezayla karşılık verdiğimiz takdirde orada yanlış bir eşleşme söz konusu oluyor. 

Çocuğun beyninde o davranış ile o ceza eşleşmiyor, o hatamı babamdan saklamayı başaramadığım için ya da karnemdeki kırıkları bir şekilde tahrif etmeyi beceremediğim için ceza gördüm diyor. 

O zaman benim ceza görmemem için ders çalışmak yerine karnedeki notları değiştirmem gerekiyor, ya da o konuyu öğrenmek yerine sınavdan aldığım notu ailemin öğrenmesine mani olmam gerekiyor. 

Biz bu şekilde yanlış bir davranışı pekiştirmiş olabiliyoruz. Çocuklarımızı da sahtekarlığa ve düzenbazlığa alıştırmış oluyoruz. Cezanın bu şekilde kotrolsüz bir şekilde terbiye aracı olarak kullanılmasının böyle bir sakıncası var. 

Aynı şekilde ödül mekanizmasının da kontrolsüz bir şekilde uygulanması çocuğu rüşvetçi yapıyor ya da şantajcılığa sürükleyebiliyor. 

Dolayısıyla işi bu raddeye getirmeden her iki mekanizmayı da öngörülemeyen ödül ve öngörülemeyen ceza şeklinde kullanmak çok daha sağlıklıdır.

5 Temmuz 2015 Pazar

Çevremizden nasıl etkilendiğimizi biliyor muyuz?

Biz çok fazla etkilenmediğimizi, çevremizi, içinde bulunduğumuz toplumu, çok fazla kaale almadığımızı düşünürüz. 

Fakat alt beynimiz ,içimizdeki çocuk çevremizdeki insanlar, mensup olduğumuz o yapıyı, her anlamda içinde yaşamış olduğu o çevreyi sürekli olarak analiz etmekte ve kendisini onunla uyumlu hale getirme konusunda bir çaba içerisinde olmaktadır.

Bunun farkında değilsek, zaman içerisinde mensup olduğumuz yapı bizi etkilemeye başlıyor. 

Eğer içinde bulunduğumuz o yapı olumlu ise, hoş ise, güzel ise, maksat hasıl oluyor. Fakat her zaman içinde bulunduğumuz çevreyi seçemeyebiliyoruz. 

Her zaman iyi, salih, güzel insanlarla bir arada olamayabiliyoruz. İş dolayısıyla olsun, eğitim dolayısıyla olsun, ya da oturduğumuz çevre itibariyle olsun, dış dünyamızda hoş görmediğimiz, istemediğimiz olumsuz çevresel faktörler, negatif insanlar söz konusu olabiliyor. 

O zaman “körle yatan şaşı kalkar” “kır atın ya huyundan ya tüyünden” demişler ya. Bu etkiyi asgari düzeye indirebilmek, bunun da ötesinde bizim içinde bulunduğumuz yapıya etkiyi ise azami derecede seviyeye çıkartabilmek için dikkat etmemiz gereken faktörler neler bunları bilmemiz gerekiyor.

Her yanlışı cezalandırmak zorunda değiliz.

Ceza mekanizmasını kullanacaksak, her yanlışı cezalandırmak zorunda değiliz. 

Her yanlış yaptığında çocuğa ceza vermek çok sağlıklı bir yaklaşım değil. Bu çocukla aramızdaki ilişkiyi bozar ve bizi de gereksiz yere üzer. 

Fakat bir şekilde ceza da vermemiz gerekiyor çünkü çocuğun beyni buna duyarlı, o genler tarafından belirlenen bir mekanizma ve boşu boşuna var edilmiş bir mekanizma değil. 

O çocuğun terbiye edilmesi sürecinde kullanılan bir mekanizma, insan beyni buna duyarlı. 

Onun için Kuranı Kerimde 70 küsur ayeti kerimede hem cennet ten hem de cehennemden bahseder. 

Ve insan beyni orada kendisine vaat edilen o ödüle ve oradaki cezaya duyarlıdır. Ayeti Kerimelerin okunması beynimizdeki limbik sistemde yerleşik olan o ödül ve ceza mekanizmasını harekete geçiriyor. 

Dolayısıyla cennete götüren davranışlar beynimizde dopamin ile eşleşiyor, cehenneme azaba götüren davranışlar ise beynimizde adrenalin korku hormonuyla eşleşiyor. 

O olumsuz davranışlara karşı bir müddet sonra kaçınma tepkisi oluşuyor, o olumlu davranışlara, ibadetlere karşı da bir müddet sonra yakınlaşma tepkisi oluşuyor. 

Böylelikle Mevla bizi terbiye etme sürecinde ödül ve cezayı etkin bir şekilde kullanıyor. 

Öngörülemeyen ceza ve ödüldür etkili olan

Mesela anne veya baba dedi ki “yavrum bak eğer namazını kılmazsan seni önce ikaz edeceğim, sonra seni tekdir edeceğim, en sonunda da köteği yiyeceksin he ona göre” dedi. 

Çocuk namazını kılmadı. Bakıyor baba da bir hareket yok. Beyin nasıl çalışıyor? Ha tamam babam cezayı vermedi, söylediğini yapmadı, beni ikaz etmedi, beni azarlamadı ya da beni dövmedi. 

O zaman babam bana namaz ile ilgili bir geri bildirim olmayacak diyor, ikinciyi yapıyor beklemeye başlıyor, üçüncüyü yapıyor beklemeye başlıyor, dördüncüyü yapıyor yine beyin beklemeye geçiyor. İşte orada kritik bir eşik var. 

Kişiden kişiye değişmekle beraber 7. ciyi yaptığında ceza gelirse  o ceza mekanizması devreye girmiş oluyor  ve beyinde şöyle bir algı oluşuyor. “Ben bunu yapmadığım takdirde bir cezaya maruz kalabilirim.” 

Aynı şey ödül mekanizmasında da geçerlidir. 
Dolayısıyla öngörülemeyen ödül ya da ceza mekanizmasını kullanmak gerek kendimizi gerekse de çocuklarımızı motive etme sürecinde çok daha faydalıdır. 

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Ödül ve ceza doğru kullanıldığında etkili bir mekanizmadır

Ödül ve cezayı kullanırken her davranışı ödüllendirmek ya da her istenmeyen davranışı cezalandırmak çok sağlıklı bir yaklaşım değil. 

O zaman tabiri caizse kendimizi, ya da çocuğumuzun beynini rüşvete alıştırmış oluyoruz.

Fakat şu bir gerçek ne zaman geleceği öngörülemeyen ödül ya da ceza derken arayı da fazla açmamak fazla geciktirmemek lazım . Boyle bi durumda ödül ve ceza mekanizması devreden çıkıyor. 

Beyinde bir sönme söz konusu oluyor. Çünkü beklediği ödül gelmedi.  He demek ki artık bu davranış ödüllendirilmiyor diyor ve beyin o davranışa karşı olan ilgisini yavaş yavaş kaybetmeye başlıyor. 
Ya da öngörülen o ceza gelmedi. O zaman artık serbestim diyor.

28 Haziran 2015 Pazar

Çocuklarımızla çocuk mu olacağız?

Çocuklarımızla çocuk mu olacağız?

Hayır bu da yanlış. Çocukla çocuk olmayacağız, bu da yanlış.

Çoğu anne babaya baktığımızda ya çocuk tarafı devrede benliğinin ya da ebeveyn tarafı devrede. 

Çocuk tarafı ağırlıklı olarak 0-7 yaş dönemi çocukluk döneminden hareketle oluşmuş olan taraf. Ya asi bir çocuk ya da aşırı derecede uyumlu bir çocuk.

Ve kendi yaşantılarından hareketle çocukla özdeşim kurarak, onunla kendisi üzerinden bir iletişim kuruyor. 

Ben yaşamadım o yaşasın, biz böyle değildik o niye böyle ki günlük hayatımızda bunları sıkça söyleriz ve duyarız. İşte bu içimizdeki çocuğun devrede olduğunun bir göstergesidir.

Evet çocuğumuzda da ebeveyn katmanı var ve bizim ona karşı olan davranışlarımızı içselleştiriyor. 

Onda da hiç büyümeyen bir çocuk taraf var. Çocuğumuz 7-8 yaşlarında ise onun İçinde 2-3 yaşlarında bir çocuk var. Ya asi isyânkâr ya da uyumlu bir çocuk.

Peki biz bunlardan hangisine hitap edeceğiz? Elbette ki onun içindeki o yetişkin tarafıyla iletişim kurmaya çalışacağız. Onun yaşını gerçeğini göz önünde bulunduracağız fakat her ne kadar oluşumunu tamamlamamış olsa da onda da bir akıl var, vicdan var, onun aklına ve vicdanına hitap edeceğiz iletişim kurarken kast ettiğimiz şey bu.

Iletişimde yetskin tarafımız mi devrede?

Saglikli bir iletişimin gereği olarak muhatabımızın  yetişkin tarafına hitap edebilmek için önce kendi yetişkin tarafımızı devreye sokmamız gerekiyor.

Peki bu nasıl olacak?

Öncelikli olarak o içimizdeki tarafları çok iyi anlamamız gerekiyor, ebeveyn tarafımızı çok iyi anlamamız gerekiyor, yetişkin tarafımızı çok iyi analiz etmemiz gerekiyor, çocuk tarafımızı özellikle çok iyi bilmemiz gerekiyor.

Ebeveyn tarafımızı nasıl anlayacağız?

Benliğimizin o katmanı büyük ölçüde anne ve babamız tarafından şekillenmiştir. Beynimizin bu katmanı anne ve babayı modeller. Şöyle bir bakın nasıl bir anne ve babanız var. Koruyucu mu, hükmedici mi, müdahaleci mi, ilgisiz mi, yoksa kalıplayıcı bir anne ve baba modeli mi? 
Özellikle sizinle olan ilişkisindeki hareketlerini şöyle bir hatırlayın. Şöyle bir bakın. …..

Aynısı olmayabilirsin fakat kişiliğinin bir katmanında anne ve babanın izleri var. Ve sen farkında değilsen bile ki farkına varmamız gerekiyor o katman devreye giriyor sen frakında olmadan. Çevrendeki insanlarla olan ilişkilerinde hükmedici, koruyucu, kollayıcı tavırlar sergileyebiliyorsun.

O zaman dikkat edeceğiz. Kişiler arası ilişkilerde ebeveyn tarafımızın devreye girmesine müsaade etmeyeceğiz.

Çocuklarımızla olan ilişkilerimizde de mi?
Evet çocuklarımızla olan ilişkilerimizde bile o ebeveyn katmanının direk önde olmasını bizler tasvip etmiyoruz.

27 Haziran 2015 Cumartesi

Çocuk tarafımızda iki adet yönelim vardır. 1.Asi çocuk 2.Uyumlu çocuk

Çocuk tarafımızda iki adet yönelim vardır.
1.      Asi çocuk
2.     Uyumlu çocuk
Ya asi çocuk devreye girer, bana ne karışıyorsun, sen benim anam mısın babam mısın der. 

Ya da uyumlu çocuk tarafı devreye girer. Sana boyun eğer, sana uyumlu hareket eder. Bu da iyi görünmekle beraber iyi değildir.

Çünkü onun yetişkin tarafına yakalayamadın. Sen onun çocuk tarafına hitap ettin bu da iyi bir şey değildir iletişimde. Artık karşında bir çocuksu insan var. Çocuksu tepkiler veren birisi var. Bu ilişkinin sağlıklı yürüyebilmesi mümkün değildir.

Onun yetişkin tarafına hitap etmemiz gerekiyor. Ama onun yetişkin tarafına hitap edebilmek için önce kendi yetişkin tarafımızı devreye sokmamız gerekiyor.

26 Haziran 2015 Cuma

İnsan benliğinin 3 katmanı vardır.

İnsan benliğinin 3 katmanı vardır. 
1.     Ebeveyn katmanı
2.     Yetişkin katman.
3.     Çocuk katmanıdır.
Günlük hayatımızda özellikle ilişki içerisindeyken benliğimizin hangi katmanı devreye giriyor. Karşı tarafa hangi katman aracılığıyla mesajlar gönderiyoruz. Buna karşın karşı tarafın bize gönderdiği mesajları benliğimizin hangi katmanı ile algıladığımız ve yorumladığımız çok önemlidir” diyor.
Sağlıklı bir iletişim için bu yetişkin katmanımızın devrede olması gerekiyor. Bu yetişkin katmanı aklı ve mantığı temsil eder. Bilgeliği ve tecrübeyi temsil eder. Her insanda vardır hatta çocuklarda bile vardır. özellikle altını çiziyorum çocuklarda da bir yetişkin katmanı vardır. onların da kendilerine özgü bir bilgelikleri, yaşam tecrübeleri vardır. çocuk deyip geçmeyelim hele de zamane çocukları daha da beter.
Dolayısıyla sağlıklı iletişim kurabilmemiz için benliğimizin yetişkin katmanı devreye girecek ve karşı tarafında yetişkin katmanına iletilerimizi göndereceğiz. Aksi takdirde sağlıklı bir iletişim olması mümkün değildir.

7 Haziran 2015 Pazar

Bizim dinimiz Fıtrat dinidir

Sevmek, sevilmek, iletişim kurmak, paylaşmak, konuşmak, insanlarla bir arada olmak, onlara temas etmek, takdir edilmek, onaylanmak, kabul görmek fıtri duygusal ihtiyaçlarımızdır vs…

Bunları da zaten sıla-i rahim yaparken, anne babamıza hürmet ederken, evlenirken eşimize hürmet ederken, eşimize güzel hüsnü muamele yaparken, çocuklarımızla ilgilenirken, zaten bu ihtiyaçlar karşılanıyor. 

Zaten kelami prensiplere hürmet edersen sen, gerçek anlamda hürmet ediyor isen, işin özünü kavramışsan, dini sadece ibadetlerden ibaret bir sistem olarak görmeyip bir yaşam tarzı haline getirmişsen işte o zaman otomatikman fıtrat kanunlarına hürmet etmiş oluyorsun. Zira bizim dinimiz fıtrat dinidir.

Dolayısıyla orada da fıtrat kanunlarına hürmet ettiğin için kelami prensiplere hürmet etmenin yanı sıra fıtri kanunlara da hürmet ettiğin için Allah ın izniyle neler yaşarsan yaşa, başına neler gelirse gelsin sen psikolojik problem yaşamazsın, depresyona girmezsin, panik atak yaşamazsın, obsesyon yaşamazsın.

Psk.F.R.C.

Fıtri ihtiyaçlar niçin var, lüks mü bu ihtiyaçlar?

Uyumak, dinlenmek, insanın ailesiyle ilgilenmesi, evlenmesi, çocuklarıyla ilgilenmek lüks mü?

Sen Mevla nın koymuş olduğu o fıtri kanunlara hürmet etmeyerek, onları göz ardı ederek, onun yarattığı, onun var ettiği, o yapının, o fıtratın ihtiyaçlarını göz ardı ederek ne yapmaya çalışıyorsun?

Onun ön görmediği bir şekilde, onun bize tarif etmediği bir usul ile onun hoşnutluğunu, onun rızasını elde etmeye çalışıyorsun.
Kraldan çok kralcılık mı yapıyorsun?

Olmaz. Onun koyduğu kanunlara hürmet edeceğiz.
Nedir? Zamanı gelince evleneceksin. Zamanı gelince uyuyacaksın. Evet zamanını kısaltabilirsin ama belli bir limiti var, o limitin altına düşemezsin. 

Eğer düşürürsen fıtratının ihtiyaçlarını göz ardı etmiş oluyorsun. Bunun sonuçlarını yaşarsın.

Ne olur. Psikolojin bozulur. Fizyolojin bozulur. Beden ve beyin kendisini yenileyemez, sıkıntı söz konusu olur. 

Belli bir miktarda yemek yiyeceksin. Evet bunu azaltabilirsin fakat belli bir limitin altına indiremezsin. İndirirsen o bedenin ihtiyaçlarını karşılamamış olursun. 

O bedenin işleyebilmek, var olabilmek, sana hizmet edebilmek, kendisine tevdi edilmiş o vazifeleri ifa edebilmek için ihtiyaç duyduğu o enerjiyi ona vermemiş olursun. 

Bunun sonuçları vardır ve bunun sonuçlarını yaşarsın. Bunlara dikkat etmek durumundayız.

Bedenimizin sadece fizyolojik ihtiyaçları yok. Psikolojik ihtiyaçları da var. Sosyal ihtiyaçları da var. Eğer bunları göz ardı edersen bunların da sonuçlarına katlanırsın.

Nedir bu ihtiyaçlarımız?
Sevmek, sevilmek, iletişim kurmak, paylaşmak, konuşmak, insanlarla bir arada olmak, onlara temas etmek, takdir edilmek, onaylanmak, kabul görmek vs…
Bunlar da bizim ihtiyaçlarımızdır. 

Bunları da zaten sıla-i rahim yaparken, anne babamıza hürmet ederken, evlenirken eşimize hürmet ederken, eşimize güzel hüsnü muamele yaparken, çocuklarımızla ilgilenirken, zaten bu ihtiyaçlar karşılanıyor. 

Zaten kelami prensiplere hürmet edersen sen, gerçek anlamda hürmet ediyor isen, işin özünü kavramışsan, dini sadece ibadetlerden ibaret bir sistem olarak görmeyip bir yaşam tarzı haline getirmişsen işte o zaman otomatikman fıtrat kanunlarına hürmet etmiş oluyorsun. Zira bizim dinimiz fıtrat dinidir.

Dolayısıyla orada da fıtrat kanunlarına hürmet ettiğin için kelami prensiplere hürmet etmenin yanı sıra fıtri kanunlara da hürmet ettiğin için Allah ın izniyle neler yaşarsan yaşa, başına neler gelirse gelsin sen psikolojik problem yaşamazsın, depresyona girmezsin, panik atak yaşamazsın, obsesyon yaşamazsın.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Pe ki o psikolojik sağlığımızı sürdürmemizi sağlayan o fıtri kanunlara o kevni prensiplere hürmet etmez isek neler olur?

Pe ki o psikolojik sağlığımızı sürdürmemizi sağlayan o fıtri kanunlara o kevni prensiplere hürmet etmez isek neler olur?

İşte o zaman psikolojik dengemiz bozulur.

Namaz kılsak, oruç tutsak, sadakalar versek, muskalar yazdırsak düzelmezmi?

Sen Mevla nın tesis ettiği o fıtri kanunları ihmal etmeye devam edeceksin, onun koyduğu hükümleri dikkate almayacaksın, elinin tersiyle iteceksin, ama onun koyduğu başka hükümler aracılığıyla onu telafi etmeye çalışacaksın.

Olmaz… Olmuyor…. Olmuyor….bu denenmiş ve olmadığı çok aşikar bir şekilde ortaya çıkmıştır. Boşuna uğraşmayın olmazzzzzz.

Ne yapacaksınız?

Ne diyor “siz kitaptaki hükümlerin bir kısmını alıp bir kısmını bırakıyor musunuz” diyor. “sen o kanunların bir kısmını alıp, bir kısmını bırakıyor musun?” diyor. Bırakırsan olmaz. Olmazz…

Peygamber Efendimiz Uhud Savaşına giderken iki tane zırh giyiyor. Çünkü savaş şiddetli geçecek. Bu işte o fıtri kanunlara hürmet etmektir. Korku falan değildir bu. Demir eti keser. Bu bir fıtrat kanunudur. Bunun olmaması için zırhı giyeceksin.

Gerekirse, şiddetli geçecekse savaş iki tane giyeceksin. Giymez isen eğer demir eti keser.

İşte fitri kanunlara hürmet etmez isen psikolojin bozulur, depresyona da girersin, panik atak da olursun, takıntı bozukluğuna da yakalanırsın.

5 Haziran 2015 Cuma

DİNDAR BİR İNSAN DEPRESYONA GİRER Mİ?

Nedir dindarlık?

Allahın kelami prensiplerini kuran ve sünnet aracılığıyla bize vaaz ettiği, tarif ettiği kelami prensiplere uymak ile bir insan dindar olur.

Namazlarını kılar, oruçlarını tutar, zekatını verir, virdlerine devam eder vs. vs. Allah yolunu açık eylesin.

Pe ki bir de ne var dedik? Fıtrat kanunları var.

Yaradılış kanunları var. Bunu bize bilim tarif ediyor. 

Bir insan kelami prensiplere hürmet ediyor lakin fıtri kanunlara hürmet etmiyor, yaratılış kanunlarını dikkate almıyor bunun sonuçları olur mu? Tabiki  olur. 

Çünkü o yaratılış kanunları da bizzat o kelami kanunlar gibi Allahu Teala tarafından tesis edilmiştir. Bizler kul olarak da bunlara uymak durumundayız.

Nasıl ki kelami kanunlara uymanın getirdiği sonuçlar var, bu sonuçları günlük hayatımızda yaşıyoruz.

Aynı şekilde yaratılış kanunlarına, fıtrat kanunlarına uymanın getirmiş olduğu bazı sonuçlar vardır.  Ayrıca uymamanın da getirmiş olduğu bazı sonuçlar vardır.

Diyelim ki kelâmi prensiplere hürmet ettik. Fakat giyinmeyi beceremedik. Hasta olursun hocam o zaman.

Ne hastası olursun? 

Depresyona mı girersin? Hayır.

Grip olursun, zatürre olursun, O gruptaki hastalıklardan bir tanesine yakalanırsın. 

Hatta yine hürmet etmez isen fıtrat kanunlarına, yani bağışıklık sistemini destekleyici adımlar atmazsan, dinlenmezsen, beslenmene dikkat etmez isen gerekli bazı ilaçları kullanmaz isen bu rahatsızlıkların ilerlemesine neden olur hatta ölebilirsin.

Ama bu insan dindar, 5 vakit namazını kılıyor, oruç tutuyor, zekat sadaka veriyor, güzel hem de çok güzel….. Fakat fıtrat kanunlarına dikkat etmiyor. Buna hürmet etmemenin sonuçları vardır ve o sonuçları yaşar. Kim olursa olsun, yaşar….

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Ruh bakımı yapıyor musunuz?

Ruh bakımı yapıyor musunuz? 

Bundan neyi kast ediyoruz?

Beynimizin diğer bir deyişle fıtratımızın ihtiyaçları var. Bu ihtiyaçları karşılamamız lazım. Karşılamadık mı olmuyor.

Örneğin büyüme ve yenilenme hormonu meletonin gece 10 ile 12 arasında en üst seviyede salgılanır. 

Bu saatte de hiç birimiz yatakta değiliz. Geçtik bizi çocuklar da yatakta değil .

Biz büyüme çağında değiliz fakat bedenin kendisini yenileyebilmesi için o hormona ihtiyaç var. Üstüne üstlük o hormonun salgılanabilmesi için de karanlık gerekiyor. 

Şimdi karanlık diye bir şey de kalmadı her yer aydınlık. Işığı söndüyorsunuz sokağın ışıkları, diğer evlerin ışıkları vs. içeriye sızıyor. 

Karanlık olmadı mı hormon salgılanmıyor ki bu çocuklar için çok önemlidir. Yani bu kadar hassas dengeler içerisindeyiz.

Şimdi baktığımızda 12 den önce yatanımız var mı? Yok. Çocuklar bile o saatten önce yatmıyor artık. Yatıramıyoruz, söz geçiremiyoruz. İşte orada bakım yapılmıyor. 

Vücudumuzdaki her bir hücreler senede bir kere yenileniyor. Yani bu gün itibariyle var olan dokularımız hücrelerimiz bir sene sonra baktığımız zaman gördüğümüz hücreler olmayacak. Yepyeni dokular hücreler olacak. Bu yenilenmenin yavaşlamasıyla beraber zaten yaşlılık dediğimiz o durum ortaya çıkıyor. Bu uyurken oluyor.

Biz uykumuza dikkat etmiyoruz, zamanında yatmıyoruz, yattığımız zaman ortam karanlık değil aydınlık. Bakın işte ruh bakımımız yapılamıyor. Çünkü uyku esnasında sadece beden bakımı yapılmıyor aynı zamanda ruh bakımı da yapılıyor .

22 Mayıs 2015 Cuma

Depresyon ruhsal çöküntüdür

Depresyon nasıl bir rahatsızlık?

Kendinizi yorgun hissediyor musunuz? İsteksizlik, boş vermişlik hali var mı? Anlamsızlık, Bir şeylerden tat tuz alamama var mı? İçinizden hiçbir şey yapmak gelmiyor mu? Uyku, yemek, cinsellik gibi aktivitelerinizde azalma söz konusu mu?

Niye yaşıyoruz ki, ölsek de kurtulsak, bitse de gitsek bu tarz düşünceler zihnimizden geçiyor mu?

Bu düşünceler zaman zaman zihnimizden geçiyor, bu bizim depresyonda olduğumuzu mu gösterir?

Elbette ki değil. Hepimiz zaman zaman yaşam olaylarının getirdiği o ağırlığa, o basınca bağlı olarak böyle hissedebiliriz. Bu fıtri bir tepkidir.

Peki hangi durumda depresyonda oluyoruz?

Eğer bu saymış olduğumuz belirtilerin tamamı ya da önemli bir bölümü 1 ayı geçkin bir süre, ortadan kaybolmaksızın ya da azalma eğilimi göstermeksizin sürekli varsa o kişiye depresyon tanısı koyuyoruz.

10 Mayıs 2015 Pazar

Fıtratımız bizim binitimizdir

Onun bizim üzerimizde hakları vardır. Biz onun gücüyle hayat yolundaki yolculuğumuza devam ederiz. O zorluklarla baş ederiz. 

Tek başımıza bu yollarda yürüyebilmemiz mümkün değil.
Eğer fıtratımızla barışık değilsek, onun dilinden anlamıyorsak, onu tanımıyorsak o zaman sıkıntı vardır.

O fıtratı tanımak bilmek, ama bir taraftan da onun eksi yönlerini tanımak gerekiyor, onu yönetebilmek gerekiyor, ona fısıldayabilmek gerekiyor. 

İşte fıtratımızla barışık olmayı becerebildiğimiz zaman kendimizi eksileriyle ve artılarıyla tanımayı başarabildiğimiz zaman,   o güçlü yönlerimizi ön plana çıkardığımız zaman “kimseye kaldıramayacağı yük yüklenmez” prensibi vücut bulmuş oluyor.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Fıtratımız tanımak, kendimizi tanımak, özümüze aslımıza dönmek çok önemlidir.

Muhtaç olduğumuz kudret fıtratımızda mevcuttur.

O hadisatın basıncına karşı koyabilmek, o zorlukların üstesinden gelebilmek için Mevlanın  bize bahşettiği zorluğun yanındaki kolaylığın en önemlisi ve birincisi içsel kaynaklarımızdır. İç dünyamızda, fıtratımızda gizlidir. 

Sadece duygusal zeka değil aynı zamanda bilişsel zeka, mantıksal zela, ruhsal zeka işte bütün bunlar bizim içsel kaynaklarımızdır.

Bunlar bizim fıtratımıza DNA larımız aracılığıyla genetik olarak kodlanmış, yerleştirilmiştir.

Ve bunların varlığı hikmetsiz değildir. Sebepsiz, anlamsız, amaçsız değildir. Faydasız, boşu boşuna değildir. Ölçüsüzde değildir.

O açıdan bir insanın kendini tanıması, sahip olduğu kişilik özelliklerinin, fıtratının farkında olması ve o fıtratıyla barışık olması ( ki en önemlisi bu) çok önemlidir.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir insan neden heyecanlanır?

Burada genetik faktörler çok rol oynar, fıtratında vardır heyecan. Ve o kişinin heyecanlanmaması diye bir şey söz konusu değildir. 

Eğer fıtratında varsa heyecan, beyninde o konnektomlar varsa genetik yatkınlık varsa heyecanlanmak kaçınılmazdır. Yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.

Heyecan varsa bize düşen o heyecanı yok etmek değil o heyecanın varlığını kabullenmek, onu tanımak, anlamak, onu  besleyen büyüten içsel faktörler neler onları tespit etmek ve onlar üzerinde bazı tedbirler almak suretiyle süreci yönetmek. 

Herhangi bir şekilde aldığımız tedbirlere rağmen o heyecan ortaya çıkıyorsa da o heyecanı belli bir seviyede tutmayı sağlayacak telafi mekanizmaları var etmek. 

2 T (tedbir ve telafi) aracılığıyla heyecanı yönetebilmemiz mümkün.

İş dünyasında, sanat dünyasında, spor dünyasında, siyaset dünyasındaki insanlara şöyle bir bakalım. Onlar sıfır heyecanla hayatın içerisinde olan insanlar değildir. 

Onların içerisinde oldukça heyecanlı insanların varlığını görüyoruz. Ama bir şekilde o heyecanı yönetmeyi başarıyor. Heyecanın o performansına olan olumsuz etkisini gidermeyi başarıyor.Ama arka planda heyecan hep var.

Heyecanı yönetme aşamasında yapılan en önemli yanlışlardan bir tanesi de heyecanı yönetmeye çalışmak yerine heyecanı yok etmeye çalışmaktır.

Heyecanı yönetmeye çalışmak yerine onu yok etmeye çalıştığımız zaman ne oluyor?

Kazanamayacağımız bir savaşa giriyoruz ve kişi ümitsizliğe sürükleniyor. Kişi bu sefer diyor ki; eyvah ben bu heyecanımı yenemeyeceğim.

Sen bu şekilde davranarak heyecanınla değil, fıtratınla, yaratılışlarınla kavga ediyorsun. Bu kazananı olmayan bir savaş. 

Fıtrata saygı göstereceğiz, genlerimize, yaratılışımıza saygı göstereceğiz.

30 Nisan 2015 Perşembe

Vizyon Oluşturma Uygulaması

Diyelim ki bizde çekingenlik hali var. Nasıl aşacağız bunu?

Vizyon oluşturmaya başlıyoruz 

Çekingenliğini aşmayı başarmış, yani arka planına bir çekingenlik var, geçmişinde bir çekingenlik var, fakat bunu bir şekilde aşmayı başarmış bir insan olarak kendinizi hayal edin. Bir bağlamda oluşturun oraya, içerik sizsiniz.

Evet hocam görüyorum, aşmışım o çekingenliği duygularını, düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilen, tavırlarını rahatlıkla ortaya koyabilen, verimli iletişim kurabilen birisini hayal ettim.

Güzel.

Bağlamı da oluşturun ama çok güzel bir bağlam olsun.

Mesela işyerinde bir sunum yaparken Ya da özel hayatında sevdikleriyle beraber, ya da bir sivil toplum örgütünde ön planda vs.

O bağlamı da oluşturuyoruz.

Şimdi o resme bakıyoruz ve test ediyoruz. O resme baktığımız zaman bizi rahatsız eden bir şey var mı?

Yok, gayet güzel.

1-Bunu resmi ekran resmi olarak alıyoruz ve kaydediyoruz. 

2-Ve o resmi alıp sol alt köşeye yerleştiriyoruz. 

3-Hızlı bir şekilde o resmi alıp tam ekran yapıyoruz.

Sol alt köşeye o resmi yerleştirdik, küçük bir resim açılır pencere halinde ve hızlı bir şekilde tam ekran yapıyoruz. Ve gözlerimizle takip ediyoruz. Burası önemli.  Şu anda gözlerimiz sol alt köşede hazır işaret verdiğimizde hop büyüdü resim ve duygu durumunuzun değiştiğini hissedeceksiniz.

Eğer resimin büyümesi sizde bir duygu durumu değişimi meydana getiriyorsa uygulamayı doğru yapmışsınız demektir.

Bu uygulamayı birkaç defa yapacağız. Her yaptığınızda o çekingenliğinizin yavaş yavaş azaldığını göreceksiniz.

Vizyonunuz Var mı?

Güçlü liderlerin vizyonları vardır. Onlar bu vizyonlarını halklarına anlatırlar, halklar bu vizyona inanır, bu vizyonu görür, kabullenir, benimser, bu vizyona yönelir ve bu şekilde yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce ve hatta milyonlarca insandan oluşan büyük kitleler harekete geçer. 

Tarihsel süreç içerisinde bütün büyük liderler birer vizyon oluşturmuşlar ve kitleleri vizyon aracılığıyla harekete geçirmişlerdir.

Vizyon; kelime anlamı itibariyle görüntü, resim demektir.

Psikolojide bir kaidedir, insanı en ziyadesiyle motive eden şey görüntülerdir. Beynimiz sesten ve histen daha ziyade görüntüye duyarlıdır. Çünkü görüntü bize çok şey anlatmaktadır. 

Sayfalar dolusu kelimelerle anlatamayacağımız şeyleri insanlara ve kendimize bir resimle, bir görüntüyle anlatabilmemiz mümkündür.

Vizyon oluşturmak iç dünyamızla iletişim kurmanın etkili bir yöntemidir.

Alt beynimiz seçenek oluşturamaz

O öğrendiği, koşullandığı ne ise onu yapar. Hayatın içerisinde aldığı eğitime bağlı olarak yaşadıklarına bağlı olarak alt beynimiz koşullanır. 

Bu koşullanmalar yeri geldiğinde otomatik olarak devreye girer. Girdiği anda duygularımız büyük ölçüde bu koşullanmaların etkisiyle oluşur. 

Bizim artık o aşamada yapabileceğimiz pek bir şey yoktur. Bu bir nevi öğrenilmiş çaresizlik adını verdiğimiz bir durumu açığa çıkarıyor.

Mesela patronunuz size bir haksızlık yaptığında ya da komşunuz size bir haksızlık yaptığında nutkunuz tutuluyor tepki veriyorsunuz ya da aşırı tepkiler veriyorsunuz. 

Bunlar sizi zora sokan tepkiler ama bunları vermekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Çünkü öğrenilmiş bir durum var.
 
Bu öğrenilmiş durumdan nasıl çıkacağız?

28 Nisan 2015 Salı

Gerginlik alt beynimiz kaynaklı yersiz bir duygudur .

Gerginlik alt beynimiz kaynaklı yersiz bir duygudur .

İçimizde o gerginliğin o huzursuzluğun var olması bir şeylerin  kirli olduğu, abdestimizin olmadığı, güsulümüzün olmadığı anlamına gelmiyor. O gerilim, o huzursuzluk bize hiçbir şey anlatmıyor.

Dolayısıyla huzursuzluk gerilim var ama bir de kişinin o gerilime yüklemiş olduğu bir anlam var. Bu işi daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. 

O zaman şunu biz bilelim ki hislerimiz bize bir şey anlatmıyor. Özellikle de  böyle durumlar söz konusu ise hislerimizle hareket etmeyeceğiz.

Sadece bu durumlarda değil genel anlamda da çok fazla hislerimizle hareket etmemeliyiz. 

Allah bize akıl vermiş fikir vermiş. Biz o aklımızla hareket edeceğiz. Kevni ve kelami prensiplerin ışığı altında hareket edeceğiz.

Ama nasıl bir akıl?

Bilimsel verilerden hareket eden bir akıl.

Ama nasıl bir vicdan?

Kuran ve sünnetin verilerinden hareket eden bir vicdan.

Hisler bize ne anlatır?

Kişi içindeki hissiyatla bir şeyin iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı olduğuna karar veriyor. Hissiyatlarına göre karar veriyor kişi. 

Peki hislerimize ne kadar güvenebiliriz ki?

Hissiyatlarımızın analizini yapalım?
Hissiyatlar beynimizde alt beyinde açığa çıkıyor. Altbeyini biz hayvan beyni ya da çocuk beyni olarak da değerlendiriyoruz. Alt beynimizin işleyişi diğer memeli hayvanların fizyolojisiyle bir ölçüde benzeşiyor. Bizim beynimiz korteks imiz itibariyle diğer hayvanlardan farklılaşıyor. Düşünceler, kararlar orada alınıyor esasında. 

Duygular ise çocuksu olan, hayvani yapı olan alt beyinde oluşuyor. Dolayısıyla sen burada hislerinde, duygularınla hareket ediyorsun. Yani insani değil, tabiri caizse hayvani tarafınla hareket ediyorsun. 

Sen yetişkin tarafınla değil, çocuk tarafınla karar veriyorsun bir şeyin olup olmadığına. Senin gibi bir insana hiç uygun olana bir şey bu. 

Allah u Teala sana diğer canlılardan farklı olarak bir üst beyin vermişken ki beynimizdeki nöronların 3/2 si üst beynimizdedir. 

Bunları kullanmıyorsun, aklın sesini dinlemiyorsun, onun üzerinde çalışan vicdanın sesini dikkate almıyorsun da onları bir kenara bırakıp sen hislerinle hareket ediyorsun. Bu uyar mı şimdi? Düşün.

Nedir bu zorlantılı davranışlar?

Temizlik ve düzen bir tür zorlantılı davranışdır. Kişi gerek iç dünyasında gerekse de dış dünyasında kontrol edemediği şeylerin gerginliğiyle evini, odasını, masasını tertipli tutma çabası içerisine girer.

Bu zorlantılı davranışlara baktığımız zaman ilk etapta bunlar masum gibi gelir insana fakat kişi o masasını toparlamak adına o kadar çok uğraşır ki yarım saat geçer, bir saat geçer derse başlayamaz.

Bazen öyle hanımlar var ki evini her gün kaldırır siler süpürür bu öğlene kadar devam eder bazı durumlarda akşama kadar sürer. Kendini yorar yıpratır, evine misafir gelsin istemez. Bazı odalar kapalıdır, çocukların eşlerin bazı hareketleri kısıtlanır.

Çünkü dağılmasını istemez, herhangi bir şekilde dağıldığında bütün evin yeniden toparlanması gereklidir.

İşte kişi iç dünyasının ve dış dünyasının kontrol edemediği durumların yol açmış olduğu gerilimden bir şekilde evini derli toplu tutmak suretiyle, mutlak anlamda kontrol altına almak suretiyle o gerilimi azaltmaya çalışır.

Evet bu kısa vadede işe yarıyor. Evini toparladığında şöyle bir oh çeker o gerilimden kurtulur. Fakat attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmiyor. 

Bu sırada o kadar çok yoruluyor, yıpranıyor ki sadece kendisini yıpratmakla kalmıyor çevresindeki insanları da yıpratıyor, çocukların yaşam alanlarını sınırlıyor, eşinin oturmasına kalkmasına müdahale ediyor. Hatta bu bir boşanma nedeni bile olabiliyor.

Artık böyle bir durum varsa tedavinin zamanı gelmiştir ve hayatı kendimiz ve sevdiklerimiz için gereksiz yere zorlamanın bir anlamı yok.

26 Nisan 2015 Pazar

Zorlantılı Davranışlar

Zorlantılı davranışlar kişinin yapmak istemediği fakat kendini yapmak zorunda hissettiği davranışlardır.

Peki bir insanın bu şekilde saçma davranışları yapmasını zorlayan şey nedir? 

Gerilimdir

Kişi o gerilimden kurtulmak için yapar bu davranışları. 

Şehirlerarası bir yola çıktıktan ve 80-100 km yol aldıktan sonra acaba ütünün fişini çektim mi diyerek o 80-100 km yoldan geriye dönen insanlar var. 

Niye geriye dönüyorlar. Çünkü gergin, çünkü huzursuz. Eğer geri gelmezse onun o tatili burnundan gelir. Tatil boyunca sürekli kafasının bir tarafında ütü prizde mi, şu an elektrik sarfiyatı söz konusu mu, yangın çıkar mı? Sorularıyla o tatil o kişiye zehir olur.

Sadece kendisine zehir etmez, ailesine, eşine ve çocuklarına da zehir eder. Bundan dolayı boş ver deyip o 80-100 km yolu geriye dönerler ve kontrol ederler. 

Kontrol ettiklerinde ütünün fişini çektiğini görüyorlar. Ama olsun o gerilimle, o huzursuzlukla geçirmektense en azından içim rahat etti diyorlar.

Kişi aslında ütünün fişini çektiğini biliyor, eşi de söylüyor ona fişi çektiğini. O da biliyor aslında fişi çektiğini ama gelde ona anlat. Bunu bilen üst beyin, hisseden alt beyin. Duyguların oluşumundan olan taraf hayır ütünün fişini çekmedin diyor. Ben çektiğimizden emin değilim diyor. Şeytan da orada vesveseyi veriyor.

7 Nisan 2015 Salı

ATAK NEDİR

Hiç korkmadınız mı hayatınızda? kalbiniz hiç güm güm atmadı mı? Kaslarınız aşırı derecede gerilmedi mi? Olmadı mı bu tür şeyler?
Oldu.

İşte bu yaşadığınız şey atak.

Fakat belli bir sebebe bağlı olarak yaşanılmasından dolayı insanlar korkmuyorlar. 

Bu durumu bu denli korkutucu hale getiren şey ortada herhangi bir uyarıcı olmadan bu korku halini yaşıyor olmasıdır.

6 Nisan 2015 Pazartesi

Panik atak nedir?

Bunu anlayabilmemiz için önce atak kavramının ne anlama geldiğini anlamamız gerekiyor. 

Atak, olağan üstü sorunlar söz konusu olduğu zaman bedenimizde devreye giren bir tür emniyet mekanizmasıdır.

Biz esasında hayatın içerisinde birçok defalar atak yaşamışızdır. Panik atak hastası olmayabiliriz, atak yaşamamız için illa hasta olmamız gerekmiyor.

Hiç korkmadınız mı hayatınızda? kalbiniz hiç güm güm atmadı mı? Kaslarınız aşırı derecede gerilmedi mi? Olmadı mı bu tür şeyler?
Oldu.
İşte bunlar atak. O an yaşadığınız şey atak.

1 Nisan 2015 Çarşamba

ERGENLERİ ANLAMAK KOLAY DEĞİL

Çocuğunuz 15-16 yaşlarındaysa bir yandan ergenliği yaşıyor bir yandan da içindeki çocuğun gündemini yaşıyor. 

Dolayısıyla ne yetişkin olabiliyor ne de çocuk kalabiliyor. İki arada bir derede kalıyor. Bu da ergenlik buhranlarının olması gerekenden daha yoğun yaşanmasına neden olabiliyor.

O ergenin içindeki çocuğu görmek dikkate almak gerekiyor.

29 Mart 2015 Pazar

ÇOCUĞUNUN İÇİNDEKİ ÇOCUĞU TANIYOR MUSUN?

Kendi içindeki çocuktan kopuk olan insanlara baktığımız zaman kedi çocuklarını da çok iyi tanımadıklarını görüyoruz.

Çocuklarının içindeki çocukları göremiyorlar…..

Evet çocuklarımızın için de de çocuk var….

Dolayısıyla kendi içindeki çocuğu anlayabilirse kişi çocuğunun içindeki çocuğu anlayabilir.

Çocuk diyelim ki 7-8 yaşında ve şımarıyor. İşte şımaran onun içindeki çocuk aslında. 

O çocuğun içindeki çocuğu görmek, anlamak, onun ihtiyaçlarının farkına varmak ve ihtiyaçlarını karşılamak çok önemlidir.

ZAAFLARIMIZI ÇOCUKLARIMIZA YANSITIYOR MUYUZ?

ZAAFLARIMIZI ÇOCUKLARIMIZA YANSITIYOR MUYUZ?

Çoğu anne babaya bakıyoruz çocuğuyla ilişkisini kendi içindeki çocuk üzerinden gerçekleştirir. Bu bir kaidedir. Kimisi bunun farkındadır bunu yönetir, kimisi de bunun farkında değildir.

Diyelim ki çocukluk döneminde bazı korkular yaşadı. İçimizdeki çocuk o korkuları geçmişten günümüze taşıyor ve kendi şahsında o korkularımızı çocuğumuza yansıtıyoruz ve onun özgürlüğünü kısıtlıyoruz. 

Fazlasıyla koruyucu, kollayıcı, müdahaleci bir ebeveyne dönüşebiliyoruz. Bunun sebebi çocukluktaki korkularımızdır.