26 Mayıs 2014 Pazartesi

KÖTÜLÜK DUYGUSU DOĞUŞTAN MI GELİR

İnsanoğlunun doğuştan getirdiği bir karanlık yön vardır. Bu da bizim kadim kültürümüzde dikte edilen nefsin varlığına önemli bir referans. İnsanoğlunun doğuştan getirdiği o iyilik o adalet duygusu da insanoğlunun doğuştan bir vicdanın olduğunun bir göstergesi.
Peki bu duyguların hangisi ağır gelecek hayatın ilerleyen bölümlerinde?
Bunda anne baba, almış olduğu eğitim, çevre, çok belirleyici. Çocuklarda her ne kadar iyiliği, güzeli, adaleti tercih etme eğilimi olsa da , doğuştan gelen böyle bir eğilim söz konusu olsa da öte yandan bir tarafgirlik de söz konusu.
Çünkü o çocuk Yalnız, o çocuk zayıf, o çocuk ilgiye, korunmaya, şefkate muhtaç. Bunun etkisiyle kendisiyle benzer tercihlerde bulunan insanlarla birlikte olmayı, onlarla beraber saf tutmayı tercih ediyor. Ki bizler hayatın daha sonraki dönemlerinde de benzer şekillerde imtihan edileceğiz.
Gerektiğinde aramızda akrabalık bağı bulunan, dostluk bağı bulunan, hemşerilik bağı bulunan insanların aleyhine şehadette bulunmamız gerekiyor bazen.
İşte bu durumda alt beynimiz, hayatta kalma dürtümüz devreye giriyor. Ve bizi aynı ideolojiyi paylaştığımız, hemşerimizle, Ya da akrabamızla aynı safta durmaya yöneltiyor.
Niye?
Onlarla ayrı düşme, yarın onların desteğine ihtiyacın olabilir diyor. Halbuki bizde doğuştan gelen bir adalet, iyilik duygusu da var.
işte almış olduğmuz eğitimle, o terbiye ile içimizden gelen bu dürtüye rağmen bizim, adaletin yanında, iyiliğin yanında saf tutmayı becerebilmemiz gerekiyor. Başarabilmemiz gerekiyor. Bu da ancak bir eğitimle söz konusu olabilir.
Evet insanoğlunda bir iyilik duygusu var. insanoğlunda doğuştan gelen bir adalet duygusu var. fakat bu duygular eğitilmediği takdirde, insanoğlunun o karanlık yönü terbiye edilmediği takdirde hayatın ilerleyen dönemlerinde kişinin doğru tercihleri yapabilmesi çok güç....
yine çocuklarla yapılmış bir araştırma eğitimin ne kadar belirleyici olduğunu gösteren;
Çocukların önüne yeşil ve mavi düğmeler koyuluyor.
Çocuğa, yeşil düğmeye basarsan sana 1 jeton vereceğiz. Fakat arkadaşına hiç jeton yok.
Mavi düğmeye basarsan sana 2 jeton vereceğiz. Fakat arkadaşına da 2 jeton vereceğiz diyor.
Bir düğme daha var sarı düğme. Sarıya basarsan sana 1 jeton vereceğiz. Arkadaşına 2 jeton vereceğiz diyor.
Oyun alanından bahsediyoruz ve henüz okula yeni başlamış 7-8 yaşındaki çocuklar.
Çocukların hemen hemen tamamı yeşil düğmeye basmayı tercih ediyorlar. Yani 1 jeton almayı tercih ediyor. Maviye bastığında 2 jeton alabilecekken, onlar yeşile basıp 1 jeton almayı tercih ediyorlar.

Fakat aynı çalışma 9-10 yaşındaki çocuklarla yapılıyor.
Çocukların çok azı yeşili tercih ediyor. Önemli bir bölümü maviyi, çok küçük bir azınlık ise sarıyı tercih ediyorlar.
Ani arkadaşını kendi nefsine tercih ediyor. Arkadışının daha fazla jeton alması için sarıya basıyor. Kendisi daha az jeton almaya razı geliyor.
Halbuki diğer gruptaki çocuklar yani yaşları daha küçük olan gruptaki çocuklar arkadaşı almasın diye kendisi de az almaya razı olmuştu.
Fakat bu gruptakiler arkadaşı alsın diye, kendisi az almaya razı oldu.
Bu çalışma bize gösterdi ki, insanlar hayatın içerisinde doğru bir eğitim aldıkları zaman adalet, paylaşım duygusu ağır basıyor.
Fakat kişi eğitilmemişse, o karanlık yönü terbiye edilmemişse o zaman hep ben, hep ben, hep ben diyor. Böyle bir yönde var bu araştırmanın sonuçlarında.
Bir yandan çocuklarımızda doğuştan var olan o iyilik duygusunu, adalet duygusunu geliştirmeye çalışırken bir yandan da çocuklarımızın hatalı tercihler yapabilecek o hayatta kalma, tarafgirlik dürtüsünün kaynağı olan o karanlık yapıyı da terbiye etmemiz gerekiyor.
O kötü yön terbiye edilmediği takdirde insanın iyiyi, doğruyu, güzeli tercih etmesine mani oluyor.
Allahın Resulünün yaşamış olduğu döneme şöyle bir geri dönelim. O dönem O na inanmayı redetmiş Medineli yahudileri bu araştırmanın ışığı altında şöyle bir analiz edelim. Ve aynı zamanda inanmayı red etmiş Medineli müşriklerin psikolojisini de şöyle bir analiz edelim;
Ne diyor Ebu Cehil; vallahi biz senin indirdiğini reddetmiyoruz. Kuranın doğruluğunu, O nun Allah katından gönderildiğini redetmiyoruz. Biz senin Peygamberliğini reddediyoruz. Çünkü Beni Haşimden çıkmamalıydı diyor. Bizden çıkmalıydı. Diyor.
Aslında doğuştan iyilik güzellik, doğruyu tespit etme gibi bir özellik Ebu Cehil gibi bir adamda bile var, arka planda çalışıyor. Fakat aynı zamanda karanlık, azgınlaşmış, kişiliğe baskın hale gelmiş karanlık yön devreye giriyor ve hayır o bizden değil, O nun tercihleri bizim tercihlerimizle benzeşmiyor, o farklı bir kavimden, o farklı bir kabileden diyor devreye giriyor. Ve aynen o kraker örneğindeki gibi yanlışı tercih ediyor.
Benzer bir durum Medineli yahudiler için de geçerli. Çok ilginç hayudiler neden Medinedeler. Mezopotamyanın o bereketli topraklarını bırakıp, çölün ortasında, kurak, hastalıkların kol gezdiği o yeri tercih ediyorlar. Ve oradaki araplarla sürekli didişiyorlar.
Çünkü ahir zaman peygamberinin oradana çıkacağını biliyorlar. Bu bilgi onlarda var ve bekliyorlar. Zaten araplarla her anlaşmazlık çıktığında o beklenen Peygamber geldiğinde biz size gününüzü göstereceğiz diye onları tehdit ediyorlar. Düşünün kaç yüz yıl öncesinden, oradan çıkacak Peygamberi karşılamak için oraya gelmiş bir kavimden bahsediyoruz.
Fakat ne oluyor. Birebir kitaplarında özellikleri anlatılan Peygamber kendi kavimlerinden değil de rakip kavimden çıktı diye bile bile O nu inkar ediyorlar.
Hatta yahudilerin ileri gelenlerinden iki kişi geliyor ve Peygamberimizi ziyaret ediyorlar o bahsedilen özellikler onda varmı diye. Ve geri giderken konuşuyorlar.
- O mu?
- Evet O
peki ne yapacaksın?
Yaşadığım müddetçe O nunla savaşacağım.
Diyor.
Şimdi doğuştan gelen o iyilik, adalet duygusu devreye girdi ve iyiliği tespit etti, doğruyu tespit etti kendi içerisinde.
Kuranı Kerimde yine Hz. İbrahim ve kavmi arasında geçen bir diyalogda da buna bir vurgu var. o putları kırdı ya onlar kendi vicdanlarına döndüklerinde O nun doğruluğunu anladılar diyor.
O duygu insanın içerisinde var. fakat o karanlık yön devreye giriyor. Hayır o İbrahimi tercih edemeyiz. Edersek Nemrut, o kavmimiz bize karşı gelir diyor. Menfaatlarimiz zedelenir diyor.
Burada da aynı şekilde kavmiyetçilik devreye giriyor. O karanlık yön devreye giriyor. O hayatta kalma dürtüsü devreye giriyor. O fani olan kazanımları, peşin olan kazanımları baki olan kazanımlara tercih etme dürtüsü devreye giriyor. O kraker deneyindekine benzer şekilde.
Çünkü terbiye edilmemiş o karanlık yön. O açıdan o karanlık yönü terbiye edebilmek. O Hayatta kalma dürtüsünü ehlileştirebilmek çok önemli. Çok ama çok önemli.
Bunun tasavvufi terminolojideki karşılığı, kadim kültürümüzdeki karşılığı kuvvei gazabiyye ve kuvvei şerriyye. Bunun psikolojideki karşılığı da, araştırmalar beynimizin alt kısmına işaret ediyor. Alt beyine o sapcortekse işaret ediyor. Oradaki güvenlik bölgesini, amigdalayı işaret ediyor.
Yeri geldiğinde korku duygusu adrenalin salgılayan, yeri geldiğinde de nöroadrenalin salgılayan o yapıya işaret ediyor. Korkuyor kişi. Neden korkuyor? Kazanımlarını kaybetmekten korkuyor. Toplum tarafından dışlanmaktan korkuyor. O anda esasında beyninin diğer yönü vicdanın üzerinde çalıştığı korteksi devreye giriyor. O anda “doğru olan, adaletli olan bu” diyor. Ama diğer yandan da terbiye edilmemiş sapkorteks devreye giriyor, o amigdalası devreye giriyor ve böbrek üstü bezlerinden adrenalin, korku hormonu salgılıyor. Ve o korkunun etkisiyle kişi kazanımlarını kaybetme endişesiyle aynen kraker örneğinde olduğu gibi doğruyu, iyiyi, adaleti değil yanlışı tercih ediyor.
Vehayut o amigdala öfke hormonu salgılıyor, nöroadrenalin salgılıyor. Neden bizden değil diyor ve kişi bile bile yanlışı tercih ediyor. Çok ilginç değil mi? Çok ilginç.
İşte O Kuranı, Siyeri, insanoğlunun psikolojik gerçekliklerinden hareketle nasıl farklı çıkarımlar, nasıl farklı algılar ortaya çıkıyor çok ilginç.
Yine Ebu Talibin inanmamasının altında da bu var. hani ölüm döşeğinde o çok sevdiği yeğeni;
“Ey Amcacığım! La İlahe İllallah Muhammedurrasulullah de” diyor. “Biliyorum. Sen O sun. Gönderilmiş peygambersin. Ama demem” diyor.
İşte burada da yine aynı şekilde o iyiliğin kaynağı, adaletin kaynağı çalışıyor. Amigdala devreye giryor ve diyor ki; “bunca yıl inşa ettiğimiz şerefimizi insanlar nezdinde ayaklar altına mı alacaksın?” diyor. O anda adrenalin, korku hormonu salgılıyor ve şanını, şerefini, insanlar nezdindeki preztijini kaybetmekten korktuğundan dolayı alt beyin üst beyine baskın geliyor, karanlık yönü aydınlık yönüne baskın geliyor ve yanlış tercihte bulunuyor.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

25 Mayıs 2014 Pazar

İYİLİK DUYGUSU DOĞUŞTAN MI GELİR?

Ahlak doğuştan mı gelir, yoksa sonra dan mı öğrenilir sorusu eski dönemlerde filozofların, modern çağda da bilim adamlarının özellikle de psikologların cevaplamaya çalıştığı bir sorudur.
Bu konuyla ilgili Kant “insanoğlunun boş birkağıt gibi olduğunun, o nun hayatın içerisinde aldığı eğitime bağlı olarak şekillendiğinin, zihninin kalbinin dolduğunu iddia etmiştir.”
Bununla beraber modern psikolojide özellikle de gelişimsel psikolojinin kurucularından sayılan Sciner çocuğa her şeyin öğretilmesi gerektiğini doğuştan herhangi ber şey getirmediğini ifade etmiştir.
Daha sonraki dönemlerde genetik alanında yapılan çalışmalara bağlı olarak çocukların esasında doğuştan genetik faktörlerce belirlenen bir ahlaki eğilimin var olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Ki bu konuda 2007 yılında Yeel Üniversitesinde bir grup akademisyen tarafından gerçekleştirilen çok ilginç bir araştırmalar var.
3 ve 5 aylık bebekler alıyorlar. Bu bebeklere çeşitli kukla şovları gösteriliyor. Tabi bu şovlar yapılandırılmış. Birincisinde bir kutuyu açmaya çalışan bir kukla var. Yeşil elbiseli kukla ona yardımcı olmaya çalışıyor. Kırmızı elbiseli kukla da kapağı kapatmaya çalışıyor. Çocukta bunu izliyor. Hem 3 aylık bebeklere hem de 5 aylık çocuklara bunları izlettiriyorlar. Sonrasında kırmızı elbiseli ve yeşil elbiseli kuklayı çocukların önüne koyuyorlar. Çocukların %81 i yeşil elbiseli kuklayı alma eğilimi gösteriyor. Yani iyi olan kuklayı tercih ediyor. 5 aylık çocuklar. 3 aylıklar henüz daha uzanmayı bimedikleri için, 4/3 ü yeşil olan kuklaya daha uzun süre bakıyor. Yeşil elbiseli kuklaya 33 saniye bakıyor. Kırmızı elbiseli kuklaya sadece 5 saniye bakıyor. Bu araştırma iyilik kavramının çocuklarda doğuştan var olduğunu ortaya koyuyor. Ve bu son derece tutarlı, bilimsel gerçekliği olan bilimsel dergilerde yayınlanmış, yapıldığı dönemlerde de ses getiren bir araştırma.
Buradan neyi anlıyoruz; çocuklar iyilik duygusu içlerinde var olduğu halde dünyaya geliyor. Henüz daha 3 aylık, henüz daha 5 aylık çocuğun almış olduğu eğitimle ki daha doğru düzgün bir eğitim aldığından bahsedilemez böyle bir tercihte bulunması mümkün değil.
Velev ki eğitim söz konusu olsa bile her anne babanın bunu başarılı bir şekilde becermiş olması da beklenemez. Çocukların % 81 i iyi olan kuklayı tercih etti demiştik. Çocuk iyi ile kötüyü ayrıt edebildi. Henüz daha 3 aylık bir çocuk. Çok ilginç bir sonuç. Henüz 3 aylık bir çocuk iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebiliyor. Güzel ile çirkini birbirinden ayırt edebiliyor.
Daha da ilginci o kırmızı elbiseli kukla top oynuyor. Yeşil elbiseli kukla gelip onun topunu alıyor ve kaçıyor. Ve bu iki kuklayı yine çocukların önüne koyuyorlar. Bu sefer çocuklar topu kaçırılan kırmızı elbiseli kuklayı değil. Topu kaçıran kuklayı tercih ediyor.
Neden?
Adalet duygusu. Onu cezalandırıyorlar. Çünkü o kötü. Bir önceki aşamada o kötülük yaptı. Ve şu an cezalandırılıyor. Ve çocukların 4/3 ü normal şartlar altında kırmızı kuklanın yanında yer almaları gerekirken onun elinden topu lıp kaçan yeşil kuklayı tercih ediyorlar. Çünkü o bu hareketiyle kırmızı kuklayı cezalandırdı...
halbuki benzer bir deneyde topu alıp kaçan yeşil kukla top oynarken diyelim ki sarı renkli kukla topu alıp kaçarken çocuklar topu alıp kaçırılan kuklayı tercih ediyorlar. Topu alıp kaçan kuklayı değil. Yani mağdur durumda olan, mazlum durumda olan kuklayı tercih ediyorlar.
Fakat burada burada kırmızı kuklanın bir önceki seferden tabiri caizse vukuatı var, sabıkası var dolayısıyla topu alıp kaçıran kuklayı tercih ediyorlar. Böylece öbür kuklayı cezalandırmış oluyor.
Bu ve benzer uygulamalardan hareketle bu araştırmayı yürüten akademisyenler adalet duygusunun yine doğuştan geldiği hükmüne varıyorlar. Evet adalet duygusu da doğuştan geliyor.
Dolayısıyla Hadisi Şerif var ya “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar”. Hadisi Şerifin hikmetleri burada çok daha net görülmüş oluyor.
Kelami prensipler ile kevni prensipler, diğer bir deyişle Ulumu Diniyye, Kuran ve Sünnetin bize vaaz ettiği o ahlaki ve dini prensipler ile bilimin bize tarif ettiği hayatın gerçeklerine dair o kevni prensipler daima birbiriyle uyumludur. Çünkü her ikiside aynı hakikati tanımlamakta ve aynı kaynaktan gelmektedir. Her ikisinin de kaynağı Mevla dır. Mevla ne buyuruyor “İnsana bilmediğini biz öğrettik” .
O zaman bizler anne ve baba olarak çocuğu boş bir kağıt olarak görüp ona sonradan çok fazla müdahale ederek, çok fazla uğraşarak tabiri caizse onun fabrika ayarlarını bozarak onu terbiye etmeye çalışmak yerine onun fıtratında var olan, onun genetiğine kodlanmış olan o iyilik duygusunu, o adalet duygusunu ve bu konuda yapılmış olan araştırmalar paylaşım vs alanlarda da çocukların hep, iyilik ve güzellik duygusunun tercih etme eğilimi içerisinde olduğunu ortaya koyuyor.
Bu duyguları beslememiz, büyütmemiz, parlatmamız gerekiyor.
Peki acaba çocukların doğuştan getirdikleri karanlık bir duyguları da var mı?
Çocuklar doğuştan pırıl pırıl, tertemiz, hep iyiliğe meyyal bir şekilde mi dünyaya geliyorlar?
Çünkü insanın içinde bir de nefis dediğimiz bir olgu var. Ve bu yapı insan dünyaya geldiği andan itibaren etkin, aktif. Acaba bu nefsin varlığına işaret eden araştırmalar da var mıdır diye soru aklımıza gelirse evet bunun ilgili de araştırmalar var.
çocukların iyiyi güzeli tercih etme gibi özellikleri olduğu gibi eğer terbiye edilmezse hatalı terbiye edilmezse karanlık bir yönü var.
Bu konuda da yine ilginç bir deney var.
Yine aynı bebek grubuyla çalışılıyor 3 aylık ve 5 aylık. Bebeklere iki tane kap uzatılıyor. Kapların bir tanesinde kraker var. Diğerinde ise gevrek var. Çocuklardan seçim yapmaları isteniyor. Çocukların büyük çoğunluğu krakeri tercih ediyorlar. Ve bu krakeri tercih eden çocuklara bu kukla şovu izletiliyor. Şovda kraker tercih eden bir kukla var. Bu kukla mavi elbiseli. Mavi kukla da aynı şekilde krakeri tercih etmiş. Yine beyaz elbiseli bir kukla var kutuyu açmaya çalışıyor. Fakat bu sefer krakeri tercih etmiş olan mavi elbiseli kukla kutuyu kapatmaya çalışıyor. Yeşil elbiseli kukla ise beyaz elbiseli kuklaya kutuyu açması konusun yardımcı oluyor. Fakat mavi elbiseli kukla kutuyu kapatmaya çalışıyor. Ve daha sonra mavi elbiseli ve yeşil elbiseli kuklalar çocukların önüne koyuluyor.
Daha önceki araştırmada çocukların yüzde sekseni yeşil elbiseli kuklayı tercih etmişti. Fakat bu sefer tercih değişti kuklalardan bir tanesinin tercihi çocukların tercihiyle uyuşuyor.
Bu sefer çocuklar kendileri gibi krakeri tercih eden kuklayı yani mavi kuklayı tercih ediyor. Yani kötü kuklayı tercih ediyor.
Neden?
Çünkü benzer tercihlerde bulundu. Çocuk krakeri tercih etti ya. O da krakeri tercih etti. Çocuğun kafasında orada bir eşleşme söz konusu oldu. Ve çocuk taraflı davrandı. Onun yanında yer aldı. İyiliğin yanında değil kendisiyle benzer davranışlar sergileyen kişinin yanında yer aldı.
İşte bu da çocukların o eğitilmesi gereken yönlerine işaret ediyor.
Ki bununla ilgili yine ilginç bir uygulama daha var. Bu yargıyı tamamlayan bir uygulama. Ve yine bu alanda yapılmış birçok araştırma ve deneyde çocuklarda eğitilmesi gereken bir tarafın var olduğunu ve bunun da doğuştan geldiğini ortaya koyuyor.
Bu araştırma esasında takım tutma, ırkçılık, kavmiyetçilik, tarafgirlik gibi son derece güçlü, toplumlara yön veren, milyonları aynı potada bir araya getiren ne kadar güçlü olgular olduğunu, bunların doğuştan geldiğini ve iyi eğitilmediği takdirde kişinin hayatının daha sonraki evrelerinde doğruyu değilde yanlışı, güzeli değilde çirkini, iyiyi değilde kötüyü seçmesinde rol oynayacağını görüyoruz.
Yine bu araştırma da kullanılan bebekler bir önceki araştırmada kullanılan bebeklerle aynı bebekler. Önce iyiyi tercih ediyor fakat araya tabiri caizse menfaatler girdiğinde bir anda tercih değişebiliyor.
Demekki insanda terbiye edilmesi gereken, eğitilmesi geken böyle bir yönde var.
Bu araştırmalar ışığı altında çocuklarımızla olan ilişkimizi, çocuklarımıza olan yaklaşımımızı gözden geçirelim.
Bu araştırma üzerinde birazcık düşünelim. Tefekkür edelim. Bizler çocukların izlemiş olduğu o kuklalar gibiyiz. Kaldı ki çocukların daha önce hiç görmedikleri o kuklalar ile nasıl da güçlü bağlar oluşturduklarını burada gördük. Ki burada çocuk yani anne ve babayı modelliyor. Çünkü anne ve babanın tercihleri büyük ölçüde çocuğun tercihleriyle paralel yönde. Kendisiyle aynı krakeri tercih ettiği için kuklanın yanında duran o çocuk elbetteki kendisine bakan, kendisini büyüten o anne ve babanın tarafını seçme eğilimi içerisinde.
Evet çocukta bir doğruluk, bir iyilik eğilimi var. fakat anne ve babanın tercihleri yanlışsa, kötüyse, çirkinse o zaman çocuk içindeki o iyiliği tercih etme eğilimi içerisinde. İyiyi, doğruğu seçme eğilimine rağmen tercihlerini aynen araştırmadakine benzer şekilde anne ve babasının tercihleri doğrultusunda değiştiriyor. İşte bu da Hadisi Şerifin sonrasında bahsedilen “anne ve babası o nu Yahudileştirir, Hristiyanlaştırır ya da Mecusileştirir”. İfadesini teyid ediyor.
Bu araştırma insanda var olan bu karanlık, hatalı yönelimin anne baba ve çevresel faktörler etkisiyle nasıl da iyiliğe baskın geleceğini çok açık ve net ortaya koyuyor.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

Bakış Açımızı Belirleyen Yargılarımız

Hayatın, yaşadığımız olayların, insanların ve yaptıklarımızın bizim üzerimizde nasıl bir etki bıraktığını belirleyen şey bizim onlara yüklemiş olduğumuz anlamdır.
Bu esasında insana bahşedilmiş harikulade bir insiyatif, bir özellikltir. Tabiri caizse kaderi belirleme şansına sahip değiliz. Ki insanları seçme şansına da sahip değiliz. Hatta kendimizi de seçme şansına sahip değiliz. Cinsiyetimizi seçemedik, ırkımızı, milliyetimizi seçemedik, boyumuzu, rengimizi, zekamızı, seçemiyoruz. Bunlar bize bir paket olarak sunulan hususlar.
Fakat bize yaşadıklarımızın bizim üzerimizde nasıl bir etki meydana getireceği, diğer bir deyişle kaderin bize seçme şansı vermediği hususlarda neler hissedeceğimizi belirleme şansı, hakkı verilmiştir.
Bu esasında insana verilmiş harikulade bir özellik, insana verilmiş harikulade bir insiyatiftir.
Çoğu insan yaşadıklarına bağlı olarak kendini kurban olarak görme eğilimi içerisindedir. Zahiren bakıldığında kimi zaman o kişinin kurban olduğuna hükmedecek durumların var olduğunu da görürüz. Fakat olayın arka planında yaşadığımız o olaylar her ne ise ama her ne ise, o olayların bizim üzerimizdeki etkisini belirleme hakkı o insiyatif kişiye bahşedilmiştir. Bu da kişiyi kurban olmaktan çıkartıyor.
Hani bir replik vardır ya filmlerde sıkça kullanılan hoş bir tabir değil ama “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” yani zahiren bana hakim gibi olsan da benim üzerimde hükmediyor gibi bir durum söz konusu olsa da batında ben içimde kendimi özgür hissediyorsam sana ait hissetmiyorsam gerçekten sana ait değilimdir demek bu.
Bu konuda güzel örnekler var. Çeşitli vesilelerle cezaevine düşmüş, haksızlıklara maruz kaldığı halde o cezaevi yaşantısını kendisini geliştirecek, kendisini yetkinleştirecek, diğer insanlara faydalı olabilecek hale dönüştürmüş modern tarihte bir çok örneği var.
Mesela bunlardan bir tanesi 2. Dünya Savaşında Nazi Toplama Kamplarına düşmüş bir psikiyatrist Wiktor Frankıl. Ki çıktıktan sonra oradaki deneyimlerini psikolojide bir ekol, kuram haline getirmiş ve o biliçsel psikolojinin kurulmasına ciddi anlamda etkisi olmuş bir psikiyatristtir kendisi.
Tabi bizim kadim kültürümüzdeki en güzel örneğide Yusuf Aleyhisselamdır. O da binbir zorluklara maruz kalmış olmasın rağmen bu süreç içerisinde yaşadıkları karşısında kendisini hiçbir zaman kurban olarak görmemiş ve bu yaşadıklarının her ne kadar zahiren olumsuz şeyler gibi olsa da arka planında kendisi için hayırlı olduğu gerçeğini gözardı etmemiş, ümidini korumuş ve her anında çağlara örnek olacak son derece güzel, hoş tavırlar sergilemiş bir şahsiyettir.
Bize düşen de budur.
İşte yaşadığımız olayların bizim üzerimizdeki etkisini belirleyen şey bizim onlara yüklemiş olduğumuz anlamdır. Bu anlamı sağlayan da bakış açımızdır.
Hepimizin beyninde çeşitli yargılar vardır. Ki bu yargılar eğer işlevsel değilse, hayatın etkisini gereksiz yere arttırıyor ya da yaşadığımız olayları, karşılaştığımız insanları, olumsuz anlamlandırıyor ise ya da yanlış anlamlandırmamıza neden oluyor ise de önyargı diyoruz biz buna. Bu yargılara psikolojide Bleef deniliyor. Bleef kelime manası itibariyle inanış demektir. Bizlerin hayatla ilgili inançları vardır. Bu inançlardan kastettiğimiz şey dini inançlarımız değildir.
Bizim hayata dair inanışlarımız vardır. Mesela birisiyle konuşurken “ Ya hayat çok zor bir yer kardeşim” der. Bu işte bir yargıdır. Yaşadığı her olayı bu inanıştan hareketle anlamlandırma eğilimi içerisindedir insanlar. Zaten ben dememişmiydim hayat zordur diye. İşte gördün mü?
Bu inanış neye yol açar? Bu inanış kişinin kendisini kurban olarak görmesine neden olur. Kişiyi sürekli olağan üstü halde tutar. Her an başına bir olumsuzluk gelebilecek her an sıkıntıyla karşılaşabilecek miş beklentisi içerisinde olmasına neden olur. Bir süre sonrada kendi kendisine gerçekleştiren kehanet durumuna sokar insanı.
Çünkü kolay süreçleri bile sanki zormuş gibi addettiği için kişi ona göre hazırlık yapar. Olayı büyütür. Kendisini gereksiz yere kasar ve gergin olur. Sürece böyle kasılmış, gerilmiş, sempatik sinir sistemi devreye girmiş bir şekilde olduğunda çok kolay süreçler bile sıkıntılı hale gelir.
Sonra kişi derki; bak ben size dememiş miydim. En küçük şeyler bile ne kadar zor.
O açıdan bilinçaltımızda yerleşik, kafamızın arkasında yerleşik bu yargıların neler olduğunu çok iyi anlamak durumundayız.
Şunu da diyebilirsiniz; hocam benim yargılarım çok işlevsel. Benim yargılarım gayet güzel, benim yargılarımda problem yok da diyebilirsiniz.
Gayet güzel. Doğrudur da. Fakat bizim iki tane yargımız. İki tane beynimiz var diyoruz ya. Yunus Emre nin tabiriyle “ bir ben vardır benden içeru”.
Üst beyine ait bilinç diye tanımladığımız o yapıya ait olan yargıların işlevsel olması, var olan gerçeklikle örtüşüyor olması yeterli değildir. Alt beynimizin de, içimizdeki benlik olarak tabir ettiğimiz yapının yargıları da önemlidir. Çünkü duygular alt beynimizde oluşuyor. Altbeynimiz üst beynimize her ne kadar bağlı isede, dış işlerinde bağlı ise de iç işleyişinde özerk bir yapıdır. Hayatla ilgili kendine özgü algıları vardır. Bizim bilmediğimiz, farkında olmadığımız hayatla ilgili yargılar vardır. Ve bu yargılar hiç beklemediğimiz bir anda devreye giriyor ve hiç hoşlanmadığımız, onaylamadığımız etkiler açığa çıkıyor üzerimizde. Ve bu istemediğimiz etkilere bağlı olarak istemediğimiz tepkiler verebiliyoruz.
Biliçsel psikoloji diyor ki; “eğer insanın olayları değerlendirmesinde, anlamlandırmasında rol oynayan yargıların neler olduğunu tespit edebilir, onlara nüfuz ederek onları değiştirmeyi bir şekilde başarabilirsek hayatın, olayların, kaderin insan üzerindeki etkisini ve buna bağlı olarak kişinin hayata, insanlara, olaylara, kadere vermiş olduğu tepkiyi değiştirmemiz olanaklı hale gelir.” diyor.
Bazı yargılarımız tespit ettik ve değiştirdik ama bazılarını tespit bile edemedik Ya da tespit ettik ama çok güçlü referans yaşantılara dayanıyor ve o alt beyin derin yapı bunu değişimine müsaade etmiyor. Değiştiremiyorsak ne olacak.?
Yönetmek durumundayız. Değiştirebileceğimiz şeyleri değiştiriyoruz. Değiştiremiyeceğimiz şeyleri de yönetiyoruz. Bu ikisinden bir tanesini yapma olanağımız vardır, bu bize bahşedilmiş. Üçüncü bir seçenek söz konusu değil.
Hiçbir şey kendi kendine oluşmaz. Ama bunu oluşturan biz değiliz. Bunu oluşturan bizim içimizde, kişiliğimizin derinlerinde var olan bir yapı. Alt beyin.
Alt beyin iki konuda çok duyarlıdır. Alt beynimizi tanıyalım.
acıdan uzak kalma konusunda duyarlıdır. Psikolojik ve fizyolojik varlığımızı tehdit edecek durumlardan uzak durma, bizi bu durumlardan bertaraf etme konusunda çok duyarlıdır.
side hazza ulaşmak diyoruz. Acıdan kaçınmak ve hazza ulaşmak. Bunun tasavvufi terminalojideki karşılığı kuvvei gadabiyye (acıdan uzaklaşmak), kuvveyi şeheviye ( hazza ulaşmak)dır.
Hazza ulaşmak derken kast ettiğimiz şey bizim ihtiyaçlarımız vardır psikolojik ve fizyolojik varlığımızı devam ettirebilmek için manxıyahlabı gereken ihtiyaçlarımız var. Belli oranda vitamin ve minarelleri almak zorundayız, belli oranda kalori almak zorundayız, belli oranda protein almak zorundayız vb. Bunları alamadığımız takdirde fizyolojik dengemiz bozuluyor. Hemostasis denilen o denge halini kaybediyoruz. Sıkıntı söz konusu oluyor. Bu ölümle sonuçlanabilecek durumlarla neticelenebiliyor.
Aynı şekilde psikolojik varlığımızı da korumak zorundayız. Kişiliğimizi korumak zorundayız. Onurumuzu, şahsiyetimizi de korumak zorundayız. Bunun içinde karşılanması gereken ihtiyaçlar var. Saygı görmemiz gerekiyor, sevgi görmemiz gerekiyor, insanlar tarafından ilgi görmemiz gerekiyor, şefkat, merhamet görmemiz gerekiyor. Özellikle de hayatın ilk evrelerinde, kurulum evremiz, henüz daha zayıf olduğumız, dış dünyadan gelen etkilere açık olduğumuz, hızlı birbüyüme, gelişme evresinde olduğumuz o çocukluk evrelerinde bu ihtiyaçlarımız çok daha belirgindir.
Alt beynimizin her iki konuda duyarlılığı çok daha belirgindir. Özellikle bu iki hususta söz konusu olabilecek yaşantılar alt beynimizin daha sonraki evrelerinde kullanacağı o yargıların oluşumunda son derece belirleyicidir.
Bu yargılar acıdan kaçınmak ve hazza ulaşmak bağlamında oluşuyor. Yani o yargıların amacı bizi zarar görebileceğimiz durumlardan uzak tutmaya çalışmak, bizi hazza ulaştırabilecek durumları yaşamamızı sağlamak.
Bu yargılar başlıca 3 hususla ilgilidir. Bunlardan birincisi hayatla ilgili. Bu yargılardan birincisi hayatı tanımlar. Hayat nasıl bir yerdir sorusunun cevabını içerir. Biraz önce hayat zordur örneğini verdik onun gibi. Yaşanmışlıklardan hareketle kişinin alt beyninde o kırmızı kitaba yazılmış hayat zordur diye. Sonra kişi büyüyor, gelişiyor. Üst beyin, korteks diye tanımladığımız o yapının farkındalığı artıyor. Fakat bu üst beyin orada alt beyinde oluşmuş, o çocukluk dönemlerinde oluşmuş ve aklın süzgecinden geçirilmemiş, vicdanın süzgecinden geçirilmemiş, kritik edimemiş, o yargıları otomatik olarak benimsiyor. Kabul ediyor hiç sorgulamadan. Gerçeklik ile uyumunu hiç sorgulamadan direk oraya alıyor. Bu en kötüsü, en tehlikelisi. Böyle insanları değiştirebilmek çok ama çok zor. O aşamadan sonra kişi hayatı o şekilde algılamaya başlıyor. Hayata o zorluk penceresinden bakmaya başlıyor. O pencereden baktığı zaman her şey ona zor görünüyor. Hayata hangi pencereden baktığımız önemlidir.
Kişi güneş gözlüğünü niçin takıyor. Çünkü güneş ışığı çok parlak, gözü alacak derecede. Kişi de o an gözü güneşten korumak için ve daha iyi görebilmek için gözlüğü takıyor. Ve bir müddet sonra göz o gözlüğe alışıyor. Bir müddet sonra güneş gidiyor ve kişi gözlüğe o kadar çok alışıyor ki gözündeki gözlüğün varlığını bile unutuyor. Ve hayata o siyah güneş gözlüğünün ardından bakmaya başlıyor.
İşte bizim de alt beynimizde bu şekilde gözlükler var. Esasında hayatın o ilk evrelerinde kendimizi korumak için, o etkilerden korunmaya yönelik takdığımız ama daha sonra alışıp çıkarmadığımız, gözümüzdeki varlığını unuttuğumuz ve o gözlüklerin ardından baktığımız zaman hayatı olduğundan farklı olarak gördüğümüz gözlükler var. işte kişi bu gözlüklerin varlığını unutuyor ve hayatı o gözlüklerin ardından gördüğü şekilde tanımlıyor. Hayat karanlık bir yer deyiveriyor.
İşte bizde kişiye anlatıyoruz “ o gözlüğü çıkarttığın takdirde hayatı olduğu gibi kabul edeceksin” ama kişi o gözlüğün farkında bile değil.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

Duygu Eğitimi

Duygular beynimizde erişimimizin sınırlı olduğu kendi içinde özerk, otonom bir bölgesinde olan beynimizin alt bölgesinde yerleşik olan limbik sistem tarafından oluşturulur.
Alt beyin olarak tanımlamış olduğumuz beyin yapısına psikolojide hayvan beyni Ya da memeli beyni tabiri de kullanılmaktadır.
Çünkü insanoğlunun 2 tane beyni vardır. Daha önceleri sağ beyin, sol beyin ayrımı yapılırken günümüzde artık yapılan araştırmalar sağ eli sol beyin arasındaki o ayrımından ziyade alt beyin ile üst beyin arasındaki ayırımın daha belirleyici olduğunu ortaya koymuştur. Günlük hayatın içerisinde şuuraltı, bilinçaltı, bilinçdışı olarak da tanımladığımız bu alt beyin bizim erişimimizin sınırlı olduğu bir yapıdır. Özerk çalışma eğilimi içerisinde olan bir yapıdır. Onun hayata dair kendince tanımlamaları, algıları ve bu tanımlamalardan hareketle açığa çıkardığı tepkiler var. bunlar çoğu zaman bizim öngördüğümüz şekilde tezahür etse de kimi zaman bizim öngörmediğimiz şekilde açığa çıkabiliyor. Alt beyin ile üst beyin arasındaki o uyum bozuluyor.
Alt beyin ile üst beyin arasındaki gelişim sürecine baktığımız zaman bunların da çoğu zaman birbirinden bağımsız şekillendiğini görürüz.
Hayatımızın ilk evlerinde, daha henüz üst beyin olgunlaşmamışken alt beynin daha belirgin, daha devrede olduğunu görürüz. Özellikle 0-2 yaş döneminde.
Zaman içerisinde çocukta üst beyin tekamül etmeye başlar ve buna bağlı olarak akıl ve vicdan sistemi kontrol etmeye başlar. Bu evrede alt beyin ile üst beyin arasındaki iletişiminde arttığını görüyoruz. O üst beyinde var olan nöronlar ile altbeyinde var olan nöronlar arasında sayneps olarak tanımladığımız o bağlantı noktalarıın da sağlamlaştığını görüyoruz.
Mesela ilk başladığı evrede bu bağlantı oldukça zayıf. Tabi bağlantı zayıf olduğu içinde üstbeyin alt beyini kontrol edemiyor.
Üst beyinin alt beyin üzerinde onu genel anlamda kontrol edebilecek ölçüde o aradaki bağlantının kurulması genelllikle 12-15 yaş arasında gerçekleşiyor. Fakat bu bağlantının kurulmuş olması üstbeynimizin her zaman için alt beynimizi diğer bir deyişle duygularımızı kontrol ediyor anlamına gelmiyor.
Her ne kadar üst beynin alt beyin üzerinde bir hakimiyeti söz konusu olsa da alt beyin olayları kendi penceresinden değerlendirme eğilimi içerisinde oluyor çoğu zaman olmasada kimi zaman.
Bu durum kendiliğinden gelişen, spontan üst beyin ile altbeyin arasındaki bu eşgüdümün oluşturulması sürecinin kişiliğin işleyişine tamamiyle istediğimiz çizgiye oturtabilmemiz açısından yeterli olmadığını görüyoruz. Bunun yanında kişinin altbeyni üzerindeki kontrolünü arttırmaya yönelik bir duygu eğitimi sürecine ihtiyaç duyduğu bir vakadır.
Dolayısıyla kişi kendisini o hayatın akışına bırakırsa, o kendiliğinden oluşan üst beyin ile alt beyin arasındaki o etkileşim unsurlarının üst beyinin, alt beyini her durumda kontrol edemediği bir gerçektir. O doğal sürecin ötesine geçmek o üst beyin ile alt beyin arasındaki koordinasyonu güçlendirmeye, kişiliğin işleyişinde üst beynin etkinliğini arttırmaya yönelik alternatif programların izlenmesi gerekir. İşte biz de bu duruma DUYGU EĞİTİMİ diyoruz.

Çocukların duygu eğitiminde, çocukların yaptıklarında kelami ve kevni prensiplere uygunluk hakkında belli bir fikri yoktur. Çünkü akli ve vicdani olgunluğu yoktur. Çünkü henüz korteksi gelişimini tamamlamamıştır. Yani o alt beyin ile üst beyin arasındaki eşgüdümde tam anlamıyla oluşmamıştır. Çocuk o dönemde daha ziyade dürtüsel hareket etme eğilimi içerisindedir. Diger bir deyişle duygularıyla hareket etme eğilimi içerisindedir. Fakat önclikli olarak anne ve babasından almış olduğu geri bildirimler, akabinde okul hayatına atılmasıyla beraber okul hayatında almış olduğu geri bildirimler, uyulması gereken kurallar, sınırlamalar, uymadığı takdirde maruz kalacağı cezai müeyyideler, yavaş yavaş o duydu eğitiminin husule gelmesine neden olur.
Fakat çoğu zaman çocuklarda duygu eğitiminin gerçekleşmesi için bunların da yeterli olmadığını görüyoruz. Eğer bunlar yeterli olsaydı okulu her bitiren gencin aynı zamanda kamil bir duygu eğitimi almış olması, diğer bir deyişle bir ahlak eğitimi almış olması da gerekirdi ki o zaman toplumumuz cennete dönerdi.
Ama toplumumuza bakıyoruz ki lise eğitimi almış, üniversite eğitimi almış olmasına rağmen o duygu eğitimini başaramamış, becerememiş, üst beyni ile alt beyni arasındaki koordinasyonu tam olarak sağlayamamış, hala dürtüsel davranma, hala duygularının etkisiyle, korkularının ya da ihtiraslarının etkisiyle hareket eden insanların varlığını görüyoruz.
Alt beynimiz ağırlıklı olarak acıdan kaçınma, diğer bir deyişle korktuğu şeylerden uzak kalma ve hazza ulaşma diğer bir deyişle ihtiyaçlarını karşılama yönünde hareket etme eğilimi içerisindedir.
Neden bu iki şey çok önemlidir onun için?
Çünkü, korktuğu şeyler onun fizyolojik ve psikolojik varlığına zarar verebilecek şeylerdir. Ve bunlardan uzak kalma yönünde hareket eder.
Bununla beraber haz duyma neden o kadar önemlidir.?
Çünkü fizyolojik ve psikolojik varlığını devam ettirebilmesi için de bazi ihtiyaçları vardır ve bunların karşılanması gereklidir. Altbeyin için önemli olan budur. Dolayısıyla duyguları oluştururken de bu iki unsurdan hareketle o duyguları oluşturma eğilimi içerisindedir.
Buradan şunu söyleyebiliriz ki; alt beynimizin, duygularımızın oluştuğu o yapının gündemi farklı.
Bizim üst beyin düzeyde, akıl ve vicdan boyutunda, korteks boyutunda çok farklı gündemlerimiz olabilir. Fakat şunu bilelim ki alt beyin daima kendi gündemini takip eder. Ve bunu son derece sinsi bir şekilde yapar.
Ve bu etkiyi biz çoğu zaman günlük hayatımızda hissetmeyiz, farkına varmayız. Meslek tercihlerimizde etkili olur, eş tercihlerimizde etkili olur, bir çok hayati öneme haiz tercihte alt beynimizin etkili olduğunu görebiliriz.
İşte bizim amacımız kişiliği oluşturan en önemli halkanın, duygunun oluşumunda en etkili rol oynayan alt beynin farkına varmasını ve onu yönetebilmesini sağlayabilmek.
Biz Anne ve babalar küçük yaşlardan itibaren aynı zamanda bir duygu eğitimi, bir dürtü eğitimi de veriyoruz çocuklarımıza. Mesela çocuk tuvaletini tutmayı öğrenir. Bu tuvaletini tutma eğitimi anne ve babanın belki de ilk sınavıdır. Ki kimi çocuklar için bu zorlu gelişir. Tabi olayın fizyolojik yapısı da vardır. Çocuk 2 yaşına kadar o boşaltım kaslarından, üronar kaslarını kontrol edemiyor. Edemediği için de ona 2 yaşından önce tuvalet eğitimi vermek çok da anlamlı değil. Fakat bu yaşlardan itibaren yavaş yavaş beyin o kaslar üzerinde kontrolü sağlamaya başlıyor.
Nasıl ki üst beyin alt beyin üzerinde kontrolü sağlamaya başlıyor ise, genel anlamda beyin de beden üzerinde bir kontrol sağlama çabası içerisinde çocukluk evresinde.
Fakat çocuğun boşaltım sistemindeki kaslarının yeterli seviyeye gelmiş olması çoğu zaman çocuğun tuvalet meselesini çözmesine yeterli değildir. Anne ve babanın da bu konuda bir eğitim vermesi gerekiyor.
Dolayısıyla bir insanin bir şeyi başarma potansiyeline sahip olması, ister çocuk olsun isterse de yetişkin olsun onu hayata geçirmek için çoğu zaman yeterli değildir. Aynı şekilde o nun eğitiminin de alınması gereklidir. Aynı şey duygular için de geçerlidir.
Sadece çocuklar için değil, 7 den 70 e herkes için duygu eğitimi gereklidir. Bu beşikte başlayıp, mezara kadar devam eden bir süreçtir.
Duygu eğitimi derken özellikle hangi konular üzerinde durmamız gereklidir?
Beynimiz özellikle 2 konu üzerinde duyarlıdır. Birincisi hazza ulaşmak, ikincisi ise acıdan kaçınmak. Dolayısıyla alt beyin üzerinde bir kontrol mekanizması oluşturmak istiyorsak bu iki unsuru kullanmak durumundayız.
Neyi?; acıyı ve hazzı.
Amerika da çok sık kullanılan söz vardır. “Acı yoksa kazançta yoktur.” esasında büyük ölçüde doğruluk payı içeren bir sözdür.
Burada acıdan kasıt fiziksel bir acı değildir. Keyfim bozulmasın, konforum bozulmasın ama öte yandan da duygularımı eğitiyim böyle bir şey yok. ...
Ben hayatımdaki ihtiraslarımdan, arzularımdan, hayattaki lükslerimden vazgeçmiyim ama bu şekilde duygularım eğitilsin. Böyle bir şey de yok....
Duygu eğitiminde belli ölçüde acı olmalı. Alt beynin haz etmediği, varlığından rahatsız olduğu şeyler duyguları eğitme sürecinde kullanılmalı.
İkincisi de ihtiyaçların karşılanması olan haz. Kişinin, altbeynin hazdan mahrum bırakılması da duygu eğitimi sürecinde kullanılması gereken etkenlerden.
Şimdi biraz da haz eksikliğinden bahsedelim. Mesela susamış bir insan su içtiği zaman bir haz hisseder. Beyin kimyası değişir, bedeninde endorfin, serodofin gibi mutluluk hormonu olarak tanımalayabileceğimiz kimsayasalların salınımı artar. Ve kişi haz olarak tanımladığımız o hali yaşar. İşte kişiyi o yaşamış olduğu haz halinden uzak tutmak ve o hazza ulaşmayı belli koşullara bağlamak o kişinin duygu eğitiminde kullanabileceği çok önemli bir araçtır. Buna biz EDİMSEL KOŞULLANMA da diyoruz.
Bu koşullanma psikolojide öğrenme başlığı altında çokça işlenen bir yapıdır. Bu çalışmalar öncelikli olarak hayvanlar üzerinde yapılarak çalışılmıştır.
Sizlerde lise kitaplarında Pallowun köpeklerinden bahsedildiğini okumuşsunuzdur.
Neden psikolojide bir çok çalışma insandan önce hayvanda başlanılmıştır? Ve yine de beyin görüntülenme sistemlerinin gelişmiş olduğu günümüzde bile ağırlıklı olarak hayvanlar kullanılmaktadır.
Çünkü alt beyin, duyguların oluştuğu o yapı diğer memeli hayvanların beyniyle benzerlik addediyor.
Dolayısıyla alt beynimiz hayvanların vermiş olduğu tepkileri verme eğilimi içerisinde. Duygularımız oluşurken eğer üst beyin devrede değilse, üst beyin kontrol etmiyorsa, altbeyin hayvanların vermiş olduğu tepkileri verme eğilimi içerisinde.
Hayvan terbiyesi dediğimiz bir olgu var. mesela eskiden ayı oynatıcıları vardı günümüzde kalmadı. Çok dikkatimizi çekmişti nasıl oluyorda kocaman ayı nasıl oluyorda bir insanın eğitimi altına giriyordu?
Uzun yıllar sonra almış olduğumuz eğitimin de etkisiyle bunun tamamiyle psikolojik bir şey olduğunu ve koşullanma aracılığıyla bu ayının eğitildiğini gördük.
Hep söylediğimiz gibi belki iddialıda bir söylem ama “Bizim bir hayvan beynimiz var ve bunun da terbiyeye ihtiyacı var.”
Dolayısıyla onu terbiye edilmesi sürecinde hayvanların terbiye edilmesi sürecinde kullanılmış olan yöntemleri kullanabiliriz. Buna biz KOŞULLANMA diyoruz.
Mesela Pawlow un köpeklerinden bahsettik ya zil sesine köpekler duyarsızdır. Köpeğin beyninde zil sesinin herhangi bir karşılığı yoktur. Fakat eti gördüğü andan itibaren, kokusuu aldığı andan itibaren salya salgılamaya başlar. Sindirim sistemi harekete geçer. Beyin bir anda özellikle sindirim sistemini, bedenini uyarır.
İnsanda da bu şekilde gerçekleşir. Mesela limonu şöyle bir alıp sıkalım. Ağzımızda bir sulanma hissederiz öyle değil mi? Alt beynimiz bizden habersiz sindirim sistemini harekete geçirmeye başladı. Hatta görmemize bile gerek yoktur. Çoğu zaman limondan bahsedilmesi bile tükürük salgılanmasına neden oluyor. Alt beynin çağırışım mekanizması devreye girdi ve sindirim sistemine mesaj gitti. Bu bizim elimizde olan bir şey değil. Ve bir müddet sonra kazıntı hissetmeye başlarız. Çünkü mide onu yemeye hazırlandı, sindirmeye hazırlandı. Ve beklenen şey gelmedi. Buna bağlı olarak mide salgısının hazırlanmasına bağlı olarak mide kazınmaya başlar. Ozaman da kalkıyım bari bir şeyler atıştırıyım deriz. Alt beyin bir şeyler istediği için atıştırıyoruz.
Pawlow ne yapıyor?
Eti gösteriyor zil çalıyor. Eti gösteriyor zil çalıyor. Ve bir süre sonra hayvanın beyninde bir koşullanma meydana geliyor. Ve her zil çaldığında, normalde zile tepki vermeyen o köpeğin beyni artık zile tepki vermeye başlıyor ve salya salgılamaya başlıyor.
Birileri televizyonu kullanarak, interneti kullanarak, bilbordları kullanarak, kitle iletişim araçlarını kullanarak beynimizi programlıyor. Alt beynimizi programlıyor. Biz bazen üst beyin düzeyinde yani akıl ve vicdan bakış açısıyla “bu ne çirkin Bir şey, bu ne garip bir şey, bu ne yanlış bir şey” desek bile o görüntünün ya da o sesin alt beynimizdeki etkisine karşı koyamıyoruz.
Özellikle reklamlarda kadın bedeninin kullanılması kadın kullanılıyor değil, kadın bedeninin kullanılmasının altında yatan sebep budur.
Bizim beynimizi birileri bize rağmen programlamaya çalışıyor. Özellikle de alt beynimizi hedef alıyor. Dolayısıyla bu duygu eğitimini her zamankinden çağlar içerisinde her zamankinden çok daha elzem hale geliyor. Ve bu duygu eğitimi sürecinde modern psikolojinin verilerini kullanım gerekliliğini de getiriyor.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Düşünce Hataları: Felaketleştirme

Hayatın yükü yeterince ağır. Yerlere, göklere, dağlara teklif edildiği halde onların cesaret edip üstlenemediği bu sorumluluğu biz insanlar olarak üstlendik. Ve bu oldukça ağır bir sorumluluk. Bununla beraber bu sorumluluğun üstesinden gelebilecek içsel ve çevresel kaynaklar bize bahşedildi. Fakat bunları kullanabilmek, bunlardan istifade edebilmek o kadar da kolay değil.
Bırakın bu zorlukların yanındaki kolaylıklardan istifade edebilmeyi ne yazıkki bazı insanlar o hatalı düşünce kalıplarının o hatalı yaklaşımlarının etkisiyle zor olan şeyi daha da zorlaştıran, karmaşık olan o durumları daha da içinden çıkılmaz hale getiren tavırlar sergileyebiliyor. İşte biz bunlara düşünce hataları diyoruz.

Felaketlendirme, adından da anlaşılacağı üzere kişinin karşı karşıya olduğu olayları aşırı derecede büyütme, dramatize etme halidir. Tabiri caizse pireyi deve yapma halidir. Ya da büyütme diyoruz bu hatalı bakış açısına.
Bazı insanlar bunu yapma eğilimi içerisindedir. Küçücük meseleleri büyütürler. Ufak hastalıklarını aşırı derecede büyütürler. Yaralarını aşırı derecede büyütürler. Dertlerini, sıkıntılarını, kederlerini aşırı derecede büyütürler. Dış dünyadan gelen olumsuz geri bildirimleri aşırı derecede büyütme eğilimi içerisindedirler. Dramatize etme eğilimi içerisindedirler.
Neden böyle bir şey yapar bu insanlar?
Hayatın içerisinde evet sorunlar oluyor, sıkıntılar yaşıyoruz. Fakat mevlananın dediği gibi
“ Güneşin batışını seyrettin ya güneşin doğuşunu da izle. O na batmaktan zeval gelmez zira o batış yeniden doğuşa bir hazırlıktır.” diyor.
İnişler var hayatta fakat çıkışlar da var. Kayıplar var hayatta fakat kazanımlar da var. Vermek var hayatta fakat almak da var. Fakat burada bir nevi seçici odaklanma söz konusu oluyor. O alt beyin özellikle güvenlik konusunda fazlasıyla duyarlı hale gelmişse yaşadığı olayların sadece olumsuz yönlerini ele alma eğilimi içinde oluyor. Hayatı anlamlandırma sürecinde insanlarla değerlendirmeler yapma sürecinde olaylarla ilgili bir yargıya varma sürecinde alt beyin ben yaşadığımı bilirim der.
Alt beyinde hipokampüs dediğimiz bir yapı var. Bu hipokampüs yaşadığımız deneyimlerin hafızaya ne şekilde kaydedileceğinde belirleyicidir. Eğer hipokampüs fazlasıyla uyarılmış ise ki genetik uyarılma da genetik faktörler belirleyici olabiliyor. Bazı insanlar yapı gereği büyütme eğilimi içerisinde oluyorlar. Özellikle de kaygı ve endişeli insanlar bu çok daha fazla görülen bir durum. Ve hipokampüs yaşadığı olaylar içerisinde daha ziyade olumsuz olayları hayatı algılama, insanları algılama sürecinde öncelikli referans deneyimler olarak kaydediyor.
Ve alt beyin bir durumla karşı karşıya kaldığında ya da bir insanla karşı karşıya kaldığı zaman hemen o insanla ilgili yaşadığı deneyimleri hatırlıyor. Çünkü birduygu açığa çıkartacak. Ona güvenecek mi? Muhabbet sembati mi besleyecek? Ya da ona kızacak, ondan korkacak mı? Bir duyguya ihtiyacı var. Hemen ben yaşadığımı bilirim diyor ve hipokampüsün kaydettiği deneyimleri hatırlıyor. Eğer o hipokampüs aşırı derecede uyarılmış ise genellikle o insanla ilgili olumsuz deneyimleri hatırlama eğilimi içerisindedir. Ve buna bağlı olarak o insandan iyilik görmüş olsak da, güzellikler görsek açığa çıkan duygu tamamen negatif oluyor. Tabiri caizse bardağın boş kısmını dikkate alıyor o alt beynimiz. O zaman ne yapmış oluyoruz. İşte bu felaketleştirme, büyütme dediğimiz bakış açısı ortaya çıkmış oluyor. O kişinin bize karşı olan ufak birhatasını o kişiyle ilgili oluşmuş olumsuz yargıdan hareketle -bana oyun yapıyor, benim hakkımda olumsuz şeyler düşünüyor, patronsa kişi beni işten kovacak, anne babasıysa beni sevmiyor, hatta beni bırakıp gidecek, beni öldürecek,- şeklinde değerlendirebiliyor.
Mesela çocuklarda bunu çok sık görüyoruz. Özellikle kaygılı çocuklarda. Fakat bu sadece çocuklarda görülen bir durum değil. Ne yazıkki yetişkinlerde de görülebiliyor. Çok aklı başında, çok usturuplu insanlarda bile görebildiğimiz bir durum bu. Özellikle de genetik faktörler rol oynuyor. Çocukluk dönemi yaşantıları rol oynuyor.
Bizde böyle bir dramatize etme durumu var ise ne yapacağız.?
Kökü çocukluk dönemlerine iniyor ise, genetik faktörler söz konusu ise terafi ile bu düzeltebiliniyor veya asgari düzeye indirilebiliniyor. Fakat her zaman istenen sonuçlarda elde edilemeyebiliniyor.
Kişinin böyle bir eğiliminin olduğunun farkında olması ve yönetmesini istiyoruz. Özellikle alt beyinden gelen hisler, duygular konusunda dikkatli olmasını, hisleriyle hareket etmemesini, onları aklın ve vicdanın süzgecinden geçirmesini bu hislerin oluştuğu o yapının genetik faktörlere, geçmişte yaşadığımız o travmalara, geçirdiğimiz hastalıklara, ve bizim hatalı tutumlarımıza bağlı olarak, gerçekle Hiçbir şekilde örtüşmeyecek hatalı duygular üretebileceğini bilmeli, öngörmeli ve onları aklın ve vicdanın süzgecinden geçirmeden insanları, hayatı değerlendirmede bir referans duygu olarak kullanmamamız gerekiyor. Ki kişinin duygularına fazlasıyla önem vermesi, hislerini fazlasıyla dikkate alması da bir düşünce hatasıdır. Buna da biz duygudan sonuca ulaşmak diyoruz.
Bazı insanlar duygularını, hislerini hayatı anlamlandırma, insanları anlamlandırma sürecinde olması gerektiğinden çok daha fazla bir referans olarak görme eğilimi içerisinde.
Benim o adamı gözüm tutmadı diyor mesela. Neye dayanarak böyle diyorsun? İşte elektrik alamadım. Elektrik alamamak ne demek? Yani alt beyinden, duyguların oluştuğu o sistemden beklediği o olumlu duygu gelmedi demek. Veya negatif bir duygu geldi.
Fakat biz alt beynimizin hatasızlığına her zaman var olan gerçek ile tabiri caizse hakikat ile örtüşen duygular çıkardığına nasıl ve ne kadar güvenebiliyoruz ki? Bizler gökten zembille inmedik. Bizler düşe kalka geçtik bu yollardan. Bu kadar çevresel etkilere maruz kalmış, bu kadar olumsuzluklara maruz kalmış dahili ve harici etkilere maruz kalmış bir birey olarak duygularımızın safiyetine nasıl bu kadar inanabiliyor, ve o duygulardan hareketle insanlarla ilgili, hayatla ilgili, olaylarla ilgili, bu kadar net değerlendirmelere varıyoruz. Ki bazı insanlar bu durumu sezgi olarak adlandırma ya da altıncı his olarak adlandırma eğilimi içerisindeler. Ki bizler bunu çok sağlıklı bir yaklaşım olarak görmüyoruz.
Sadece dış dünyadan gelen verilerle ilgili bilgilerle değil aynı zamanda iç dünyamızdan gelen verilerle ilgil olarak KAD kapmak durumundayız. Yani Kritik Analitik Düşünme sistematiğini uygulamak durumundayız. Bu çok önemli.
Bu konuda biri farkındalık geliştirdikten sonra zaten kişi hangi durumlarda daha ön yargılı duygular açığa çıkardığını farkeder ve o andan itibaren bu süreci yönetmeye başlar.
Ne diyoruz. “ evet kabul ediyorum bende böyle bir şey var. Benim alt beynim çeşitli faktörlerin etkisiyle bu tür olumsuz duygular açığa çıkartma eğilimi içerisinde. Benim böyle bir eğilimim var. Bunu kabul ediyorum. Bu benim gerçeğim zaten bunun farkındayım. Ama ben bunu yönetiyorum. Bunun olmaması için gerekli tedbirleri alıyorum. Gerekli telafi prosedürlerini de çalıştırıyorum. O nu aklın ve vicdanın süzgecinden geçirmeden kabul etmiyorum. Eğer akıl ve vicdan onaylıyorsa bu duyguyu alıyorum. Ama eğer onaylamıyorlarsa bu hissi bu duyguyu dikkate almıyorum.
Hayatla ilgili, insanlarla ilgili ve kendimizle ilgili değerlendirmeler yapma sürecinde.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

16 Mayıs 2014 Cuma

Düşünce hataları : Kişiselleştirme

Yaşadığımız olayların bizim üzerimizde nasıl bir etki getireceğini büyük ölçüde biz belirliyoruz. Bizlerin işlevsel olmayan bakış açılarımız, düşünce hatalarımız zaten ağır olan o hayatın yükünü gereksiz yere ağırlaştırmakta ve yükü tabiri caizse kaldıramayacağımız hale getirmektedir.
Kendim ettim kendim buldum. Gül gibi sararıp soldum diyor ya. İşte kendine ettiğini dünya bir araya gelse insana edemiyor.
Mevla, insanoğlunun beynini harikulade bir sigorta mekanizması yerleştirmiş. Yaşadığımız olaylar her ne olursa olsun ne kadar ağır olursa olsun bir şekilde bizim içeriden herhangi bir çevresel koşula bağlı olmaksızın tamamiyle iç dünyamızda o olayın etkisini azaltabilme potansiyelimiz var.
Bu insanoğluna bahşedilmiş harika bir savunma mekanizmasıdır. Bunu da işlevsel bakış açıları geliştirerek yapıyoruz.
Yaşadığımız sıradan olayları bile, gereksiz yere sıkıntılı hale getiren, olağan olayları bile taşıyamayacağımız ağır hale getiren tabiri caizse dramatize eden hatalı bakış açılarımız üzerinde konuşacağız.
Nedir bunlar?
Bunlara biliçsel hatalar da deniliyor.
Bunlardan birincisi keyfi çıkarsama, seçici soyutlama, aşırı genelleme, büyültme ve küçültme, ya hep ya hiç şeklinde düşünce, kişiselleştirme, felaketleştirme, meli-mali (koşullandırma da diyoruz buna), zihin okuma, duygudan sonuca ulaşma ve etiketleme. Tabi bunların sayısını daha da çoğaltmamız mümkün.
Biz bugün kişiselleştirme üzerine duracağız. Belki de düşünce hataları içerisinde en sık yapılan ve kişi üzerinde etkisi en ziyade olan hatalı düşünme şekli kişiselleştirmedir.
Kişiselleştirme nedir?;
insan kişiliğini bir Makine gibi düşünecek olursak bu makinanın ürünleri vardır. Görüntüler, sesler, hisler. Ve bunlarla ilişkili olarak oluşan düşünceler, duygular ve davranışlar vardır. Bu düşünceler, duygular ve davranışlar makinanın kendisi değil, onun ürünleridir.
Ya da bir ağaç düşünecek olursak. Ağacı bir tüzel kişilik olarak düşünecek olursak o ağacın ürünleri vardır. O ağacın yaprakları, çicekleri, meyveleri, o ağacın dalları,yerin içerisindeki kökleri, yaydığı kokular vardır vs.. bunlar o ağacın ürünleri olarak değerlendirilebilir.
Bir meyveden hareketle o ağaçla ilgili değerlendirme yapabilirmiyiz?
Eğer kişiselleştirme hatası içerisindeki bir kişi isek, sadece bir üründen, bir çiçekten, bir meyveden, bir daldan Ya da bir yapraktan hareketle ufak bir parçadan yola çıkarak bütünle ilgili bir yargıya varır. İşte biz buna kişiselleştirme diyoruz.
Ağaç ile o ürün arasındaki o farkı ayıramama hali.
Benzer durumu insana uyarladığımız zaman kişi herhangi bir düşüncesinden dolayı ki, bu kişiselleştirmeyi insanlar daha ziyade kendilerine yapma eğilimi içerisindedirler. Bununla beraber bunu kendisine yapan insanlar başkalarıyla ilgili olan algılarında da ağırlıklı olarak kullanırlar. Zihnindeki bir düşünceden dolayı kendini mesul tutar kişi. Halbuki bu düşüncenin oluşumuna etki eden dahili ve harici o kadar çok faktör vardır ki. Bu kişiliğin bir ürünüdür. Hem de çok küçük bir ürünüdür. Üstüne üstlük dahili ve harici faktörlere bağlı olarak ortaya çıkmış bir üründür. Fakat kişi bu üründen kendini %100 mesul tutar. Ve bu üründen hareketle kişiliğiyle ilgili bir yargıya varır. Özellikle de vehim, vesvese olarak ta tabir ettiğimiz takıntılı düşünceler ve zorlantılı davranışlar da bu tür kişiselleştirme çok barizdir.
Kişi zihnindeki o rahatsız edici düşüncelerden dolayı kendini mesul tutar ve bundan dolayı da müthis derece de suçluluk duygusu hisseder. Ki bu sadece düşünceler le ilgili değildir. Bu tür kişiselleştirme hatasına düşün insanlar duygulardan da kendilerini mesul tutarlar. Herhangi bir şekilde bir öfke hissetmişse ya da bir arzu hissetmişse ya da bir kıskançlık hissetmişse bir durum karşısında istemediği birduygu açığa çıkmışsa bu bir olaya yönelik de olabilir, bir şahsa yönelik de olabilir, kişi bundan direk kendini mesul tutar.
Ve derki; ben kötü bir insanım, ben kıskanç bir insanım, ya da ben sapkın birisiyim der. Peki gerçekten böyle bir duygu hissediyor olması yani öfke duygusu hissediyor olması kişiyi öfkeli hale getirirmi? Ya da kıskançlık duygusu hissediyor olması onu kıskanç birisi haline getirir mi?
Benzer bir durum düşünceler için de geçerli. Kişinin zihninde dini içerikli bazı olumsuz düşüncelerin dönüp dönüyor olması onun iyi bir müslüman olmadığı, dini zaaflar taşıyor olması anlamına gelir mi?
Psikolojinin bu soruya vermiş olduğu cevap hayır getirmez.
Çünkü o düşünce her ne kadar hoş görülmeyen bir düşünce ise de ve her ne kadar kişilikten sadır olmuş ise de kişiliğin kendisi değil kişiliğin bir parçasıdır. Ve tek bir parçadan hareketle bütünle ilgili hüküm veremeyiz.
Hani bir ayeti kerime vardır ya “ Herkesin yaptığı kendine. Evlat babasından mesul değil baba evladından mesul değil.” benzer bir durum duygular için de geçerlidir. Kişinin kendisi tarafından ve çevresi tarafından onaylanmayan davranışları söz konusu ise bu davranışlardan hareketle de o kişinin kişiliğiyle ilgili herhangi bir yargılama yapmamız sağlıklı biryaklaşım değildir. Bunu kendimize yapmamız da sağlıklı bir yaklaşım değildir.
Diyelim ki sakarlık yaptık, bardağı düşürdük kırdık. Ne kadar sakarım. Yahut bunu yapan bir başkası ise ne kadar sakarsın demek yerine eleştirimizi davranışa yönelticez kişiliğe değil.
Eğer ağacın dallarında bir kuruma, yapraklarında bir bozulma, meyvelerinde bir çürüme söz konusu ise müdahaleyi ağacın köklerine, gövdesine değil o bozulmuş olan yapıya yapmak durumundayız.
İnsan homojen bir yapı değil. Kişiliğimizin işleyişine etki eden, kişiliğimizin işleyişinde önemli bir unsur olan beynimize etki eden o kadar çok faktör var ki.
Bu faktörleri içsel ve çevresel faktörler diye ikiye ayırıyoruz.
İçsel faktörler üzerinde bir duralım. Diyelim ki kişinin B12 vitamini eksikliği var. B12 vitamini eksikliği kişinin sinirsistemini etkileyebiliyor ve duygu durumunu etkileyebiliyor. Bununla beraber kan şekerinin aşırı derecede düşmüş olması yine onun psikolojisini, duygu durumunu, düşüncelerini hatta davranışlarını olumsuz yönde etkileyebiliyor.
Bununla beraber olması gereken seviyenin korunamaması kişiliğe etki ettiği gibi olmaması gereken bazı maddelerin girmesi de yine aynı şekilde kişiliği etkileyebiliyor.
Birçok şey bizim kişiliğimiz üzerinde bu denli etkiliyor olduğu halde bu etkileri meydana getiren ürünlerden hareketle direk kişiliği sorumlu tutmak çok sağlıklı bir yaklaşım değildir.
Tabiki biz o kişiliğin ürünü olan düşünce, duygu ve davranışlarımızı temize çıkartmıyoruz. Bunlar hatalı olabilir, çirkin olabilir, dini açıdan mahsurlu olabilir, zararlı olabilir bunları temize çıkartmıyoruz. Fakat bunlardan hareketle kişiliğimizle ilgili yargılamaya varmıyoruz. Bunu kendimize yapmadığımız gibi başkalarına da yapmıyoruz. Tabiri caizse sap ile samanı birbirinden ayırtediyoruz.
Elbetteki ağacı budalayabiliriz, ağaca müdahelelerde bulunabiliriz, fakat müdahaleyi problemin olduğu yere yapıyoruz. O problemle tamamen ilgisiz olan o ana gövdeye müdahelede bulunmuyoruz.
Bir insan kendi iç dünyasında bu farkındalığı edinebilirse bu onun diğer insanlarla ilgili olan değerlendirmelerine de otomatik olarak yansıyor.
Kendisiyle barışık olan diğer bir deyişle kişiliğinin açığa çıkardığı varlığından hoşlanmadığı o düşünceleri, duyguları ve davranışlarıyla barışık olmayı başarabilen insanlar başkalarının kişiliklerinin ürünleri olan duygular, düşünceler ve olumsuz davranışlarla da barışık olabilmeyi o insanı olduğu gibi kabul edebilmeyi becerebiliyor.
İşte o sağlıklı hoşgörüyü, dinimizce de onaylanmış, dinimizin de tavsiye ettiği o hoşgörüyü insan yakalamış oluyor.
Fakat kişi bunu kendisinde başaramadığında başkalarında da başaramıyor. Kendisine karşı zalim, katılaşmış, öfkeli bir insan olarak diğer insanlara ki bu, eşi olabilir, çocukları olabilir, öğrencileri olabilir, o hoşgörüyü kişi gösteremiyor.
Bizim bu konularla ilgili genel bir yaklaşımımız vardır. Yönetmek kaydıyla ve şimdilik bunlara müsaade ediyoruz. Yani bu düşüncelerin,duyguların ve davranışların oluşumuna etki eden dahili ve harici faktörler neler onları bir tespit ediyoruz. Ve onların kişiliğimiz üzerindeki etkisini asgari düzeye indirecek tedbirleri alıyoruz. Fakat aldığımız bütün bu tedbirlere rağmen yine de bu duygular, düşünceler ve davranışlar açığa çıkıyor ise buna müsaade ediyoruz. Battı balık yan gider demiyoruz. Kendimizle ilgili karamsarlığa girmiyoruz. Gerekli telafi prosedürlerini oluşturuyoruz. Diyelim ki bir kişide hipoglisemi var kanşekeri düşüklüğü yaşıyor. Aşırı derecede gergin, sinirli oluyor. O zaman kişi kanşekerinin düşmesine mani olacak tedbirleri alıyor. Ama yine de aldığımız bütün tedbirlere rağmen kan şekeri düşüyor ve kişide bir gerginlik sinir bozukluğu söz konusu oldu. Hemen telafi mekanizmaları devreye giriyor. Yanında kuruyemiş bulunduruyor, çukulata şeker yiyor ve bir şekilde o kan şekerini dengeliyor. Kan şekeri olduğu halde devam etmiyor.
Bu psikolojik nedenlerden de olabilir. Fizyolojik nedenlerden de olabilir.
Diyelim ki çevremizdeki bir insan bizim istemediğimiz duygu, düşünce ve davranışlarımızı
tetikliyor olabilir. Bu durumdada o kişiye karşı gerekli tedbirleri alacağız. Onunla görüşmeya asgari düzeye indireceğiz. Belki görüşmelerimizi yapılandıracağız, biraz daha kurallı hale getireceğiz. Ve bu şekilde o şekilde var olan bazı tutumların bizde istem dışı gerçekleşen duygu, düşünce ve davranışların çıkmasına mani oluyoruz. Herhangi bir şekilde ortaya çıkmışsa da hemen telafi prosedürlerini oluşturuyoruz.
Bu şekilde varlığından hoşnut olmadığımız duygu, düşünce ve davranışlarımızın bize ve çevreye olan etkilerini asgari düzeye indiriyoruz.
Birisi bize gelip sinirlendinmi, öfkelendinmi, gibi olumsuz duygu düşünce ve davranışlarımızı sorduğunda biz yok canım nereden çıkardın bende bunların hiçbiri yok demek yerine
“ bu konuda kedimi temize çıkartacak değilim. Evet böyle bir duygu bende açığa çıktı. Ya da böyle birdüşünce zihnimde oluştu. Fakat ben bu duygunun veya düşüncenin varlığından hoşnut değilim. Onaylamıyorum. Zaten bende bu duygu ve düşüncenin oluşmaması için gerekli çabanın içerisindeyim. Yönetmek kaydıyla ve şimdilik bunların varlığına müsaade ediyorum. “Diyerek kendimizle barışık bir tavır, yaklaşım sergilemek durumundayız.
Bunu başardığımız takdirde bu kişiselleştirme tuzağına düşmemiş oluyoruz.
Bunu kendi iç dünyasında başarmış olan, iç dünyasıyla barışık olmayı becermiş olan insanların çevresindek insanlarla da barışık olduklarını görüyoruz.
Bu özellikle anneler ve babalar için çok önemli. Çünkü günümüzde çocuk yetiştirmek çok zor. Bizler de mükemmel değiliz. Haliyle hatalarımız olabiliyor. Ve yapmış olduğumuz bu hataların çocuk üzerinde tezahürleri geçmiş dönemlere kıyasla çok daha belirgin bir şekilde kendini ortaya koyuyor. Böyle olduğu zaman anne ve baba bunu görüyor ve bundan dolayı müthiş bir suçluluk hissediyor. Müthiş bir gerilim hissediyor. Başlıyor kendini suçlamaya. Ben iyi bir anne olamadım. İyi bir baba olamadım. Ve kendine karşı öfkeli olan, kendini olduğu gibi kabul edemeyen anne ve baba bu durumu açığa çıkardığından dolayı çocuğuna kızmaya başlıyor bir müddet sonra.
Hepsi senin yüzünden. Sen beni kötü bir anne, kötü bir baba durumuna düşürdün. Diyerek çocuğuna kızmaya başlıyor. Yansıtma yapıyor ve bu sefer bir kısır döngü söz konusu oluyor. Fakat o anne ve baba kendisiyle barışık olmayı başarabilirse çocuğunda var olan o aksaklıkların, o olumsuzlukların varlığını bir olgunlukla kabul edebilir ise bundan dolayı anne ve babalığını suçlamamayı başarabilirse, o zaman bu kabullenici yaklaşımı çocuğuna karşı da sergileyebiliyor. Ve kendi açığa çıkardığı o durumu telafi konusunda bir şeyler yapmış oluyor ve çocuğuna yardımcı oluyor.
Öbür türlü hem çocukta olumsuz durumların ortaya çıkmasına neden oluyor. Hemde o öfkesini çocuğa yöneltmek suretiyle tabiri caizse hem çocuğu düşürüyor ve üstüne üstlük bir de tekme vuruyor.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

11 Mayıs 2014 Pazar

Kadının kadın olmadığı yerde erkek erkek olamıyor

Kadının kadın olmadığı yerde erkek erkek olamıyor. Neden?
Günümüzün en önemli problemlerinden bir tanesi hırçın kadınlar. Ve yumuşak erkekler. Hırçın anneler ve pembe babalar diyordu bir uzman ve çok doğru bir görüş. Kadın, anne hırçın stresli olduğu zaman, erkek erkekçe tavrını, net tavrını ortaya koyamıyor.
Bir kere erkeğin erkeklik rolünü, babalık rolünü oynamasına müsaade edilmiyor. Bu özellikle erkek çocukta babayı, sağlıklı bir erkek modeli olarak görmediğinden dolayı çocuk da erkek olmayı başaramıyor.
Ve gitgide erkekler tabiri caizse light laşmaya başlıyor. Aslında espri gibi gözüküyor ama toplumsal bir yara, bir hastalık bu. Ve buna bağlı olarak bir negatif pekiştirici döngüye giriliyor. Kadınlar erkekleşiyor, kadınlar erkekleştikçe erkekler kadınlaşıyor....
sapla saman birbirine karışıyor. Ve bu toplumsal ve bireysel rahatsızlıkların ortaya çıkmasında büyük rol oynuyor.
Bir zincir en zayıf halkası kadar güçülüdür. Ve toplumun en zayıf halkası kadınlardır. O halka koptumun bütün toplum yer ile yeksan oluyor. Dolayısıyla toplumun en ziyadesiyle üzerinde durması gereken, halkası da kadınlarımızdır, kızlarımızdır.
Kız çocuklarını yetişririrken onları bekleyen hayata göre yetiştirmiyeceğiz. Çünkü biz zaten onları nasıl bir hayatın beklediğini bilmiyoruz ki.
Sen nerden bileceksin ki o nun nasıl bir hayat yaşayacağını. Açıp ta lehvi mahfuza mı baktın?
Tahmin ediyorum. Tahmin etmenin de ötesinde hayat ediyorum. Hayal etme konusunda da kararlıyım. Çevremdeki psikologlar, kişisel gelişimciler istersen başarırsın. İstemek başarmanın yarısıdır. Onlar yaptılar sende yapabilirsin dediler. Verdiler gazı..
Peki bizim kadim kültürümüz böyle mi söylüyor?
Nerede kaldı kadere iman? Nerede kaldı kısmet? Nerede kaldı nasip? Bu kavramlar böyle zor zamanlarımızda kendimizi rahatlatmak için kullandığımız, stresi yönetmek için kullandığımız içi boşaltılmış kavramlara dönüşmesin.
Biz ne diyoruz; her çocuk fıtrat üzere yaratılmıştır. Öyle buyruluyor.
Fıtrat ne demek?
Fıtrat, özgün yaratılış, benzersiz yaratılış demek. Her çucuğun kendine özgü psikolojik ve fizyolojik özellikleri var. Bu kızlar için de böyle, erkekler için de böyle.
Dolayısıyla kızları hayata yetiştirirken, onların fıtratını muhafazaya son derece önem vereceğiz. Kız çocuklarımız çok kırılgan, nazenin fakat biz onları hayatın içerisinde çok yırtıcı, saldırgan, güçlü olarak mı yetiştirmeliyiz. Hayır. Yapılan araştırmalar bunun tam tersini söylüyor.
İngiltere de yapılan bir araştırma çalışan kadınların her ikisinden birinin mobinge maruz kaldığını yani duygusal tacize maruz kaldığını ortaya koyuyor.
Ki bu, o araştırmayı yapmayı kabul eden insanlardan hareketle elde edilmiş bir sonuç. Bir de bunu kendine saklayan, bunu yediremeyen, ya da yaşamış olduğu şeyin bir mobing olduğunu bilmeyen insanları göz önünde bulunduracak olursak bu oran çok daha yüksek. Dolayısıyla kadınların yırtıcı olması hırçın olması, yırtıcı olması tabiri caizse erkek gibi olması onlara hayatın içerisinde erkeklerle rekabette, erkeklerden onlara yönelebilecek tehditlere karşı korumuyor.
İstatistikler bunu ortaya koyuyor.
Ozaman anne ve babalar Mevlanın onlar için öngördüğü yazgıyı da göz önünde bulundurarak o ilahi tasarıma diğer bir deyişle fıtrata hürmet ederek, yaratılış planını temel alarak onu hayata hazırlamak durumunda.
Evet zahiren baktığımız zaman zayıflık, acziyet gibi görülen bazi özellikler olsada o aczin barındırdığı bir kuvvet, kudret söz konusu. Yaratılış planına hürmet etmek durumundayız.
Fıtratı bozmıyacağız.
Dolayısıyla özellikle kız çocuklarımızı hayata hazırlarken erkek gibi hazırlamayacağız. Kız gibi hazırlayacağız.
Ne demek?
Yırtıcı, kavgacı, mücadeleci, bunlar kadına özgü, kız çocuklarına özgü özellikler değil. Bunlara dikkat edeceğiz. Oynadıkları oyunlara dikkat edeceğiz. Giydikleri elbiselere dikkat edeceğiz. Saçlarına dikkat edeceğiz. Bunlar çok önemli.
Çünkü çocukta sezgisel bir şekilde erkeksi olmanın, erkeklere benzemenin, erkek tarzı hareket etmenin, kısa vadede kendisine avantajlar sağladığını farkediyor çocuk.
Üzerindeki toplumsal baskı azalıyor, en büyük rakibi erkekler tarafından daha çabuk kabul görüyor kendilerine benzediği gerekçesiyle, fakat bu fıtratın bozulmasına, o yaratılış planından sapılmasına neden oluyor. Halbuki o çocuğun hayatın daha sonraki evrelerinde karşılaşacağı zorluklarla başedebilmesi için var olan o içsel kaynaklar o yaratılış planı içerisinde onun içerisine oluşturulmuş ve genetik olarak onun içerisine kodlanmış.
Anne ve babaya düşen hayata hazırlanma sürecinde, kişiliğin var edilmesi sürecinde o özgün plana riayet etmek. Çünkü o plan sonrası gözetilerek, hayatın daha sonraki evrelerinde karşılaşılabilinecek zorluklar gözetilerek oluşturulmuştur.
O yaratılış planının dışına çıkmak, fıtrata hürmet etmemek, fıtratı bozmak, yaratılıştan gelen o genetik özellikleri deforme etmek, onu baskılamak, o çocuğun hayatın içerisinde var olma, imtihanın üstesinden gelme sürecinde silahlarını elinden almak anlamına gelir.
Buna çok dikkat etmeliyiz. Gaza gelmiyeceğiz. Kılavuzu karga olanın burnu çöptükten çıkmaz demişler.
Evet modern psikolojiyi dikkate alıyoruz, pedogojiyi dikkate alıyoruz fakat sonuçta bu modern psikolojinin, modern pedogojinin babalarının çarpık, bozuk batı toplumu içerisinde neşet etmiş inanç, ideoloji itibariyle bozuk, sakat insanlar olduğu gerçeğini de gözardı etmiyoruz.
Sonuçta ilmi kimden aldığımıza dikkat edeceğiz. İçeriğine dikkat ettiğimiz kadar ilmi kimden aldığımıza da dikkat edeceğiz. Çünkü o aktarım esnasında o objektiflik o nesnellik kayboluyor. O araştıra verilerinin yorumlanması sürecinde insanların inançları, ideolojileri, o felsefi anlayışları o yorumlama sürecine yansıyor. Ve biz hatalı yaklaşımlar içerisine girebiliyoruz.
Buradan dindar, muhafazakar psikologlara, dindar pedogoglara, çocuk gelişim uzmanlarına,eğitimcilere seslenmek istiyorum.
“ Ulumu diniyye ile füruu medeniyye yi birleştirmek durumundayız. Kevni prensipler ile kelami prensipleri birleştirmek durumundayız.”
Evet bilimin verilerini dikkate alıyoruz. Çünkü onlar bize kevni prensipleri bildiriyorlar. Varoluş ve yaşayışla ilgili kuralları anlatıyorlar. Ki bu kuralları da yine mevla tesis etmiştir. Yerçekimi kanununu newton icat etmedi, newton var etmedi. O var olan bir kevni prensibi tarif etti. Bilim bize bunu tarif ediyor.
Bununla beraber kelami prensipler de var. Kuran ve sünnetin bize anlatmış olduğu prensipler. O ikisi birlikte olmak zorunda. Yoksa sıkıntı oluyor.
Bu gün bakıyoruz işte, o muhafazakar, dindar uzmanlarımızın söylediği bazı sözlere, paylaşmış olduğu bazı sözlere bakıyoruz, o ulumu diniyye süzgecinden, o vicdan süzgecinden geçirilmemiş. Kelami prensiplerin eleğinden geçirilmemiş. Dolayısıyla içinde her ne kadar faydalar barındırıyorsa da bünyeye zarar verebilecek ikincil yan etkilere yol açabilecek görüşler. Dikkat etmek gerekiyor.
Dinimizin o kadim kültürümüzün, o 1400 yıllık geleneğin içerisinde olgunlaşmış, şekilleşmiş, öğütülmüş , adeta içselleştirilmiş o prensipleri de dikkate almak durumundayız.
İlk bakışta bir dezavantaj gibi görünse bile orta ve uzun vadede elbetteki haklı çıkan o yaklaşımın faydalarını gören biz olacağız.
Üniversitelerimizde hala Freud dan, Adler den ve onların görüşlerinin ardından giden bir psikoloji eğitimi veriliyor. Nerede Gazaliler. Nerede İbni Sinalar. Nerede Muhiddin-i Arabiler. Nerede Farabiler. Onların bu konuda söylenmiş sözü yok mu?
Var. ama onlar dikkate alınmıyor. İşte onları bu alana taşıyacak, misal vererek harmanlayacak, nihayi tüketiciye ulaştıracak insanlar bizleriz.
Kız çocuğunu yetiştirirken, fıtrata hürmet etmek durumundayız. Yaratılış planına hürmet etmek durumundayız. Zahiren, zayıflık, güçsüzlük gibi görünen bazı özellikler hayata atıldığında esasında hayatın içerisinde karşılaşabileceği zorluklar karşısında kendisine bahşedilmiş kolaylıklar olduğunu gözardı etmemeliyiz.
Çünkü kadınlar, kızlar hayatın içerisine atıldıklarında erkeklerle rekabet edecekler. Ve bu rekabet sürecinde her türlü araç öne geçmek için, o hedefe ulaşmak için kullanılıyor. Erkeklerin kendi aralarında, hemcinsleriyle olan rekabetleri de son derece yıpratıcıyken onların kadınlarla rekabet sürecindeki yöntemleri çok yıpratıcı, çok yıpratıcı.
Erkekte bir güvenlik bölgesi var amigdala. Kadında da var fakat erkekte çok daha belirgin. Yapılan araştırmalar erkeklerin amigdalasının kadınlara oranla daha büyük olduğunu ortaya koyuyor.
Çünkü zorlu hayat mücadelesi içerisinde var olabilmek için büyük bir amigdalaya, daha büyük bir güvenlik bölgesine ihtiyacı var erkeğin.
Fakat kadının amigdalasına baktığımız zaman kadının amigdalası daha küçük. Kadının beyninde hipokampüsü büyük. Hipokampüste hafızasının oluşma sürecinde rol oynayan önemli bir unsur. Yani kadın güç ile değil takip edeceği stratejiler ile, yaşamış olduğu olaylardan çıkarmış olduğu derslerden oluşturduğu stratejilerle var olacak. Fizyolojik temele baktığımız zaman bunu görüyoruz.
Erkek, erkeğe baktığımız zaman ise kaba güçü ile hayatın içerisinde var olma mücadelesi veriyor. Burada bir kere bir eşitsizlik var. dolayısıyla konu mücadele ise, konu rekabet ise, konu savaş ise kadınların bu konuda erkeklerle aşık atabilmesi ne yazıkki mümkün değil. Beyinleri ona göre yaratılmamış. Fizyolojileri buna uygun değil, psikolojileri de buna uygun değil.
Dolayısıyla biz şunu söylüyoruz.
Bir kadın bir şekilde hayatın içerisinde, erkek egemen toplum içerisinde var olma mücadelesi verecekse bir şekilde (koşullar onu o noktaya süreklemiş olabilir) orada erkeksi bir yaklaşım ile değil. Fıtratına sımsıkı sarılarak, o yaratılmış planına sımsıkı sarılarak, bir kadın olarak, kadınlığın ihtiva ettiği özelliklere sarılarak ancak var olmayı başarabilir. Herkes en iyi bildiği işi yapacak. Erkek erkekliğinin, kadın kadınlığının gereğini yerine getirecek. O alanı boşaltmıyacaksınız. Boşalttığınız takdirde dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak kaçınılmaz olur.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu