25 Mayıs 2014 Pazar

Bakış Açımızı Belirleyen Yargılarımız

Hayatın, yaşadığımız olayların, insanların ve yaptıklarımızın bizim üzerimizde nasıl bir etki bıraktığını belirleyen şey bizim onlara yüklemiş olduğumuz anlamdır.
Bu esasında insana bahşedilmiş harikulade bir insiyatif, bir özellikltir. Tabiri caizse kaderi belirleme şansına sahip değiliz. Ki insanları seçme şansına da sahip değiliz. Hatta kendimizi de seçme şansına sahip değiliz. Cinsiyetimizi seçemedik, ırkımızı, milliyetimizi seçemedik, boyumuzu, rengimizi, zekamızı, seçemiyoruz. Bunlar bize bir paket olarak sunulan hususlar.
Fakat bize yaşadıklarımızın bizim üzerimizde nasıl bir etki meydana getireceği, diğer bir deyişle kaderin bize seçme şansı vermediği hususlarda neler hissedeceğimizi belirleme şansı, hakkı verilmiştir.
Bu esasında insana verilmiş harikulade bir özellik, insana verilmiş harikulade bir insiyatiftir.
Çoğu insan yaşadıklarına bağlı olarak kendini kurban olarak görme eğilimi içerisindedir. Zahiren bakıldığında kimi zaman o kişinin kurban olduğuna hükmedecek durumların var olduğunu da görürüz. Fakat olayın arka planında yaşadığımız o olaylar her ne ise ama her ne ise, o olayların bizim üzerimizdeki etkisini belirleme hakkı o insiyatif kişiye bahşedilmiştir. Bu da kişiyi kurban olmaktan çıkartıyor.
Hani bir replik vardır ya filmlerde sıkça kullanılan hoş bir tabir değil ama “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” yani zahiren bana hakim gibi olsan da benim üzerimde hükmediyor gibi bir durum söz konusu olsa da batında ben içimde kendimi özgür hissediyorsam sana ait hissetmiyorsam gerçekten sana ait değilimdir demek bu.
Bu konuda güzel örnekler var. Çeşitli vesilelerle cezaevine düşmüş, haksızlıklara maruz kaldığı halde o cezaevi yaşantısını kendisini geliştirecek, kendisini yetkinleştirecek, diğer insanlara faydalı olabilecek hale dönüştürmüş modern tarihte bir çok örneği var.
Mesela bunlardan bir tanesi 2. Dünya Savaşında Nazi Toplama Kamplarına düşmüş bir psikiyatrist Wiktor Frankıl. Ki çıktıktan sonra oradaki deneyimlerini psikolojide bir ekol, kuram haline getirmiş ve o biliçsel psikolojinin kurulmasına ciddi anlamda etkisi olmuş bir psikiyatristtir kendisi.
Tabi bizim kadim kültürümüzdeki en güzel örneğide Yusuf Aleyhisselamdır. O da binbir zorluklara maruz kalmış olmasın rağmen bu süreç içerisinde yaşadıkları karşısında kendisini hiçbir zaman kurban olarak görmemiş ve bu yaşadıklarının her ne kadar zahiren olumsuz şeyler gibi olsa da arka planında kendisi için hayırlı olduğu gerçeğini gözardı etmemiş, ümidini korumuş ve her anında çağlara örnek olacak son derece güzel, hoş tavırlar sergilemiş bir şahsiyettir.
Bize düşen de budur.
İşte yaşadığımız olayların bizim üzerimizdeki etkisini belirleyen şey bizim onlara yüklemiş olduğumuz anlamdır. Bu anlamı sağlayan da bakış açımızdır.
Hepimizin beyninde çeşitli yargılar vardır. Ki bu yargılar eğer işlevsel değilse, hayatın etkisini gereksiz yere arttırıyor ya da yaşadığımız olayları, karşılaştığımız insanları, olumsuz anlamlandırıyor ise ya da yanlış anlamlandırmamıza neden oluyor ise de önyargı diyoruz biz buna. Bu yargılara psikolojide Bleef deniliyor. Bleef kelime manası itibariyle inanış demektir. Bizlerin hayatla ilgili inançları vardır. Bu inançlardan kastettiğimiz şey dini inançlarımız değildir.
Bizim hayata dair inanışlarımız vardır. Mesela birisiyle konuşurken “ Ya hayat çok zor bir yer kardeşim” der. Bu işte bir yargıdır. Yaşadığı her olayı bu inanıştan hareketle anlamlandırma eğilimi içerisindedir insanlar. Zaten ben dememişmiydim hayat zordur diye. İşte gördün mü?
Bu inanış neye yol açar? Bu inanış kişinin kendisini kurban olarak görmesine neden olur. Kişiyi sürekli olağan üstü halde tutar. Her an başına bir olumsuzluk gelebilecek her an sıkıntıyla karşılaşabilecek miş beklentisi içerisinde olmasına neden olur. Bir süre sonrada kendi kendisine gerçekleştiren kehanet durumuna sokar insanı.
Çünkü kolay süreçleri bile sanki zormuş gibi addettiği için kişi ona göre hazırlık yapar. Olayı büyütür. Kendisini gereksiz yere kasar ve gergin olur. Sürece böyle kasılmış, gerilmiş, sempatik sinir sistemi devreye girmiş bir şekilde olduğunda çok kolay süreçler bile sıkıntılı hale gelir.
Sonra kişi derki; bak ben size dememiş miydim. En küçük şeyler bile ne kadar zor.
O açıdan bilinçaltımızda yerleşik, kafamızın arkasında yerleşik bu yargıların neler olduğunu çok iyi anlamak durumundayız.
Şunu da diyebilirsiniz; hocam benim yargılarım çok işlevsel. Benim yargılarım gayet güzel, benim yargılarımda problem yok da diyebilirsiniz.
Gayet güzel. Doğrudur da. Fakat bizim iki tane yargımız. İki tane beynimiz var diyoruz ya. Yunus Emre nin tabiriyle “ bir ben vardır benden içeru”.
Üst beyine ait bilinç diye tanımladığımız o yapıya ait olan yargıların işlevsel olması, var olan gerçeklikle örtüşüyor olması yeterli değildir. Alt beynimizin de, içimizdeki benlik olarak tabir ettiğimiz yapının yargıları da önemlidir. Çünkü duygular alt beynimizde oluşuyor. Altbeynimiz üst beynimize her ne kadar bağlı isede, dış işlerinde bağlı ise de iç işleyişinde özerk bir yapıdır. Hayatla ilgili kendine özgü algıları vardır. Bizim bilmediğimiz, farkında olmadığımız hayatla ilgili yargılar vardır. Ve bu yargılar hiç beklemediğimiz bir anda devreye giriyor ve hiç hoşlanmadığımız, onaylamadığımız etkiler açığa çıkıyor üzerimizde. Ve bu istemediğimiz etkilere bağlı olarak istemediğimiz tepkiler verebiliyoruz.
Biliçsel psikoloji diyor ki; “eğer insanın olayları değerlendirmesinde, anlamlandırmasında rol oynayan yargıların neler olduğunu tespit edebilir, onlara nüfuz ederek onları değiştirmeyi bir şekilde başarabilirsek hayatın, olayların, kaderin insan üzerindeki etkisini ve buna bağlı olarak kişinin hayata, insanlara, olaylara, kadere vermiş olduğu tepkiyi değiştirmemiz olanaklı hale gelir.” diyor.
Bazı yargılarımız tespit ettik ve değiştirdik ama bazılarını tespit bile edemedik Ya da tespit ettik ama çok güçlü referans yaşantılara dayanıyor ve o alt beyin derin yapı bunu değişimine müsaade etmiyor. Değiştiremiyorsak ne olacak.?
Yönetmek durumundayız. Değiştirebileceğimiz şeyleri değiştiriyoruz. Değiştiremiyeceğimiz şeyleri de yönetiyoruz. Bu ikisinden bir tanesini yapma olanağımız vardır, bu bize bahşedilmiş. Üçüncü bir seçenek söz konusu değil.
Hiçbir şey kendi kendine oluşmaz. Ama bunu oluşturan biz değiliz. Bunu oluşturan bizim içimizde, kişiliğimizin derinlerinde var olan bir yapı. Alt beyin.
Alt beyin iki konuda çok duyarlıdır. Alt beynimizi tanıyalım.
acıdan uzak kalma konusunda duyarlıdır. Psikolojik ve fizyolojik varlığımızı tehdit edecek durumlardan uzak durma, bizi bu durumlardan bertaraf etme konusunda çok duyarlıdır.
side hazza ulaşmak diyoruz. Acıdan kaçınmak ve hazza ulaşmak. Bunun tasavvufi terminalojideki karşılığı kuvvei gadabiyye (acıdan uzaklaşmak), kuvveyi şeheviye ( hazza ulaşmak)dır.
Hazza ulaşmak derken kast ettiğimiz şey bizim ihtiyaçlarımız vardır psikolojik ve fizyolojik varlığımızı devam ettirebilmek için manxıyahlabı gereken ihtiyaçlarımız var. Belli oranda vitamin ve minarelleri almak zorundayız, belli oranda kalori almak zorundayız, belli oranda protein almak zorundayız vb. Bunları alamadığımız takdirde fizyolojik dengemiz bozuluyor. Hemostasis denilen o denge halini kaybediyoruz. Sıkıntı söz konusu oluyor. Bu ölümle sonuçlanabilecek durumlarla neticelenebiliyor.
Aynı şekilde psikolojik varlığımızı da korumak zorundayız. Kişiliğimizi korumak zorundayız. Onurumuzu, şahsiyetimizi de korumak zorundayız. Bunun içinde karşılanması gereken ihtiyaçlar var. Saygı görmemiz gerekiyor, sevgi görmemiz gerekiyor, insanlar tarafından ilgi görmemiz gerekiyor, şefkat, merhamet görmemiz gerekiyor. Özellikle de hayatın ilk evrelerinde, kurulum evremiz, henüz daha zayıf olduğumız, dış dünyadan gelen etkilere açık olduğumuz, hızlı birbüyüme, gelişme evresinde olduğumuz o çocukluk evrelerinde bu ihtiyaçlarımız çok daha belirgindir.
Alt beynimizin her iki konuda duyarlılığı çok daha belirgindir. Özellikle bu iki hususta söz konusu olabilecek yaşantılar alt beynimizin daha sonraki evrelerinde kullanacağı o yargıların oluşumunda son derece belirleyicidir.
Bu yargılar acıdan kaçınmak ve hazza ulaşmak bağlamında oluşuyor. Yani o yargıların amacı bizi zarar görebileceğimiz durumlardan uzak tutmaya çalışmak, bizi hazza ulaştırabilecek durumları yaşamamızı sağlamak.
Bu yargılar başlıca 3 hususla ilgilidir. Bunlardan birincisi hayatla ilgili. Bu yargılardan birincisi hayatı tanımlar. Hayat nasıl bir yerdir sorusunun cevabını içerir. Biraz önce hayat zordur örneğini verdik onun gibi. Yaşanmışlıklardan hareketle kişinin alt beyninde o kırmızı kitaba yazılmış hayat zordur diye. Sonra kişi büyüyor, gelişiyor. Üst beyin, korteks diye tanımladığımız o yapının farkındalığı artıyor. Fakat bu üst beyin orada alt beyinde oluşmuş, o çocukluk dönemlerinde oluşmuş ve aklın süzgecinden geçirilmemiş, vicdanın süzgecinden geçirilmemiş, kritik edimemiş, o yargıları otomatik olarak benimsiyor. Kabul ediyor hiç sorgulamadan. Gerçeklik ile uyumunu hiç sorgulamadan direk oraya alıyor. Bu en kötüsü, en tehlikelisi. Böyle insanları değiştirebilmek çok ama çok zor. O aşamadan sonra kişi hayatı o şekilde algılamaya başlıyor. Hayata o zorluk penceresinden bakmaya başlıyor. O pencereden baktığı zaman her şey ona zor görünüyor. Hayata hangi pencereden baktığımız önemlidir.
Kişi güneş gözlüğünü niçin takıyor. Çünkü güneş ışığı çok parlak, gözü alacak derecede. Kişi de o an gözü güneşten korumak için ve daha iyi görebilmek için gözlüğü takıyor. Ve bir müddet sonra göz o gözlüğe alışıyor. Bir müddet sonra güneş gidiyor ve kişi gözlüğe o kadar çok alışıyor ki gözündeki gözlüğün varlığını bile unutuyor. Ve hayata o siyah güneş gözlüğünün ardından bakmaya başlıyor.
İşte bizim de alt beynimizde bu şekilde gözlükler var. Esasında hayatın o ilk evrelerinde kendimizi korumak için, o etkilerden korunmaya yönelik takdığımız ama daha sonra alışıp çıkarmadığımız, gözümüzdeki varlığını unuttuğumuz ve o gözlüklerin ardından baktığımız zaman hayatı olduğundan farklı olarak gördüğümüz gözlükler var. işte kişi bu gözlüklerin varlığını unutuyor ve hayatı o gözlüklerin ardından gördüğü şekilde tanımlıyor. Hayat karanlık bir yer deyiveriyor.
İşte bizde kişiye anlatıyoruz “ o gözlüğü çıkarttığın takdirde hayatı olduğu gibi kabul edeceksin” ama kişi o gözlüğün farkında bile değil.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder