29 Ocak 2014 Çarşamba

EMPATİ VE AYNA NÖRONLAR

Empati, günlük hayatımızda özelliklede kişiler arasında ilişkilerde verimliliği sağlayabilmek, etkili iletişim kurabilmek için oldukça önemli bir olgu dur.
Empati “başkalarının ayakkabılarıyla yürümek” olarak tarif edebiliriz. Kızılderililer öyle derler; “başkalarının ayakkabılarıyla da yürümeyi de öğren.” Başka bir deyişle karşımızdakinin neler düşündüğünü, neler hissettiğini, neler yaşadığını anlayabilmek, duyumsayabilmek.
Bu her insanda hemen hemen var olan bir duygu. Bazı insanlar empati yeteneğine, diğer insanlara oranda daha fazla güçlü bir şekilde sahip. Bazı insanlarda ise bazı faktörlere bağlı olarak bu yetenek, yok denecek kadar azdır. Özellikle Sosyopati yada psikopati olarak adlandırdığımız ki bir hastalık olarak adlandırdığımız kişilerde empati yeteneğinin hemen hemen hiç olmadığını görüyoruz. Bu kişiler zalim, acımasız, karşıdaki kişiyi hiç düşünmeden davranışlar sergilerler. Empati duygusu olmağı için karşıdaki insana çektirdiğiyle ilgili en ufak bir bilgi kırıntısı bile yoktur. Son derece pervasızca davranışlar sergileyebiliyorlar.
Tabiki bu bir hastalık. Bununla beraber kendisini hasta olarak tanımlamadığı halde, hayatın içerisinde empati yeteneği asgari düzeye inmiş insanlar da söz konusudur.
Empatiyi sağlayan beynimizdeki yapı nedir?
Beynimizin ön kısmında ayna nöronlar vardır. Ayna nöronların varlığı 1935 li yıllarda keşfedilmiştir. İtalyan bilim adamlarının maymunlar ve kuşlar üzerinde yapmış olduğunu deneylerde, özelliklede taklit yeteneği gelişmiş bu hayvanların taklit yaparken beynin ön kısmındaki bazı nöronlarının aktif hale geldiğini fark ediyorlar. İnsanlar üzerinde yaptıkları deneylerde, insan beyninde de benzer nöronlar olduğunu fark ediyorlar ve bunu ayna nöronlar olarak adlandırırlar.
Hayvanat bahçesine gittiyseniz eğer oradaki maymunların, papağanların insanları taklit ettiklerini gözlemleyebilirsiniz. İnsanlarda da özellikle bebeklerde taklit yetenekleri çok gelişmiştir. İşte bu taklitler esnasında ayna nöronlar aktif hale geliyor.
Fakat ayna nöronlar her zaman harekete geçmez. Ayna nöronların harekete geçmesi için kaşımızdaki insanla duygusal bir bağ, güven ilişkisi kurabilmemiz gerekiyor. O ilişki kurulduktan sonra bağlantı gerçekleşiyor.
Eğer ayna nöronlarımız devreye girmemiş ise, karşımızdaki insanla duygusal bir bağ kurmamış isek, onunla olan ilişkimiz kuru, yalın bir bilgi alışverişinden başka bir şey olmaz. Ve o insandan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorsak hiçbir şey öğrenemeyiz.
O insanın yanından kalktığımız zaman hiç bir şey öğrenemedim, hiçbir şey hissetmedim deriz. Çünkü o insanla duygusal bir veri alış-verişinde bulunamamışızdır. Bunun sebebi de ayna nöronların devreye girmemiş olmasıdır.
Ayna nöronları devreye sokan nedir?
Duyguların aktarımını sağlayan bu merkezin devreye girmesini sağlayan GÜVEN duygusudur. O insana hissettiğimiz SEVGİ ve SAYGI dır. Kişiler arasındaki ilişkilerde sağlıklı bir iletişim kurma açısından güvenin, saygının ve sevginin her daim tesis etmek son derece önemlidir. Eğer buna bir zarar gelirse o insanla olan ilişkimizin yalınlaşması, yüzeyselleşmesi de kaçınılmaz hale geliyor. Ki bu durumu biz karı-koca, ebeveyn-evlat arasındaki ilişkilerde de görebiliyoruz. Bunun sebebi ayna nöronların kendisini kapatmış olmasıdır.
Peki ayna nöronları niçin kendisini kapatır? Kişiler arası ilişkilerde muhatabına karşı olumsuz duygular birikmiş ise bu duygular ayna nöronların aktif olmasıyla birlikte karşı karafa aktarılmaya başlıyor. Karşı taraf bunu hissediyor ve hemen kendini kapatıyor. Kişiler arası ilişkilerin daha sağlıklı yürümesi için karşımızdaki insana karşı kalbimizi ferah tutabilmemiz, içimizi daha pozitif duygularla dolu tutmamız çok önemlidir. Fakat ne yazık ki hayatın o akışı içerisinde özellikle de dip dibe yaşantılara bağlı olarak olumsuz duygu birikmeleri söz konusu olabiliyor. Bunların da zaman içerisinde birikerek tortu oluşmasına, bardağın dolup da karşımızda ki insanla ilişkimizin kesilmesine mahal vermemek gerekiyor.
İki insan birbiriyle karşılaştıklarında içten, sağlıklı, iletişime geçmeleri için ayna nöronlarını aktif hale getirmeleri gerekiyor. Özellikle bizim toplumumuzda insanlar birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerini tanımaya yönelik soru sorarlar. Nerelisin? Nerde okudun? Şurada bulundun mu? Falancayı tanıyor musun? Vb.
Bütün bunların yapılmasının sebebi karşımızdaki insanda bir güven duygusu oluşturarak ayna nöronlarını aktif hale getirmektir. Böyle olduğu zaman duygusal veri alış-verişi başlar. İki insan sohbet ediyordur fakat bu sohbet bilgi paylaşımının ötesinde duygu paylaşımına da yol açıyordur.
Onun için iyi konuşmacılar salona konuşma yapacakları zaman salondaki kişilerin ayna nöronlarını açığa çıkarmaya çalışır. Duygu nöronları hangi durumda ortaya çıkıyor? Güven duyduğumuzda. Bunun yanında karşımızdaki insanı güldürebilirsek, ya da karşımızdaki insanın pozitif duygular hissetmesini sağlayabilirsek o zaman da ayna nöronları devreye giriyor.
Bununla beraber yapılan araştırmalar karşımızdaki insanın ses tonuyla kendi ses tonumuzu eşleştirmenin, beden duruşumuzla karşımızdaki insanın beden duruşunu benzeştirmemizin, nefes alışverişimizle onun nefes alışverişini eşgüdümlü hale getirmemiz, aynı yöne bakmamızın ayna nöronlarımızın devreye girmesini, kişinin bize kendisini açmasını ve etkili iletişim kurmamızı sağlar.
Mesela düşünün, 3-4 yaşındaki çocuğunuz yanınıza geldi ve sizinle bir şey konuşmak istiyor. Sizde ayaktasınız o esnada. Tabiri caiz ise tepeden bakıyorsunuz. Şimdi konuşma esnasında yere çömelmeniz ve onun hizasına gelmeniz, onun ayna nöronlarının tamamıyla açılmasını sağlayacaktır. Ki çocukların anne ve babaları söz konusu olduğunda ayna nöronları tamamen açıktır. Fakat zaman içerisinde güveni sarsacak sürtüşmeler, kavgalar söz konusu olmuş ise buna bağlı olarak çocuk ayna nöronlarını kapatabiliyor. O andan itibaren duygusal veri alışverişi ortadan kalkabiliyor. Çoğu anne baba bu şikâyeti dile getiriyorlar. Çocuğumla iletişim kuramıyorum, beni bir türlü anlamıyor. Aynı şekilde çocukta ebeveyni için aynı şeyleri söylüyor. Hayatlarının 10-15 yılı beraber geçmiş, katılıp karışmış, hem dem olmuş insanların birbirleriyle iletişimin bu denli kopmuş olmasının sebebi ayna nöronlarının kapanmış olmasıdır. Neden?
Çünkü zamanla anne-babanın iç dünyasında öfke ya da korku duygusu birikebiliyor. Bunlar çok önemlidir. Bunlar en tahrip edici, en temel duygulardır. Kişiliğimizin derinliğine sinmiş oradan bütün kılcallarımıza ilerlemiş ve bizi ele geçirmiş duygulardır, KORKU DUYGUSU ve ÖFKE DUYGUSU.
Çocuğumuza korku duygusu veya öfke duygusu oluşabiliyor. Özellikle de korku duygusu bu korku duygusu, benim sözümü dinlemeyecek, başına bir şey gelecek, yoldan çıkacak, asi olacak, saygısız olacak, bana olan sevgisini kaybedecek, sigara-alkol kullanacak gibi korkular. İnsanın evladı için endişe hissetmesi doğal. Bizler endişe halinden çıkmış korku haline gelmiş duygulardan bahsediyoruz. Eğer içimizde bu tür bir korku varsa o çocukla ebeveyni arasında ki güven ilişkisini zedeliyor. Çünkü çocuğa o duyguyu yansıtıyoruz ve bu yansıma neticesinde o çocuğun ayna nöronları zaman içerisinde kendisini kapatmaya başlıyor. Bu aşamadan sonra çocukla-ebeveyn arasında çok ciddi sıkıntılar oluşmaya başlıyor.
O açıdan günlük hayat içerisinde çok sık ilişki kurduğumuz insanlar arasında kontrolsüz, pervasızca ilişkilerimizi sürdürmek yerine, zaman zaman ilişkilerimizin verimliliğini, ne derece sağlıklı olduğunu kontrol etmemiz gerekiyor.
Elbette ki zaman zaman sürtüşmeler, kırgınlıklar olabilecektir. Ama tüm bunlara rağmen ilişkimizi sağlıklı yürütebilmek mümkündür. Ayna nöronların her an devreden çıkacağını göz önüne alarak ona göre ilişkilerimizi yürütmeliyiz.
İmamı Azam ın bu konuda şu sözünü hatırladım “Bizler münazara ederken sanki muhatabımızın başı üzerinde bir serçe varmış da azıcık sesimizi yükseltsek pırr diye kaçıverecekmişcesine dikkatli münazara ederdik” diyor. Esasında o bilimsel gerçeği ne güzel anlatan bir misal. Gerçekten de başımızın ön üst bölgesinde bulunuyor bu ayna nöronlar aynı bir serçe gibi. Hiç mi eleştirmeyeceğiz? Yani çocuğumuzla, eşimizle konuşurken o kadar mı dikkatli olacağız? Tabi ki o kadar dikkatli olmaya gerek yok belki ama sonuçta o ayna nöronların kişinin bilincinden bağımsız devreden çıkabileceğini göz ardı etmeyeceğiz.
Eleştirilerimizi kişiliğe yönelik yapmayacağız. Eylemlere, söylemlere ve davranışlara yapacağız. Sen söylesin. Sen böylesin yerine; Bu davranışların beni üzdü, bu davranış beni kırdı, bu davranışlarını doğru bulmuyorum, şu söylemin bende ya da karşındaki insanda şöyle bir etkiye yol açtı diyerek, eleştiriyi kişiliğe değil kişiliğin ürünü olan eyleme ya da söyleme yapıyoruz. Bu şekilde yaptığımıza kolay kolay ayna nöronla devreden çıkmaz.
Fakat bilinçaltımız, savunma mekanizmalarımız kişiliğe yönelik saldırılar konusunda çok duyarlıdır. Eğer kişiliğimize yönelik bir saldırı söz konusu olduğunda hemen bir savunma mekanizması olarak ayna nöronlar kendini kapatır. Karşımızdaki insanla duygu alış-verişimiz sona erer. Artık o kişi bizi anlayamaz. Bizde o nu anlayamayız. Empati ortadan kalkmıştır.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu


BİZİM VE O'NUN PLANLARI

Hayatımızdaki her şey bizim istememizle gerçekleşmiyor. her şey bizim istememizle ilgili değildir. Mevla nın da istemesi önemlidir. Bizim planlarımızın O nun planlarıyla uyumlu olması gerekiyor. Bizler mevlanın planına tabiyiz. O bizim için planlar yapmış, bizi de o planlara o hedefleri hayata geçirebilecek içsel ve çevresel kaynaklarla donatmıştır. Tabi bu plan imtihan sırrı gereği bazı imtihanlardan geçmemizi, bazı eğitimlerden geçmemizi  gerektirebiliyor.  Dünya ve ahiret saadetini elde edebilmemiz için ona gerek vardır. Öte yandan da mevlam o işi başarmamızı istediğinden dolayı bu zorluklarla baş edebilecek, bu zorlukları aşmamızı sağlayacak, bu dersi öğrenmemizi algılamamızı ve bu dersin getirdiği bilgi birikimiyle yolumuza devam edebileceğimiz kaynakları var ediyor. 
Bu süre içerisin de de bizim her türlü psikolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarımız karşılamayı da bize vaat ediyor. Bunu bilmek de insanı ayrıca rahatlatıyor.
Eğer hayatımızın herhangi bir alanında bir tıkanıklık varsa, bütün çabalarımıza rağmen içsel ve çevresel kaynaklarımızı hayata geçirmemize rağmen o tıkanıklığı aşamıyorsak o yol bize kapalı demektir. Orayı çok fazla zorlamamalıyız. Çözemediğimiz bir problem varsa aşamıyorsak eğer o problemin bize ve çevreye olan etkilerini asgari düzeye indirmeye yönelik gerekli tedbirleri almamız gerekir. Bu şekilde bu süreci yönetmiş oluyoruz.
Eğer bir işte çok fazla zorlanıyorsak muhtemelen girmememiz gereken bir yola girmişiz demektir. Yapmamamız gereken bir şeyi yapıyoruz demektir. Çünkü Mevla nın avdeti bu yönde değildir. O genellikle kolaylaştırma eylemi içerisindedir. Evet iş zordur ama o kolaylaştırılıyordur.
Çünkü hepimizin sınırlı kaynakları var, sınırlı enerjisi var, sınırlı bir zamanı var. Bu sınırlı olan kaynaklarımızı doğru kullanabilmek, açığa düşmemek çok önemlidir. Zira hazıra dağ dayanmaz. Hayata bu şekilde baktığımız zaman hayatın üzerimizdeki yükü hafifliyor. Önemli olan şey doğru hedefler belirleyebilmek. Doğru amaçlar doğrultusunda gidebilmek. Mevla’nın planı doğrultusunda gidebilmektir. Problemlerimiz nelerden kaynaklanıyor? Genellikle hedeflerimizi doğru belirleyemiyoruz. Planlarımızı Mevla’nın planlarıyla eşgüdümlü yapamıyoruz. O’ nun bizim için yaptığı planlar doğrultusunda yapmıyoruz planlarımızı. Planlarımızı Mevla’mızın planlarıyla senkronize edemiyoruz. Daha hızlı daha aceleci davranabiliyoruz. O nun bizim için belirlemiş olduğu zamana riayet etmeyip daha erken olması için acele ediyoruz. Ve planlarımızın zamanını doğru yapamıyoruz. O zaman Mevla’nın vermiş olduğu o kaynaklar yetersiz geliyor. Esasında bu içsel ve çevresel kaynaklarımızın yetersizliğinden kaynaklanmıyor. Bu o sorunun çok büyük ve çözülmez olmasından kaynaklanmıyor. Bu hedeflerimizin fazlasıyla uç, ileri olmasından, planlarımızın gerçekçi olmayışından kaynaklanıyor.
O zaman bu iş olmuyor deyip ümitsizliğe kapılmak, hayal kırıklığına düşmek yerine hedeflerimizi optimize etmek, planlarımızı realize etmek çok daha sağlıklı, çok daha mantıklı olacaktır.  O zaman sahip olduğumuz içsel ve çevresel kaynakların o hedeflere ulaşabilmek, o planı hayata geçirebilmek için yeterli olduğunu göreceğiz.
Kadere bakış açımız, kaderi anlayışımız çok önemlidir.  Kadere bizim bakışımız var bir de Mevla’nın bakışı var. Biz o oluşun, işleyişin arkasındaki hikmeti, sırrı görmeye odaklanmak durumundayız. Çünkü kader Allah’ın planıdır. Bizim de kendi kaderimizle ilgili planımız var. Fakat Allah’ın dediği olur.
O zaman biz kaynaklarımızı ki; bize kaynaklarımızı O bahşetmiştir ve kendi planını hayata geçirmek üzere bahşetmiştir. Bizimle ilgili hedeflerine yönelmemiz için bahşetmiştir. O zaman o kaynakları alternatif hedefler belirleyerek, alternatif planlar yaparak heder etmek yerine Mevla’nın bizim için belirlediği hedeflere yönelmek çok daha akıllıca olacaktır.
Bizler plan yapıyoruz ama durup bir düşünmemiz gerekiyor acaba Mevla’nın bu konudaki planı nedir? O zaman Mevla’nın bizim için olan planını da dikkate alacağız. Mevla’nın bizim için olan planını nereden bileceğiz? Zuhurata bakacağız, oluşa bakacağız, karşımıza çıkarılana bakacağız. Her geceni Kadir bil. Her geleni  Hızır bil.  Söyleyene değil söyletene bakacağız. Demişler ya!
Sonuçta karşılaştığımız, yaşadığımız her şey kader planı doğrultusunda gerçekleşiyor. Ve onlar birer öncül onlar birer ipucu. Sonrasının nasıl geleceğiyle ilgili birer ipucu. O ipucunu doğru okuyabilmek , sonrası için doğru tahminlerde bulunabilmek, bunlardan hareketle doğru hedeflemeler yapabilmek çok önemlidir.
Bunu başaran insanlar hayatla uyumlu gidiyorlar. Hayatla eşgüdümlü gidiyorlar. Sahip oldukları içsel ve çevresel faktörleri verimli kullanıyorlar. Doğru hedefler yapıyorlar. Doğru adımlar atıyorlar. Kaygı seviyeleri  daha düşük.  Stres seviyeleri daha düşük. Daha kanaatkar, daha tevekkül, daha teslimiyetçi, olarak ilerlemiş olduklarını görüyoruz.
Dolayısıyla, formüle de edilmiştir “Hayır Allah’ın takdir ettiğindedir.”  Bir başka tabirle “Olanda hayır vardır”. Denmiştir. Olana saygı gösteriyoruz.  Hoşumuza gitmeyebilir, bizim planlarımızla uyuşmayabilir. O zaman planımızı hemen realiteyle eşgüdümlü hale getireceğiz.
Çünkü o istediğimiz şeyin olmayışı, istemediğimiz bir şeyin vuku bulması Mevla’nın bizi unuttuğu, bizi dışladığı, bizi kendi halimize terk ettiği anlamına gelmiyor. O nun bizimle ilgili programı var, cari işlemde fakat problem bizde, bizim hedeflerimizde. O zaman hemen planlarımızı revize edicez.
Bir karar almadan önce onun ekolojisine ve ergonomisine bakmamız gerekiyor. O kararımızdan dolayı çevremizde birileri zarar görmesin, incinmesin, üzülmesin, kırılmasın ve o kararımız bizlere de zarar vermesin. Eğer bir zarar mevcutsa o zararı bertaraf edecek tedbirleri alalım. Zararların telafisi mümkün değilse kararlarımızı gözden geçirmemiz gerekir. Çünkü alınan karar yanlış demektir.
Biz kullar karar verme böyle düşünüyor iken Mevla’nın olayın ekolojisini ve ergonomisini göz önünde bulundurmamasını düşünemeyiz elbette ki.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

28 Ocak 2014 Salı

PSİKOLOJİ ÇÖZÜM VADEDİYOR MU?

İçsel işleyişimize duygularımızın, düşüncelerimizin oluşumuna etki eden içsel ve çevresel birçok faktör var . Özellikle de kitlesel iletişim araçlarının, sosyal medyanın son derece etkili olduğu bir dönemde, insanoğlu belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dış dünyadan gelebilecek manipülasyonlara açık hale geldi.
Bu durum içsel işleyişimiz konusunda bilgi birikimimizi arttırarak o süreçleri daha dikkatli yönetme zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.
Hayat boşluk kabul etmiyor. Bizim boş bıraktığımız alanları birileri doldurma çabası içerisinde. Dolayısıyla bizler o farkındalığımızı geliştirmek, içsel işleyişimize etki eden dahili ve harici faktörleri kavramak ve buralarda düzeltmeleri yapmak ve süreçleri yönetmek durumundayız. 
Dolayısıyla Günümüzde kendini bilme ilmi olarak tanımladığımız psikoloji daha bir önem arz etmiş vaziyette. Bununla birlikte modern psikolojinin verileri ne yazık ki insan gerçeğini anlamak ve tanımlama konusunda henüz yeterli bilgi birikimine sahip değil. İnsanın bireysel ve sosyal hayatındaki sorunlarına kalıcı çözümler sunabilmiş değil.
Neden? Çünkü tek kanatlı bir kuş gibi, Pozitivist bir yaklaşımla meseleleri ele alıyor. Ölçemediği, gözlemleyemediği, laboratuvar ortamında inceleyemediği olguları dikkate almama eğiliminde.
Diğer bir değişle yaratanın insanla ilgili tanımlamalarını, ikazlarını dikkate almıyor. Ve şunun şurasında 50-100 yıllık sınırlı bilgi birikimiyle buz dağının görünen anlamaya, anlatmaya çalışıyor. Fakat bilimsel veriler git gide insan gerçeğinin zannettiğimizin aksine derinlikli bir yapı arz ettiğini ortaya koyuyor. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçekler, yine bilimin verileriyle yer ile yeksan oluyor.
Çözüm, bilimsel verileri vahyin bilgileriyle harmanlayarak kevni ve kelami prensipleri bir araya getirmektir. Bu bilgi insanlığın bireysel ve toplumsal  sorunlarına çözüm üretebilme potansiyelini de taşıyacaktır.

ZİHİN HARİTALARIMIZ

Beynimizde haritalar vardır. Bu haritalar hayatla ilgili takip edeceği stratejileri , yolu tespit açısından önem arz eder.Beynimiz yaşadığı gözlemlediği olaylardan hareketle bir harita oluşturur. Neyin haritasını oluşturur? Hayatın, insanların, kendi gerçeklerinin haritasını oluşturur. Fakat ne yazık ki güncel değildir bu haritalar. Bu haritaların sürekli olarak güncellenmesi gerekir. Çünkü hayat çok çabuk değişir. İnsanlar değişiyor. Bizler de değişiyoruz. Bizler eski biz değiliz. Fakat beyin kimi zaman bu değişime ayak uyduramıyor. Haritaları güncelleyemiyor ve var olan gerçeklikten kopmaya başlıyor.
Beynimiz planlarını yaparken özellikle de alt beynimiz bu güncelleme konusunda oldukça yavaş ve tutucu bir yapıdır. Alt beynimiz bu haritaları oluştururken gözlem ve duyumları dikkate almaz. Yaşantılardan hareketle haritalar oluşturur. Örneğin sütten ağzı yanmıştır, haritada sütle ilgili o yolu o deneyimlerden hareketle oluşturur. O yolu düzeltebilmesi için yeni bir deneyime ihtiyacı vardır. Halbuki kişi hayatın içerisinde aldığı eğitime bağlı olarak, duyum ve gözlemlere bağlı olarak her hangi bir deneyim yaşamasa bile sütün dili her zaman yakmayacağı gerçeğini öğrenmiştir.
Fakat bu öğrenme beyinin üst kısmıyla ilgili bir öğrenmedir. Yani beyinin üst kısmının öğrenmesi o şeyi tüm gerçekliğiyle kavradığımız anlamına gelmiyor. Alt beynin de onu öğrenmesi gerekiyor.
Bu çok önemlidir. Dolayısıyla kuru bilgiyle ne yazık ki insanda istenen o hal değişimi gerçekleşmiyor. Alt beynin de öğrenmesi gerekiyor. Alt beyin ben yaşadığımı bilirim bana masal anlatmayın der. Böyle bir yaklaşım içerisindedir. Onun hayatla ilgili olarak, insanlarla ilgili olarak oluşturulan harita yaşantılara bağlı olarak oluşturulmuştur. Tecrübeyle sabittir diğer bir değişle. Yaşadığıma mı inanayım, duyduğuma mı inanayım der ve işin içinden çıkar.
Dolayısıyla alt beynimizin kullanmış olduğu o zihin haritaları çoğunlukla güncel değildir. Alt beynimiz bize o haritaları dayatır. Planları yaparken, programlarını yaparken, stratejilerini oluştururken o haritalara dayanarak programlarını yapar ve o haritalar güncel olmadığı için o haritaya bağlı kalarak yapılan planlar suya düşmeye mahkumdur.
Bu da ne getirir?
Beraberinde hayal kırıklığı, büyük bir güvensizlik ve ya hayata, insanlara karşı müthiş bir öfke getirir.
Şimdi durup kendimize bir bakalım. Acaba bizim kullanmış olduğumuz haritalar ne derece güncel?
Acaba hayatla ilgili haritalarımız ne derece güncel?
İnsanlar beyinlerindeki haritaları güncellemek yerine hayata kızar, insanlara ve kendine kızar. Gerçekliği dikkate almazlar. Olanı değil olması gerekeni dikkate alırlar. Hayatın gerçeklerini anlamaya çalışmak, insanların gerçeklerini anlamaya çalışmak ve kendi gerçeğinden hareketle sağlıklı , çalışan, işe yarar, var olan gerçeklikle örtüşen stratejiler oluşturmak yerine, olması gerekeni referans alıyor. Kafalarındaki o eskimiş haritaları dikkati alıyorlar. Kendilerini ve çevrelerindekileri zor duruma sokuyorlar.
O yüzden haritalarımızı güncellemek zorundayız.
Aksi taktirde var olan gerçeklikten kopuyoruz. Gerçeklikle olan uyumumuzu kaybediyoruz ve başlıyoruz gerçeklerle kavga etmeye, sürtüşmeye. Netice de biz de zarar görüyoruz çevremizdeki insanlara da zarar veriyoruz.
O açıdan sadece dış dünyadan gelen verileri kritik etmek, sorgulamak, analiz etmek yeterli değil. Bu süreci, bu elekten geçirme sürecini iç dünyamızdan beynimizden gelen özellikle de alt beynimizden gelen, kullanımımıza sunulmuş o verilerle ilgili de yapmak durumundayız.
Zihnimizdeki haritalarımızı güncellemek zorundayız. Aksi takdirde bunun olumsuz sonuçlarını bizler ve çevremizdekiler yaşamak durumunda kalıyoruz.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu



26 Ocak 2014 Pazar

İLİŞKİLERİ YÖNETMEK

Kişilerarası ilişkilerde sorunlar olduğunda üst beynİmizin oluşturabileceği çok farklı çözümler vardır. Sahip olduğumuz o potansiyel, genetik yapımızın içine kodlanmış olan kaynaklarımız, gerekse de hayatın içerisinde almış olduğumuz eğitime bağlı olarak, yaşantılara bağlı olarak edinmiş olduğumuz o tecrübeler ise  üst beynimiz tarafından kullanılır. Orada da akıl vardır. Akıl derken onu biraz somut hale getiriyoruz. Akılı üçe ayırıyoruz 1 – bilişsel zeka 2- duygusal zeka  3- Ruhsal zeka ( sağduyu, vicdan)  akıl bu üç unsurdan oluşur.
İnsanoğlu, bu üç unsurdan meydana  gelmiş olan aklı kullanarak hayatın içerisinde karşılaşmış olduğu sorunlara çözüm bulamaması olası değil. Zaten onun beynimizde varoluşunun sebebi de budur. Fakat gelin görün ki alt beyindeki güvenlik bölgesi alarma basıp duyguları açığa çıkardığı zaman, o duyguların etkisi altında iken üst beyin devreye giremiyor.
Bir kişiyi emara soktuğumuz bir durumla karşı karşıya kaldığında görüyoruz ki ilk olarak alt beyin devreye giriyor. Üst beyin alt beyinden 5-6  saniye sonra devreye girer. Ve üst beynin hareketi de alt beynin hareketi doğrultusunda gerçekleşiyor. O zaman alt beynimizi, yani duygularımızı devreden çıkartabilmenin yolunu bulmamız gerekiyor. Fakat o alt beynimiz uyarılmışsa tabiri caiz ise cin şişeden çıkmış ise  o karşı karşıya kaldığımız her durumu ama her durumu bir güvenlik  taramasından geçirir. Böyle çalışır alt beyin.
Yeni bir insanla karşılaştık veya daha önce tanıdığımız bir insanla karşılaştık hemen o insanla ilgili bir güvenlik taraması yapar. Acaba o insandan bize karşı herhangi bir müdahale, bir saldırı, bir engelleme, psikolojik veya sosyolojik varlığımıza yönelik bir tehdit olabilir mi? Düşüncesiyle bir analiz yapar. Büyük ölçüde bir arşiv taraması yapar. Tabiri caiz ise sabıka kaydı arar. Ve eğer bir şey bulmuş ise de hemen düğmeye basar ya adrenalin veya nöro adrenalin etkisi altına alır bizi. Şimdi güvenlik bölgemiz sürekli kişiler arası ilişkilerimize müdahil oluyor ise, sürekli olarak böyle bir yoğun duygusallık içerisinde isek, kaygı, endişe tedirginlik, korku, öfke, nefret  duyguları altında isek çevremizdeki insanlarla olan sorunları çözmemiz çok da olası değildir.
O zaman ne yapacağız. Öncelikli olarak duygu durumumuzu bir düzenlemek durumundayız. İş buraya geldiğinde duygu durumumuzu düzenlemek hiç de kolay değildir.
Duygu durumuzu nasıl düzenleyeceğiz?
Güvenlik bölgemizin o anda devreye girmesini engelleyecek şekilde beynimizi programlamamız gerekiyor. Yada devreye girdi ise de onu devreden çıkartacak şekilde beynimizi programlamamız gerekiyor. Buradaki bakış açımız şudur; öncelikli o alarak o programın kodlarını bir oluşturmamız gerekiyor ondan sonra da o programı beynimize gireceğiz.
Öncelikli olarak bakış açımızı, yaklaşım biçimimizi bir oluşturmamız gerekiyor. Diyelim ki eşimizle ilgili bir problemimiz var. Herhangi bir karar verme süreci söz konusu olduğunda eşimiz bize danışmadan bir anda devreye giriyor ve o olsun, bu olsun diyerek bizi devreden çıkartarak müdahale de bulunuyor. Böylesi bir durum karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğiz. Erkek de olabilir bu sorunun muhatabı bayan da olabilir. Erkek se eğer  erkeklik gururu ve onuruna daha da düşer. Çünkü erkek evin reisidir. O aileyle ilgili maddi ve manevi sorumluluklar onun omuzları üzerindedir. Dolayısıyla burada nihai kararı vermesi gereken kişi erkektir. Ama o anda kadın kendini kaptırıyor sürecin içerisine ve eşini dikkate almaksızın şu olsun bu olsun diye satıcıyla konuşuyor ve pazarlığı yapıyor. Adamcağız tabiri caiz ise kala kalıyor.
Bu durumda kişi ne yapacak? Normal şartlarda alt beynin 2 tepkisi olabilir burada. Erkek hemen müdahale eder bağırıp çağırarak burada ne oluyor biz bostan korkuluğu muyuz der. zaten alt beyin nöroadrenalin kana karışmış ise de yapmış olduğu mudahelenin eşine olan etkilerini , orada bulunan diğer insanlara etkilerini, kendisine olan etkilerini yaşamının daha sonraki evrelerine olan etkilerini göz önünde bulunduramaz. Tünel sendromu deriz biz buna. Yani bir tünele girmiş gibi sağını solunu göremez sadece bir hedefi vardır tünelden çıkmak. Bunu istemiyoruz. Ne yapacak  sineye mi çekecek? O zaman koşullar elvermiyorsa güvenlik bölgesi devreye giriyor ve kaç kurtul diyor. Adam birden suskunlaşıyor, sorulan sorulara cevap vermiyor, olaydan kopuyor, kendini soyutluyor, bir kırgınlık, uzak durma yolunu seçmiş o zaman da anlıyoruz ki güvenlik bölgesi kaç kurtul tepkisini vermiş.
Şimdi böylesi bir durumda psikoloji nasıl bir çözüm sunar; bizim bu konuya verdiğimiz cevap şudur. Biz muhatabımızın bu tür davranışlarına müsaade ediyoruz. Evet müsaade ediyoruz. Lakin nasıl müsaade ediyoruz? Yönetmek kaydıyla ve şimdilik müsaade ediyoruz. Müsaade ederken kast ettiğimiz ne hali varsa görsün, ne yaparsan yapsın, ben karışmıyorum deyip süreçten kendimizi soyutlamak şeklinde müsaade değil. Çünkü bu müsaade değil, güvenlik bölgemizin kaç-kurtul  tarzı bir yaklaşım olur. Bu sağlıklı değildir. Çünkü ortada bir problem var. O probleme çözüm oluşturmak gerekiyor. Fakat orası yeri ve zamanı değil. Orada bir şekilde o sorunu çözmeye yönelik bir müdahalede bulunduğumuz zaman, bu müdahalenin bu sefer istenmeyen ikinci etkiler, istenmeyen sonuçlar ortaya çıkması olasılığı yüksektir..
Dolayısıyla biz öncelikli olarak kriz yönetimi yapıyoruz, müsaade ediyoruz.   Evet müsaade ediyoruz.  Allah ın Resulü nün hayatına baktığımız zaman o nun da benzer yaklaşımlar sergilediklerini  görüyoruz.  Hz. Ömer Peygamberimizin yanına geldiğinde eşlerinin kendilerine saygısız tavırlar sergilediklerini görüyorlar ve müdahale etmek istediklerinde “Dur ya Ömer! Ben onların bu hallerinin daha fazlasına maruz kalırım da sesimi çıkarmam” diyor. Yani ne yapıyor müsaade ediyor.
O anda sabır ile muamele ediyor. Pasif bir sabır mıdır bu? Hayır aktif bir sabırdır. Yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz. Şimdilik müsaade ediyoruz. Çünkü genel anlamda böyle bir şeye müsaade edersek o zaman karşı tarafa senin yaptığın doğrudur, bu ve bu gibi durumlarda her seferinde bu şekilde davranabilirsin mesajı nı vermiş oluruz. Bu da muhatabımızın gemiyi azığa almasına neden olur. Daha da pervasızlaşmasına neden olur. Bu sorunu çözmediği gibi daha da büyümesine yol açar. Müdahale etsek kavga, tartışma çıkma olasılığı yüksektir.  Yer ve zamanı değil çünkü o esnada çıkabilecek tartışmanın bir sürü olumsuz etkileri olabilecektir. O zaman şimdilik kaydıyla ve yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz.
Peki yönetmek derken yönetmekten kast ettiğimiz şey nedir?  O sorunun ikincil sorunlara neden olacak tedbirleri almak ve o sorunun bize, muhatabımıza, çevreye ve içinde bulunduğumuz sürece olan etkisini asgari düzeye indirecek tedbirleri almaktır. Yönetmek derken ikincil sorunlara dönüşebilir.  Orada Sessiz kalmamız kişinin orada insiyatif kullanması muhatabımızın bir başka durumda benzer şekilde insiyatif kullanmasına, daha önemli meselelerde bize rağmen insiyatif kullanmasına ve bu süreçten bizi tamamen dışlamasına neden olur. O zaman problem daha da büyüyor ve bu ikincil sorunlara yol açıyor. Derken ilişkilerde kopukluklar söz konusu olmaya başlıyor. Ortak paydalar azalmaya başlıyor. Eşler birbirinden uzaklaşıyor vs. işte buna da mahal vermemek gerekiyor. Tamam kavga etmemek gerekiyor ama öte yandan da problemin büyümesine mahal vermemek gerekiyor. Birde bu verilen kararların, alınan insiyatiflerin olumsuz etkileri vardır. Orada diyelim ki maddi bir karar veriliyor bunun ucu bize dokunacaktır. İşte buna benzer bazı tedbirler almak kaydıyla şimdilik buna müsaade ediyoruz. Bakış açımız, yaklaşımımız budur.
Bunu bilişsel zekamızı, duygusal zekamızı ve özellikle de ruhsal zekamızı  (vicdanımızı) kullanarak buluyoruz. O anda bir tartışmaya girmeye ne ahlaki kurallar müsaade ediyor, ne de dini hükümler müsaade etmiyor.
Dolayısıyla bizler üst beynimizi aktif bir şekilde alt beynimizden bağımsız olduğu bir anda beyin fırtınası yapıyoruz. Şu anda ortada fol yok yumurta yok bizler düşünüyoruz. Böyle bir sorun söz konusu olduğunda nasıl bir strateji izleyeceğimizi belirliyoruz.
Neymiş stratejimiz; yönetmek kaydıyla ve şimdilik müsaade ediyoruz. Sıcağı sıcağına müdahalelerden mümkün mertebe kaçınıyoruz.
Eşlerimizle olan ilişkilerimizde, çocuklarımızla olan ilişkilerimizde, komşularımızla olan ilişkilerimizde ki stratejimiz budur.
Bunu “hattı müdafa yoktur sathı müdafa vardır şeklinde” formüle edebiliriz. Yani bir kırmızı çizgi çizip “kardeşim bu sınırı aşmayacaksın, aşarsan karşında beni bulursun, aşarsan aştırmam sana anında müdahale ederim” demeyeceğiz. O zaman gereksiz karşılaşmalar, tehlikeli karşılaşmalar söz konusu olabilir.
Kişiler arası ilişkilerde bu kadar keskin bu kadar belirgin sınırların olması ister istemez tehlikeli karşılaşmalara, sürtüşmelere neden olabiliyor.  Bu gün eşler arasındaki problemlere baktığımız zaman, insanlar arasındaki problemlere baktığımız zaman sorunların ortaya çıkışındaki en önemli faktör sınırların çok kalın, geçirgen olmayan ve çok belirgin sınırlar şeklinde belirlenmiş olmasıdır.
En güzeli nedir? O sınırların mümkün olduğu kadar belirsiz hale getirmektir, tamamen kaldırmak değil. Bir sözde şöyle der “ komşunla iyi geçin ama bahçe duvarını kaldırma”. Yani insanlar yine sınırlarını bilecektir ama tutup ta oraya bir duvar örmenin de bir anlamı yoktur. Onun içinde hattı müdafa yoktur sathı müdafa vardır diyoruz. He, bir problem var karşımızdaki muhatap bazı hususlarda sınırı pek kestiremiyor o zaman sıcağı sıcağına müdahale etmek yerine tabiri caizse diplomasi ile meseleyi çözmektir asıl olan.
Bunu içimize nasıl anlatacağız? Şöyle bir hikaye vardır. Adamın bir tanesi kendini mısır zannediyormuş ve psikoloğa gitmiş bana yardım et tavuklar beni yiyecek demiş. Psikologda uğraşmış, allem etmiş kallem etmiş adamı mısır olmadığına ikna etmiş. Adam en sonunda tamam demiş doktora  kabul ediyorum ben mısır değilim ama bunu tavuklara nasıl anlatacağız.
Evet biz bu stratejiyi belirledik. Müsaade edeceğiz yönetmek kaydıyla. Gel de bunu içine anlat. O sınır ihlali söz konusu olduğunda içimizdeki güvenlik bölgesinin devreye girmesine nasıl engel olacağız?

25 Ocak 2014 Cumartesi

FITRAT


Fıtrat genetik olarak bir insanın içine kodlanmış fizyolojik, psikolojik, sosyal özellikleri ihtiva eder.
Özellikle son dönemlerde genetik alandaki çalışmaların ilerlemesiyle beraber, genetik faktörlerin, DNA ların insanoğlunun sadece fizyolojik özelliklerinin oluşumunda ve işleyişinde değil aynı zamanda kişiliğinin oluşumunda ve kişiliğin işleyişinde son derece belirleyici olduğunu ortaya koymuştur.
Artık her şeyin bir geni var. Her hastalığın bir geni var. Psikolojik hastalıkların ortaya çıkışında da yine genetik faktörlerin zannedildiğinin çok çok ötesinde belirleyici olduğu da yine genetik alanda yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkıyor. İnsanoğlunun psikolojik özelliklerinin büyük ölçeği de genetik faktörlere dayanıyor olması o insanın bu doğuştan gelen özelliklerinin hayatın içerisinde, hayata uyum sağlayabilme, hayatın içerisinde var olabilme, engelleri aşabilme, karşısına çıkan fırsatları değerlendirebilme sürecinde onların muhafazasının son derece önemli olduğu görüşünü beraberinde getiriyor. 
Diğer bir deyişle fıtratı muhafaza etmek çok ama çok önemlidir.
Neden çok önemli?
Çünkü bir insan kendisini bekleyen o hayatı yaşayabilmek için ihtiyaç duymuş olduğu kaynakların önemli bir bölümü nü o fıtratı diğer bir deyişle doğuştan gelen genetik özellikleri  barındırmaktadır.
Bir insanın sorunlarla baş etme, sorunlara çözümler bulma ve bu çözümleri hayata geçirme sürecinde özellikle 3 tür zeka son derece önemli rol oynamaktadır. Bunlardan bir tanesi IQ (          ), ikincisi İQ (          ) üçüncüsü de SQ (         ).  Bu üçüncüsü  özellikle son dönemlerde çok konuşulmuş bir zeka türü.
Birincisi bilinçsel zeka, ikincisi duygusal zeka, üçüncüsü ise ruhsal zeka diğer bir değişle sağ duyu veya vicdan olarak da bahis ettiğimiz unsurlar. Bir insanın kişiliğinin işleyişinde özelliklede üst beyin de yerleşik korteks olarak tanımladığımız yönetim mekanizması olarak da altını çizdiğimiz o korteks te  yerleşik olan  bu üç zeka türü, diğer bir değişle zeka, yetenek ve vicdan son derece önemli. Ve bunlar büyük ölçüde genetik faktörlere bağlı olarak belirlenmektedir.
Bir insanın bilinçsel zekası doğuştan geliyor. Elbette ki zekanın kişinin almış olduğu eğitime bağlı olarak geliştiği bir gerçek. Fakat kişinin zekasının kat sayısı sabit. Almış olduğu eğitim olsun, içinde bulunduğu koşullar buna çok fazla etki etmiyor. Boy gibi bir şey.  Hani kişinin beslenmesi , fiziksel aktivitesi, içinde bulunduğu koşullar elbette boyuna etki ediyor fakat sonuçta o kişinin genetik olarak kodlanmış bir boyu var çok iyi beslense de, spor da yapsa o genetik yapının çok fazla üstüne çıkamıyor. Zeka da böyledir.
O zaman bir insanın hayatının işleyişinde eğer bu üç zeka türü son derece belirleyiciyse ki belirleyici o zaman kişinin işleyişinde genetik faktörler yani fıtrat da son derece belirleyici.
Madem bu kadar önemli o zaman anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını yani orjinalliğini, özgünlüğünü korumaktır. Eğer o fıtrat, özgünlük, orjinallik bozulursa çocuk hayatın daha sonraki evrelerinde hayatla baş edebilme, engelleri aşabilme, fırsatları değerlendirebilme,  sorunlara çözümler bulup hayata geçirme evrelerinde kendisine bahşedilmiş olan ihtiyaç duyacağı o, IQ, İQ, SQ sunda ciddi anlamda bir bozulma söz konusu oluyor.
Çocuğun hayatla baş edebilmek için ihtiyaç duyduğu tabiri caiz ise o silahları elinden alıyoruz. Onları tutuk hale getirmiş, dumura uğratmış oluyoruz. O açıdan anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını muhafaza etmektir.
Fıtratın korunması son derece önemlidir. Bütün dinler, bütün şeriatlar, bütün hukuk sistemleri  diyelim daha genel anlamla gerek seküler (dini temele dayanmayan) gerek dine dayanan hukuk sistemleri olsun özellikle beş şeyi korumayı esas almıştır. Nedir bu beş şey?
Aklı korumayı esas almıştır. Onun için insanın aklına zarar verebilecek uyuşturcu, alkol vb. şeyler hiçbir hukuk sisteminde serbest bırakılmamıştır.
Malın korunması. Çünkü insanın hayatını idame ettirebilmesi için bir miktar mala ihtiyaç vardır. Mal canın yongasıdır demişler.
Canın korunması . Yani o insanın fiziksel bütünlüğünün korunması önemlidir buna yönelik kanunlar konulmuştur.
Nesli korumak. Onun için nüfus müdürlükleri ihdas edilmiş, kişinin soy bağı orada en ince ayrıntısına kadar işlenmiştir.
Dini korumak. Vicdan ve din özgürlüğü bütün kanunlarda dini temele dayansın veya dayanmasın hepsinde koruma altına alınmıştır.
Baktığımızda bunlar aslında bir şeyi koruyor. Evet hukuk sistemleri bu beş şeyi koruyor fakat bu beş husus başka bir şeyi, çok değerli bir şeyi korumaya çalışıyor. Oda FITRAT dır.
Akıl bozuldu mu fıtrat bozuluyor. Kişi vicdan ve din özgünlüğüne sahip olamadı mı fıtrat bozuluyor. Fıtratı en ziyade koruyan şey dindir. Mal gitti mi de fıtrat bozuluyor. Kişi yeterli beslenemediği zaman, barınamadığı zaman, fizyolojik dengesini oluşturabilecek ortamı bulamadığı zaman da fıtrat bozuluyor. Aynı şekilde nesil de çok önemli. Kişinin kendi anne-babasıyla birlikte bulunması, hayata onların yanında hazırlanması da son derece önemlidir.
Bütün bunların var oluş amacı fıtratı korumaktır.
Baktığımız zaman bireyin bu fıtratı korumaya yönelik önemli görevleri vardır. Ailenin, toplumun ve devletin önemli bir rolü rolü vardır burda. Fakat bütün bunların içinde en stratejik olanı AİLE dir. Fıtratı koruyan esas korunaklı yapı ailedir. Aile bozulduğu zaman fıtrat da yıkıma uğramaya başlıyor. Üst beyinde IQ, İQ. SQ da ciddi anlamda sorunlar olmaya başlıyor.
Bu konuda yapılmış ciddi araştırmalar var. Mesela anne sevgisi yeterince alamamış, babasıyla yeterince temas kuramamış, huzurlu bir aile ortamında büyüyememiş çocukların bu üç zeka türünde ciddi anlamda sıkıntılar olduğunu gösteren çok ciddi araştırmalar var.
Bilinçsel zekaları bir kere olumsuz etkileniyor. Dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, odaklanma gibi problemleri olabiliyor. Duygusal zekaları ciddi anlamda zarar görmeye başlıyor. Diyelim ki duygusal zekanın bir alt versiyonu olan sanatsal zekası varsa bu dumura uğruyor. Sosyal zekası varsa bu dumura uğruyor çocuk sosyalleşemiyor. Yine aynı şekilde ruhsal zeka, bizim kültürümüzdeki karşılığıyla vicdan. Vicdani melekeleri zarar görüyor. Neden? Çünkü güvenlik problemi yaşayan bireylerin ruhsal zekaları gelişemiyor. Kişi karnını doyuramamış, kişi kendisini güvende hissedememiş, kişinin fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları karşılanamamışken o insanın dini düşünebilmesi, akli ve vicdani melekelerin gelişmesi son derece  zordur.
Sağlıklı bir aile yapısı fıtratı koruma açısından son derece önemlidir. Sağlıklı bir aile yapısına sahip olmadığımız zaman ne gibi problemler ortaya çıkar. Kısaca ona değinelim.
Mesela bugün aile yapısının ziyadesiyle bozulduğu, yıkıma uğradığı, zafiyet gösterdiği yer batı. Bugün bu aile yapısının bozulmasıyla evlenme oranları çok ciddi oranlarda azaldı. Evlenme yaşı erkeklerden 34-35 kadınlarda, 31-32 ler de geziniyor. Buna bağlı olarak doğurganlık oranı ciddi miktarlarda düşmüş vaziyette. Evlenen çiftelerin büyük bir çoğunluğu çocuk yapmıyor, yapanlar 1 çocukla yetiniyor. Nüfusun artış hızı 2 lerde. İrlanda, italya gibi ülkelerde 1 in altına düşmüş vaziyette. Nüfus hızlı bir şekilde yaşlanıyor.
Babasız çocuklar problemi var.  Çok önemli bir problem.  İngiltere de bugün çocukların %56 sı kendi  öz babaları tarafından yetiştirilmiyor. Babasız çocuklar problemi özellikle erkek çocuklarda eşcinselliğin çok ciddi bir şekilde artması sonucunu beraberinde getirmiş vaziyette. Yine İngiltere de her 100 erkekten 8 inde eşcinsellik probleminin olduğundan bahis ediliyor. İşte bu babasız yetişme, çocuğun kendi babasıyla etkileşim içerisinde bulunamamasından ileri geliyor.
Yine İngiltere de evli her 10 erkekten 8 i, her 10 kadından ise 4 ünün  eşini aldattığını söylüyor . işte bu da neslin bozulmasına sebep olan en önemli faktörlerden birisidir. Çocukların gerçek babalarıyla temas edemiyor olması sık görülen boşanmanın yanı sıra sadakatsizliktir.
Diğer bir deyişle aile yapısı bozuldu. Aile yapısı bozulunca da fıtrat bozuldu.
Bugün batı dünyada intiharın en yüksek olduğu, uyuşturucu ve alkol kullanımının en yüksek olduğu ülkeler kategorisinde. Ne oldu fıtrat bozuldu.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

21 Ocak 2014 Salı

İLİŞKİLERDE SORUNLARIN İÇSEL SEBEPLERİ


Kişiler arası ilişkilerde Nasıl bir yaklaşım izlersek bir yandan sorunların büyümesine mani olurken öte yandan da o sorunların bizi etkilemesinin önüne geçebiliriz?
Hani halk arasında bir söz vardır ya “Ne şiş yansın ne kebap”. Ne biz zarar görelim ne de karşımızdaki insana zarar verelim. Orta yolu bulabilmenin, çıkış yolunu, mutedil yolu bulabilmenin çaresi nedir?
Bir misal verelim;
10 farklı kaynaktan su fışkırsa ve bunlar bir tepeden aşağıya aksa, aşağıda bir yerde bu on noktadan akan suların bir yatakta toplandıklarını ve oradan beraberce aktıklarını görürüz. Çünkü su yolunu bulur. O yolda en uygun yer neresiyse oraya yönelir.
Aklın yolu da birdir. 10 farklı aklı bir araya getirelim bir arada bırakalım şöyle bir gün sonra gelelim. Su örneğindeki gibi aynen bir araya gelmiş olduklarını, birliktelik oluşturduklarını ve aynı yöne doğru yönelmiş olduklarını görürüz. Birde topluma bakalım. Toplumda yüzbinlerce insanın hatta milyonlarca insanın birbiriyle eşgüdümlü, uyumlu bir şekilde yaşıyor olmasının temelinde de aklın ön plana çıkmasının rolü vardır.
İşte akıl devreden çıkmışsa akıl gölgelenmiş ise o zaman bu gün Suriye dekine benzer ya da diğer iç karışıklıklar çıkmış ülkelerinkine benzer durumlar ortaya çıkıyor. O zaman kişiler arası ilişkilerde söz konusu olabilecek o problemleri çözüm sürecinde bizim en önemli çözüm aracımız aklımızdır ve Karşımızdaki insanın aklıdır. Bir şekilde akıllar birbirleriyle etkileşim içine girmeli ve orta yolu oluşturup, ortak payda oluşturup çıkışı bulabilmeliler. Fakat bu çoğu zaman anlatıldığı kolay olmuyor.
Çünkü sürece etki eden farklı unsurlar, faktörler vardır. Bu faktörlerden bazıları içsel faktörlerdir. Diğer bazıları da çevresel faktörlerdir. Dolayısıyla öncelikli olarak meselemiz kendi aklımızı çalıştırabilmektir. Kişiler arası problemlerimizde kendi aklımızı çalıştırabilmek. Ne tür sorunlar olabilir? Kendi haklarımıza bir saldırı, tecavüz söz konusu olabilir. Bunun yanı sıra bizi üzecek bir tavır olabilir. Hiçe sayılmak. Kabul görmemek. Takdir edilmemek. Bir dayatmayla karşı karşıya kalmış olabiliriz. Duygu ve düşüncelerimiz dikkate alınmıyor olabilir. İşte bu ve buna benzer problemleri günlük hayatımızda, evlilik hayatımızda, iş hayatımızda, arkadaş ve dostlarımızla olan ilişkilerimizde ne yazık ki istemeden de olsa yaşıyoruz. Kimi zaman bu sorunların öznesiyken kimi zaman da bu sorunların nesnesi durumunda olabiliyoruz. Kimi zaman bu sorunların mağduru iken, kimi zamanda farkında olmadan bu sorunlara yol açan, karşımızdaki insanın mağduriyetine yol açan kimse de olabiliyoruz. İşte, bu tür durumlarda sorunların ortaya çıkmadan ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi açısından aklımızı kullanabilmeyiz. Ki akıl derken. Aklı da işlevleri açısından 3 bileşene ayırıyoruz.
Kişilerarası ilişkilerde problemlerin ortaya çıkışında, çözümsüzlüğe sürüklenmesinde rol oynayan en önemli içsel faktör alt beynin üst beyni bypass ederek sorunları kendi usulunce çözümlemeye çalışmasıdır.Üst beyin derken 1. Bilişsel zeka IQ 2. Duygusal zeka İQ 3. Ruhsal zeka SQ'yu kapsayan bir yapıdan bahsediyoruz. Bunlar beynimizin üst bölgesinde beynin yüzeyini kaplayan kortekstedir. Fakat bu korteks her ne kadar yönetici konumunda olsa da beynimizin ve bedenimizin geri kalanıyla olan ilişkileri zayıftır. Beynin bedenimizle olan ilişkisini sağlayan ana yapı beynimizin alt bölgesi olarak tanımladığımız daha ilkel olan subkorteksdir , duygular da burada oluşur. Fizyolojik ve psikolojik varlığımızı korumakla görevli güvenlik bölgesi (Amygdala) burada yerleşiktir. Bu güvenlik bölgesi özellikle kişiler arası ilişkilerde biz farkında olmadan devreye giren ve olaylara duygusal yaklaşmamıza neden olarak ilişkileri çıkmaza sokan bir yapıdır.
Kişilerarası ilişkilerde yaşadığımız sorunlar üst beynin gündemine gelmeden güvenlik bölgesi o soruna kendince müdahelede bulunma eğilimi içerisindedir . Hızlı hareket eden bir yapıdır. Eğer bir güvenlik ihlali söz konusu ise üst beyinden bağımsız hareket etme eğilimindedır. Tepkileri ya sorunun üzerine gidip vurup-kırarak, itip-kakarak çözmek yahut da sorunu çözümsüz görüp oradan uzaklaşmak şeklindedir. Halbuki sorun üst beynin masasına gelmiş olsa üst beyin IQ sunu, EQ sunu, SQ sunu kullanıp o sorunu bir şekilde çözer. Fakat çoğu zaman iş üst beyne gelmiyor. Alt beyin tarafından kendine has usullerle çözülmeye çalışılıyor , sıkıntılar da buradan çıkıyor.
Karşımızdaki kişi bize kötü davrandığında ne hissediyoruz?
Eğer orada bazı yoğun duygulardan bahsediliyor ise bu duyguların varlığı ve yoğunluğu, bu davranışların tutum ve tavırların üst beyin değil de daha ziyade alt beyin tarafından karşılandığını bize anlatıyor.
Bu duygular genellikle öfke ve korkudur. Daha ziyade duygu devrede ise bu iki duygudan bir tanesi mutlaka devreye girmiştir. Bununla beraber ikincil duygular da vardır. Hüzün, keder, kırgınlık, pişmanlık, yetersizlik, aşağılanma vb. ikincil duygular da vardır. Fakat bu duygulara eşlik eden korku veya öfke duygusu muhakkak vardır.
Duyguların devreye girmesi demek hormonlar aracılığıyla tüm benliğin etkilenmesi demek. Düğmeye basılıyor ve tüm benlik etkileniyor. Beynin üst bölgesi yani korteks diye adlandırdığımız yönetim mekanizması da bundan etkileniyor.
Örnek verecek olursak, geçtiğimiz yıllarda Güney Doğu Anadolu da terörün yoğun olarak yaşandığı dönemlerde oradan emekli bir general şöyle bir ifade kullanmıştı. “Bölgeye yeni gelen, hakimler, savcılar veya kaymakamların bölgenin gerçeğini anlayabilmeleri için evlerinin önünde birkaç tane el bombası patlatıyorduk.” Diyor. Hakim olsun, savcı olsun belli bir eğitim almış akılları eğitilmiş kişiler.
Peki bu neden yapılıyor? Bu insanlar bir şekilde o bölgedeki sorunlara aklıyla çözüm üretme çabası içerisinde. Hakime, savcıya veya kaymakama sorduğunuzda üniversite de çeşitli bilgiler öğrenmiştir. Bu bilgiler çeşitli hayat tecrübesiyle harmanlanmıştır ve görev yapacağı bölgede sorunları çözme sürecinde aklını kullanacaktır. Fakat bombalar patladığında güvenlik bölgesi olan alt beyin devreye giriyor. Diyor ki “ burası güvenli bir yer değil”. O dönem orada görev yapan generallerin hepsi psikolojik harp teknikleri konusunda iyi eğitilmiş insanlar. İnsan psikolojisini çok iyi bilen insanlar. Evin önünde toplar patladığı andan itibaren güvenlik bölgesi devreye girer akıl devreden çıkar. Aklı istemez onlar. Çünkü oradaki işleyiş askerin kontrolü altında askerde sorunlara kendi güvenlik politikaları aracılığıyla çözümler üretmek çabası içerisindedir. Kendi güvenlik politikalarını takip ediyorlar askerler o dönemde orada. Faili meçhuller, gözaltılar, işkenceler, operasyonlar, tutuklamalar, köy boşaltmalar var. İşte bunlar ordunun güvenlik politikaları, problemleri kendince çözmeye çalışıyorlar. Fakat sivil insiyatif daha ziyade güvenlik politikalarına uyum sağlayamama, kendi aklını kullanarak alternatif çözümler üretme çabası içerisindedir. Fakat ordu bunu doğru bulmadığı için o sivil yönetimi kendi çizgisine getirtme sürecinde bombaları patlatıyorlar. Sonuçta kaymakamda olsa, hakim veya savcı da olsa o da bir insan. Alt beyni devreye giriyor ve girdiği andan itibaren üst beyni devreden çıkıyor. O kişi artık sahip olduğu birikimi, bilgiyi, tecrübeyi, eğitimi neticesinde aldığı o potansiyeli sürece gerektiği gibi yansıtamıyor. Akıl devre dışı kalmış vaziyette ve o da o bölgede cereyan eden güvenlik politikalarının bir parçası haline geliyor. İnsan hakları ihlali söz konusu olduğu zaman bir hakim bir savcı olarak onun peşine düşmesi , engellemesi gerekirken göz yummaya başlıyor. İdareci olarak sürece bir kaymakam olarak müdahele etmesi gerekirken duymadım, görmedim, bilmedim i oynamaya başlıyor ve o sivil otoritenin varlığına rağmen orada o güvenlik politikaları yoğun bir şekilde uygulanabiliyor.
Sebep; işte kişide var olan o alt beyinde yerleşik amigdalanın yani güvenlik bölgesinin devreye girmiş olması.
Dolayısıyla kişiler arası ilişkilerde karşımızdaki kişiyle ilgili bir sorun söz konusu ise güvenlik bölgemizin devreye girmemesini sağlamak ile mesulüz. Bunu başarmak, becermek durumundayız. Aksi takdirde, Güneydoğuda o zor yıllarda 90 lı yıllarda görev yapan hakimler, savcılar, kaymakamların düştüğü duruma düşeriz. Çünkü alt beyinde yerleşik güvenlik bölgesi kendince güvenlik politikaları izleme eğilimi içerisindedir. Aynen ordunun siyasete müdahale etmesi gibi kendi güvenlik politikalarını yapmaktadırlar .
Alt beyinde yerleşik güvenlik bölgemizin sorunlar karşısında başlıca 2 tane güvenlik politikası vardır; kal kavga et veya kaç kurtul. Elindeki tek araç çekiç olan bir insan her şeyi bir çivi olarak görür. Alt beyinin de elinde iki tane araç vardır. Bu iki araçla problemlerini çözmeye çalışır. Fakat iş üst beyine gelebilse üst beyinde birçok seçenek üretebilme potansiyeli vardır. Çünkü üst beyinde bilişsel zeka çalışıyor, ticari zekayı, sosyal zekayı , sanatsal zekayı , bedensel zekayı, mekanik zekayı içeren duygusal zeka çalışıyor ki bunlardan başka onlarca zeka çeşidini barındırır. Aynı şekilde ruhsal zeka yani vicdan da ahlaki ve dini prensipler ışığı altında hareket etme çabası içerisindedir. Diğer bir deyişle insanın sahip olduğu o içsel kaynaklar üst beyinde duygusal zeka tarafından yönetiliyor.Kişi üst beynini kullanarak sorunlara çok güzel ahlakın, dinin kabul edeceği, toplumun kabul edeceği , kişinin kendisine olan etkisi göz önünde bulundurularak orta yolu bulma potansiyeline sahiptir.

İletişim sürecinde bir sorunla karşı karşıya isek öncelikle zaaflarımızın kaynağı olan güvenlik bölgemizi devreden çıkartmamız ya da sürece olan etkilerini asgari düzeye indirecek tedbirleri almamız gerekiyor. Kendi güvenlik bölgemizi devreden çıkartmadığımız ya da yönetemediğimiz halde sorunu doğru bir şekilde anlamlandırmamız, çözümler üretip, bunları sükûnetle, suhuletle, serinkanlılıkla hayata geçirebilmemiz pek de olası değildir.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

18 Ocak 2014 Cumartesi

FITRAT VE AİLE


İnsanın üst beyninde yerleşik yani korteks te yerleşik  IQ, İQ. SQ. Yani bilişsel zeka, duygusal zeka  ve ruhsal zekanın oluşumunda genetik faktörler son derece önemlidir.
Dolayısıyla bu üç zeka bir insanın hayatta mutluluğa erişmesinde, başarıya ulaşmasın da son derece önemli bir rol oynuyor.
Bilişsel zeka derken, günlük hayatta özellikle akademik hayatta kullandığımız zeka türü. Bu Soyut ve somut zeka olmak üzere ikiye ayrılır. Matematikte kullanmış olduğumuz zeka , Türkçe dersinde başarılı olmamız için kullandığımız zeka.
Duygusal zekaın da alt versiyonları vardır. Ticari zeka , sanatsal zeka, bedensel zeka , sosyal zeka vb. gibi. Bir sanatçı düşünelim okul hayatında başarısız olmuştur fakat bu insan hayatta mutluluk ve başarı elde etmiştir. Nasıl etmiştir sanatsal zeka ile, ses zekası ile. Veya bir futbolcu düşünelim. Okuyamamıştır fakat bugün herkes tarafından tanınan milyon dolarlar kazanan çok ünlü bir futbolcu olmuştur. Bunu da bedensel  zeka ile elde etmiştir. O insanın bedensel  zekası, bedensel  özellikleri diğer insanlardan daha farklıdır. O yüzden bedensel zekasını  ön plana çıkartmıştır ve hayatta başarılı olmuştur.
Birde son günlerde özelikle batıda üzerinde durulan Ruhsal zeka vardır. Bizim kültürümüzdeki karşılığı vicdan dır.
Her üç zekanın gelişiminde, oluşumunda  genetik faktörler önemli rol oynuyor. Bir kişi doğuştan sanatsal zekaya sahip değilse ona daha sonraki dönemlerde ne kadar eğitim verirsek verelim belli bir seviyenin üzerine çıkamıyor. Aynı şekilde hiç eğitim alma imkanı olmasın o kişi belli bir seviyenin altına inmiyor. Bunu belirleyen fıtrattır.
Anne- babanın çocuğun fıtratını diğer bir deyişle doğuştan gelen bu fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik özelliklerini koruması son derece önemlidir.
Fıtratın korunması ister dini temele dayansın isterse dini temele dayanmasın bütün hukuk sistemleri  tarafından öncelenmiştir.
5 şeyi korumaya çalışır hukuk sistemleri. 1) Canı korumak 2) Aklı korumak 3) Malı korumak  4) din ve vicdanı korumak  5) Nesli korumak
Esasında 5 beş temel şeyin korunmasındaki amaç fıtratı korumaktır. Bunlardan herhangi bir tanesinin veya birkaç tanesinin bozulması demek fıtratının yani doğuştan gelen kişilik özelliklerinin bozulması demektir.
Fıtratın korunmasında ailenin rolü çok önemlidir. Aile yapısının bozulması ile beraber akıl güvenliği ve nesil güvenliği ciddi anlamda zaafa uğramaktadır. Ve buda fıtrat üzerinde olumsuz yansımaları vardır.
Bu gün baktığımızda batıda aileyi tehdit eden en önemli şey anne ve babanın uyumsuzluğu sonucu ortaya çıkan boşanma yüksek boşanma oranlarıdır. Aile tehdit eden en önemli faktör budur. Her iki evlilikten bir tanesi boşanmayla sonuçlanıyor. Bu boşanmayla sonuçlanan evliliklerin hemen hemen yarısında bir veya iki tane çocukta söz konusudur. Bu, o çocukların hayatlarının daha sonraki dönemlerinde ebeveynlerinin biri veya her ikisiyle yeterince temas edememesi anlamına gelmektedir.
İngiltere de yapılan bir araştırmada ortaya çıkmış ki oradaki çocukların %54 ü kendi babaları tarafından yetiştirilmiyor. Başka babalar, başka erkek modeller tarafından yetiştiriliyor. Bu üvey baba da olabilir. Bu onun ailedeki bir büyük erkek akrabası da olabilir. Fakat aslın yerini tutamıyor. Çünkü aynı gen havuzundan geliyor olmak, genetik olarak benzeşiyor olmak çocuğun ebeveyniyle iletişim kurması açısından son derece önemlidir.
Mesela  kimmenizm dediğimiz bir problem var. Kimmenizm hastalığı temelde psikolojik bir rahatsızlık olmakla birlikte genetik temellere dayanan bir rahatsızlıktır. Çok ilginç mesela bir anne düşünün çocuğunu kabul edemiyor, ona dayanamıyor,  hiçbir şekilde onunla özdeşim kuramıyor, onu emziremiyor. Adeta çocuğunu terk ediyor. Bu tür vakalar nadir olsa da görülen ve psikoloji tarafından araştırılan vakalardır. Genellikle bu annenin doğum sonrası yaşadığı depresyon, buhran, istenmeyen gebelik gibi sebeplere dayandırılsa da genetik biliminin gelişmesiyle yeni bir teori ortaya atıldı. Oda şudur. Annenin çocuğunu benimseyememesinde çocukla  annenin genetik olarak benzeşmiyor olmasının rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Tabirii caizse her ne kadar o anne çocuğunu kendisi doğursa bile bir başkasının çocuğunu doğurmuş gibi oluyor. Genetik olarak kedisiyle hiç benzeşmeyen bir çocuk doğuruyor. Tabiri caiz ise taşıyıcı anne gibi oluyor.
Genetik olarak bu benzeşmezlik anne ile çocuk arasında o güçlü bağın kurulmasına engel oluyor. Aynı şey baba ve çocuk arasında da geçerli.
Onun için bizim dinimize baktığımızda dinimizde evlat edinme yok.  İşte bu genetik benzeşmezlikten dolayı yok. Dolayısıyla bir çocuğun aynı gen havuzundan geldiği, genetik olarak benzeştiği anne ve baba tarafından yetiştirilmesi onun fıtratının korunması açısından olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Hiçbir zaman vekil aslın yerini tutmuyor.
Eğer bir çocuk o imkanı bulamamış ise o insanın o çocuğun fıtratının muhafazası çok zordur. İmkansız değildir. Olanaksız değildir. Fakat Kendi öz anne-babasıyla beraber olmaması ciddi sorunlar çıkmasına neden olmaktadır.
Batıda her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor ve çocuklar kendi  öz anne-babalarıyla birlikte olamıyorlar. Bu o çocukların fıtratlarının bozulmasına yol açıyor. Çocuklar büyüdüklerinde bazı problemler ortaya çıkıyor. Evlenmeye yanaşmıyor, herhangi bir nedenle evlenmişse çocuk yapmaya yanaşmıyor.
Bu çocuklarda madde kullanımı, kendi öz anne babalarıyla yetişmiş çocuklara oranla daha yüksek olduğunu ortaya koyan araştırmalar var.
Yine bu çocuklarda çeşitli cinsel sapmaların özellikle eşcinselliğin diğer çocuklara oranla daha yüksek olma ihtimali söz konusudur.
Yine bu çocuklarda cinsel istismara uğrama oranı ve bunun getirmiş olduğu olumsuz etkileri yaşama ihtimali çok daha yüksek oluyor.
Taş yerinde ağırdır derler ya. Bir çocuğun kendi öz anne-babası ile devam etmesi o çocuğun fıtratının korunabilmesi, doğuştan gelen içine genetik olarak kodlanmış hayatının daha sonraki  dönemlerinde mutluluğa ve başarıya ulaşma sürecinde hayati derecede öneme haiz özelliklerinin korunabilmesi açısından önemlidir.
Sadece dünya mutluluğundan ve başarısından bahsetmiyoruz.  Özellikle SQ  yani vicdan olarak tanımladığımız ruhsal zeka da kişinin dünya mutluluğunun yanı sıra aynı zamanda ahiret mutluluğunu  elde etmesi açısından da hayati derecede öneme haizdir. Buda ancak kendi öz anne-babasıyla yetiştiği takdirde verimli bir şekilde oluşabiliyor. Bu anne-babasıyla beraber yetişmiş olması tek başına yeterli değilse de en azından biraz önce bahsetmiş olduğumuz sorunların ortaya çıkmasını bir nebze olsun azaltması açısından son derece önemlidir.
O açıdan biz boşanmalara hiçbir açıdan sıcak bakmıyoruz. Fakat ne yazık ki bizim toplumumuzda da “körle yatan şaşı kalkar” derler ya son yıllarda boşanma oranı oldukça artmıştır. Özellikle batılılaşma etkisinin çok daha etkin olduğu, kadınların çalışma hayatına daha fazla katıldığı, eğitim seviyesinin yüksek olduğu, nerde ise batı seviyesinde olduğu batı bölgelerimize baktığımızda hangi bölgeden bahsediyoruz Trakya, Ege, Marmara bu bölgelerden bahsediyoruz. Evlenme oranının, evlenme yaşının, boşanma oranının hemen hemen Avrupa ülkeleriyle aynı olduğunu, hatta bazı hususlarda bazı Avrupa ülkelerini de geçmiş olduğunu görüyoruz.
Allah tan Anadolu var. Saf, temiz, özgün, orijinal Anadolumuz var. Anadolumuz olmasaydı çoktan bu ülkenin ocağına kibrit suyu dökülmüştü. Anadolu o aile değerlerini hala sürdürme çabası içerisinde. Her ne kadar köyden kente göç, kent yaşamına uyum sürecinde yaşanılan zorluklar o aile yapısını sarsmışsa bile o aile yapısı yıkılmadı. Özelliklede kadınlarımızın cansiperane çabaları o aile bütünlüğünü devam ettirme konusundaki fedakârlıkları diyebilirim ki Türk toplum yapısını ayakta tutuyor. Fakat ne yazık ki o direkte kadınlarımızın çalışma hayatına atılmasıyla birlikte çatırdamaya başladı. Şu an bu oran ülkemizde % 21, batıya baktığımızda % 80. Fakat burada bir problem var. Kadınların çalışma hayatına atılmasıyla birlikte evlenme yaşı yükselmeye başlıyor, doğurganlık oranları azalmaya başlıyor ve boşanma oranları da yükselmeye başlıyor.
Yani aile kurumu çatırdamaya başlıyor. Kadını o ait olduğu yerden alıp ta toplumsal alana, çalışma hayatına ittiğinizde o yapı çatırdamaya başlıyor. Ne yazık ki hükümetimiz kadının çalışma hayatına katılımını çoğaltma konusunda çok yoğun çaba içerisinde. Kendileri bunu dile getiriyorlar. Neden? Çünkü 2023 yılına geldiğimizde o kişi başına 25-30 bin gelir seviyesini yakalayabilmemiz için kadının çalışma oranının %50 nin üzerine çıkması gerekiyormuş.
Tamam 25-30 bin gelir seviyesini yakalayalım ama doğurganlık düştü, evlenme yaşı yükseldi, boşanma oranları yükseldi, nüfus yaşlandı. Ne yapacağız o zaman? Para problemi çözüyor mu? İşte batının karşı karşıya kaldığı problemle bizde karşı karşıya kalacağız. Buna bağlı olarak cinsel sapmalar, alkol, uyuşturucu artacak. Kimse bunları göz önüne almıyor.
Ne olursa olsun bizler aile bütünlüğünü devam ettirebilmek, o ailedeki çocukların fıtratlarını muhafaza edebilmek açısından onların hayatta mutlu ve başarılı, sadece bu dünya değil ahiret hayatlarında da mutlu ve başarılı olmaları açısından hayati öneme haizdir.

16 Ocak 2014 Perşembe

GENETİK POTANSİYELİMİZ: FITRAT


İnsanoğlunun psikolojik ve fizyolojik özelliklerinin büyük ölçüde genetik faktörlere dayanıyor olması o insanın bu doğuştan gelen özelliklerinin hayatın içerisinde, hayata uyum sağlayabilme, hayatın içerisinde var olabilme, engelleri aşabilme, karşısına çıkan fırsatları değerlendirebilme sürecinde onların muhafazasının son derece önemli olduğu göstermektedir.
Bir insanın sorunlarla baş etme, sorunlara çözümler bulma ve bu çözümleri hayata geçirme sürecinde özellikle 3 tür zeka son derece önemli rol oynamaktadır. Bunlardan bir tanesi IQ (Bilişsel Zeka ), ikincisi EQ ( Duygusal Zeka ) üçüncüsü de SQ ( Ruhsal Zeka ).Bunlar da genetik faktörlerce belirlenir. 
Madem bu kadar önemli o zaman anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını yani özgünlüğünü korumaktır. Eğer o fıtrat, özgünlük, orjinallik bozulursa çocuk hayatın daha sonraki evrelerinde hayatla baş edebilme, engelleri aşabilme, fırsatları değerlendirebilme, sorunlara çözümler bulup hayata geçirme evrelerinde kendisine bahşedilmiş olan ihtiyaç duyacağı o IQ, İQ, SQ sunda ciddi anlamda bir bozulma söz konusu oluyor.
Çocuğun hayatla baş edebilmek için ihtiyaç duyduğu tabiri caiz ise o silahları elinden alıyoruz. Onları tutuk hale getirmiş, dumura uğratmış oluyoruz. O açıdan anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını muhafaza etmektir.
Gerek seküler (dini temele dayanmayan) gerek dine dayanan hukuk sistemleri özellikle beş şeyi korumayı esas almıştır. Nedir bu beş şey?

-Aklı korumayı esas almıştır. Onun için insanın aklına zarar verebilecek uyuşturcu, alkol vb. şeyler hiçbir hukuk sisteminde serbest bırakılmamıştır.

-Malın korunması. Çünkü insanın hayatını idame ettirebilmesi için bir miktar mala ihtiyaç vardır. Mal canın yongasıdır demişler.

-Canın korunması . Yani o insanın fiziksel bütünlüğünün korunması önemlidir buna yönelik kanunlar konulmuştur.

-Nesli korumak. Onun için nüfus müdürlükleri ihdas edilmiş, kişinin soy bağı orada en ince ayrıntısına kadar işlenmiştir.

-Dini korumak. Vicdan ve din özgürlüğü bütün kanunlarda dini temele dayansın veya dayanmasın hepsinde koruma altına alınmıştır.Baktığımızda bunlar aslında bir şeyi koruyor , o da FITRAT dır. 

Akıl bozuldu mu fıtrat bozuluyor. Kişi vicdan ve din özgünlüğüne sahip olamadı mı fıtrat bozuluyor. Fıtratı en ziyade koruyan şey dindir. Mal gittiğinde fıtrat bozuluyor. Kişi yeterli beslenemediği zaman, barınamadığı zaman, fizyolojik dengesini oluşturabilecek ortamı bulamadığı zaman da fıtrat bozuluyor. Aynı şekilde nesil de çok önemli. 
Kişinin kendi anne-babasıyla birlikte bulunması, hayata onların yanında hazırlanması da son derece önemlidir.Fıtratı koruyan esas korunaklı yapı ailedir. Aile bozulduğu zaman fıtrat da yıkıma uğramaya başlıyor. Üst beyinde IQ, İQ. SQ da ciddi anlamda sorunlar olmaya başlıyor.Bu konuda yapılmış ciddi araştırmalar var. Mesela anne sevgisi yeterince alamamış, babasıyla yeterince temas kuramamış, huzurlu bir aile ortamında büyüyememiş çocukların bu üç zeka türünde ciddi anlamda sıkıntılar olduğunu gösteren çok ciddi araştırmalar var.Bilişsel zekaları bir kere olumsuz etkileniyor. Dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, odaklanma gibi problemleri olabiliyor. Duygusal zekaları ciddi anlamda zarar görmeye başlıyor. Diyelim ki duygusal zekanın bir alt versiyonu olan sanatsal zekası varsa bu dumura uğruyor. Sosyal zekası varsa bu dumura uğruyor çocuk sosyalleşemiyor. Yine aynı şekilde ruhsal zeka, bizim kültürümüzdeki karşılığıyla vicdan. Vicdani melekeleri zarar görüyor. Neden? Çünkü güvenlik problemi yaşayan bireylerin ruhsal zekaları gelişemiyor. Kişi karnını doyuramamış, kişi kendisini güvende hissedememiş, kişinin fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları karşılanamamışken o insanın dini düşünebilmesi, akli ve vicdani melekelerin gelişmesi son derece zordur.
Sağlıklı bir aile yapısı fıtratı koruma açısından son derece önemlidir. Sağlıklı bir aile yapısına sahip olmadığımız zaman ne gibi problemler ortaya çıkar. Kısaca ona değinelim.Mesela bugün aile yapısının ziyadesiyle bozulduğu, yıkıma uğradığı, zafiyet gösterdiği yer batı. Bugün bu aile yapısının bozulmasıyla evlenme oranları çok ciddi oranlarda azaldı. Evlenme yaşı erkeklerden 34-35 kadınlarda, 31-32 ler de geziniyor. Buna bağlı olarak doğurganlık oranı ciddi miktarlarda düşmüş vaziyette. Evlenen çiftelerin büyük bir çoğunluğu çocuk yapmıyor, yapanlar 1 çocukla yetiniyor. Nüfusun artış hızı 2 lerde. İrlanda, italya gibi ülkelerde 1 in altına düşmüş vaziyette. Nüfus hızlı bir şekilde yaşlanıyor.
Bir de Babasız çocuklar problemi var. Çok önemli bir problem. İngiltere de bugün çocukların %56 sı kendi öz babaları tarafından yetiştirilmiyor. Babasız çocuklar problemi özellikle erkek çocuklarda eşcinselliğin çok ciddi bir şekilde artması sonucunu beraberinde getirmiş vaziyette. Yine İngiltere de her 100 erkekten 8 inde eşcinsellik probleminin olduğundan bahis ediliyor. İşte bu babasız yetişme, çocuğun kendi babasıyla etkileşim içerisinde bulunamamasından ileri geliyor.Yine İngiltere de evli her 10 erkekten 8 i, her 10 kadından ise 4 ünün eşini aldattığını söylüyor . işte bu da neslin bozulmasına sebep olan en önemli faktörlerden birisidir. Diğer bir deyişle aile yapısı bozuldu. Aile yapısı bozulunca da fıtrat bozuldu.Bugün batı dünyada intiharın en yüksek olduğu, uyuşturucu ve alkol kullanımının en yüksek olduğu ülkeler kategorisinde. Ne oldu fıtrat bozuldu.Ve bakıyoruz dini duygular son derece zayıflamış vaziyette. Kendisini ateist olarak tanımlayan insanların, toplam nüfusa oranı %80 lere hatta bazı ülkelerde özellikle baltık ülkelerinde Estonya, Letonya vb. gibi % 90 lara ulaşmış vaziyette.

14 Ocak 2014 Salı

KORKU VE PANİK


Hepimizin günlük hayatında kimi zaman yoğun, kimi zamanda hafif hissettiğimiz fakat farkında olmasak da kişiliğimizin işleyişinde, duygularımızın ve davranışlarımızın oluşum sürecinde son derece belirleyici bir duygudur.
Korku esasında bir alarm duygusudur. Herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızda o tehlike ile baş edebilmek, eğer baş etmek mümkün değilse o tehlikeden uzak kalmamızı sağlayıcı bir duygudur.
Kim karar veriyor karşı karşıya kaldığımız durumun bizim açımızdan tehlikeli olup olmadığına? Korteks diye adlandırılan, beynimizin yüzeyini kaplayan, nöronlar açısından son derece zengin olan aklın ve vicdanın üzerinde çalıştığı, bilinçli zihin, irade olarak da adlandırdığımız üst beyin mi karar veriyor? Yoksa daha ilkel, nöronlar açısından biraz daha zayıf, zekâ yaşı 9-10 olan, erişimimizin daha az olduğu alt beyin mi karar veriyor bu durumun bizim açımızdan tehlikeli olup olmadığına? Korku bir duyguysa ki güçlü bir duygudur. Duygular beynimizin alt kısmı tarafından, yani hayvan beyni tarafından oluşturulur. Evet içinde bulunduğumuz o durumun bizim açımızdan tehlikeli olup olmadığına alt beynimiz karar veriyor. Alt beynimizde nasıl karar veriyor? Geçmişteki yaşantılardan hareketle karar veriyor. Fakat bu deneyimler sınırlı deneyimler. Geçmiş derken de yakın geçmişten değil çocukluk döneminden bahsediyoruz. Geçmişteki yaşantılardan hareketle olayı anlamlandırıyor. Eğer tehlikeli olduğuna hükmetmişse ki bunu saniyenin onda biri kadarki zamanda yapıyor, hemen uygulamaya geçiyor. Böylesine başıbozuk, böylesine terbiyeden yoksun bir yapı, kontrol edilmesi gereken bir yapı. Terbiye edilmediği takdirde alıp bizi hiç istemediğimiz yerlere sürükleme potansiyeline sahip bir yapı. Ne yapıyor? Düğmeye basıyor tehlikeyle karşılaştığımızda o durumdan uzak kalmamız için.
İçimize yerleştirilmiş bir sistemi tetikliyor.  Sempatik Sinir Sistemi. Bunu ne yapıyor. Böbrek üstü bezlerinden salgılanan adrenalinle aracılığıyla yapıyor. Adrenalin kana karıştığı andan itibaren bütün bedenimizi kaçmaya hazırlıyor. Çünkü bir tehlikeyle karşı karşıyayızdır. Bu tehlikeden bir an önce kaçmak durumundayız. Ne demişler  “kaçanın anası ağlamamış.”
Buna kim karar veriyor?
-Buna alt beynimiz karar veriyor.
 Adrenalin hormonu algılandığında neler oluyor, kaslarımız gerginleşiyor, iç organlarımızdaki kan kaslarımıza hücum ediyor
Niçin?
-Biraz sonra kaçacağız ya, kaçarken kaslarımızı kullanacağız. Beynimize gitmiyor, çünkü aklımızı kullanmayacağız, kaslarımızı kullanacağımız için kaslarımıza gidiyor. Dolayısıyla kanı yoğun olarak kullandığımız iç organlarımızın,  özelliklede sindirim sistemimizin faaliyetleri durma noktasına geliyor. Işı ve ışık duyarlılığımız artıyor. Zihinsel faaliyetlerimiz neredeyse durma noktasına geliyor, başka bir şey düşünemez hale geliyoruz. Ve bütün bunlar bedenimizde gerçekleşiyor, bunlar bizim dışımızda bize rağmen oluyor. Buna sadece alt beynimiz karar veriyor.
Eğer kişi bir anda ortaya çıkan bu durumu anlayamaz ise paniğe kapılıyor. Beyin kanaması geçirdiğini , kalp krizi vs. geçirdiğini zannediyor. Kişi o anda bu durumunun ne olduğunu doğru anlayamaz, anlamlandıramaz ise ve paniğe kapılırsa biz bu durumu PANİK ATAK olarak adlandırıyoruz.
ATAK, aniden, herhangi bir uyarıcı olmadan ortaya çıkan korku durumudur. Kişinin esnada paniğe kapılmasına da PANİK ATAK diyoruz.
Biz bu insana yaşadıklarının tamamen psikolojik bir süreç, alt beynin yanlış alarmı harekete geçirmesi sonucu oluşan bir durum olduğunu anlatıyoruz.  Bu durumu yaşayanlardan bir kısmı bunun bir psikolojik sorun olduğunu biliyor, kabul ediyor atağı yaşıyor, fakat paniğe kapılmıyor. Zaten paniğe kapılmadığı zaman o kurku hali yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Otonom sinir sistemi kişinin sakin kalması sonucunda, bunun yanlış bir alarm olduğuna hükmediyor ve yavaş yavaş alarmı devreden çıkartıyor.  Böbrek üstü bezlerimizden salgılanan kimyasallar, kanımıza karışan adrenalini etkisiz hale getiriyor ve kişi kısa bir sürede normale dönüyor.
Fakat kişi o esnada paniğe kapılmış, kontrolü kaybetmiş ise parasempatik sinir sistemi olarak tanımladığımız, o dengeleme merkezi devreye giremiyor ve kişi o korku haline saatlerce devam edebiliyor. İşte bütün bu süreçleri başlatan alt beynimizde yer alan bizim kontrolümüz dışında çalışan amigdala adını verdiğimiz yapı.
Arada sırada korku, tedirginlik yaşıyorum, esasın da korkulacak, tedirgin olacak bir şey olmadığını ben biliyorum ama bunu benliğimde yaşamayı alı koyamıyorum diyebilirsiniz. Hepimiz günlük hayatımızda bunu zaman zaman yaşayabiliriz.
İçinde bulunduğumuz o durum bir şekilde alt beynimizde bir çağrışım etkisi meydana getiriyor. Geçmişte yaşadığımız bir durumla eşleştiriliyor, reel bir tehlike olmadığı halde alt beynimiz alarma basıyor.
 İşte böylesi bir durumda sükûnetimizi koruduğumuz takdirde kısa bir süre içerisinde o alarmı devreden çıkartacak, dengeleyici sistem olan parasempatik sinir sistemi devreye girecek ve kişi normale dönecektir. Fakat bazı durumlarda kişi korkuyu bu kadar yoğun yaşamıyor. Daha düşük seviyede yaşıyor. Buna da biz KAYGI HALİ diyoruz. Adrenalin seviyesi yüksek olmuyor. Fakat yine de içimizde bir huzursuzluk, gerilim hissediyoruz. Adrenalin seviyesi çok yüksek olmadığı için onu dengeleyecek sistem devreye girmiyor. Bu hal, saatlerle sınırlı kalmıyor, günlerle, haftalarla, aylarca  hatta yıllara yayılabiliyor. Buna da biz YAYGIN KAYGI BOZUKLUĞU diyoruz.
Kişi bu hali sürekli olarak hissediyor ve bunun getirmiş olduğu ikincil etkileri yaşamaya başlıyor. Baş dönmesi, göz kararması, derin nefes alma ihtiyacı, içinden bir şey çekiliyormuş hissi, kollarında bacaklarında halsizlik, dizlerinde dermansızlık hissetmeye başlıyor. Bütün bunlar yaygın kaygı bozukluğunun düşük yoğunluklu ama genel anlamda yaşanması hissi. Bütün bunlar hep o alt beynin altından çıkıyor.
Peki bu problemleri nasıl çözeceğiz, alt beynimizi nasıl düzenleyip, yöneteceğiz?
İşte bu sorulara ileriki günlerde cevaplar bulacağız.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

9 Ocak 2014 Perşembe

KAÇINMACI VE YAKLAŞIMCI KİŞİLİK


Hayatın içerisinde hep bir yere doğru hareket halindeyiz. Baktığımız da kâinatta canlı ve cansız bütün varlıkların hareket halinde olduğunu görüyoruz. Bir yerden geliyoruz ve bir yere doğru gidiyoruz. İnsanlara baktığımızda da öyle olduğunu görüyoruz. En küçük bireyden, en yaşlı bireye kadar herkes bir yönelim halindedir. Bu yönelim bir yerden başlıyor ve bir yere doğru gidiyor. Bizi ilgilendiren, bu yönelim bir şeyi elde etmeye yönelik mi? Yoksa bir şeyden kaçınmaya mı yönelik?
Bu neden önemlidir? Çünkü bazı insanlar kaçınmacı kişiliktedir. Onlar için acıdan, sorunlardan ve problem oluşturacak şeylerden uzak kalmaktır esas olan. Bazı insanlar ise yakınlaşmacıdır. Onlar için ödüle, hazza ulaşmaktır.
Birincisi cezadan çekinmektedir, ikincisi ödülü arzular. Birincisinde çekinme baskın, ikincisinde arzular istekler. Öğrencilik yıllarımızı hatırlayalım. Öğretmen sınıfa geldi. Bir elinde sopa ve bir elinde hediye paketi var. Öğrencilere eğer dersi öğrenirseniz sizlere hediye, öğrenemez iseniz sopa var. Hangisi sizin dikkatinizi çeker? Hocanın elinde ne vardı diye sorulduğunda öncelikli olarak sopayı söylerdiniz, yoksa hediye paketini mi?
Hocam benim sopa dikkatimi çekerdi. Acaba vurduğunda çok canım yanar mı? Kaç alırsam hoca bana vurmaz acaba diye düşünüyorsanız eğer kaçınmacı bir kişilik yapınız var demektir.
Hocam benim dikkatimi hediye paketi çekerdi. İçinde ne var acaba? Hediye paketini alabilmek için hangi notu almam gerekiyor? Nasıl bir öğrenci olmam gerekiyor? Diyorsanız eğer sizin yakınlaşmacı bir kişiliğiniz vardır.
Gerek kendimizi, gerekse çevremizdeki insanları motive edebilmemiz için bu bilgileri bilmemiz önemlidir. Özellikle anne-baba isek, Çocuklarımızı hangi yöne olan eğilimini bilmemiz gerekiyor. Onlar için ödül mü daha önemli yoksa cezadan kaçınmak mı?
Beynimizin orta alt bölümünde Amigdala dediğimiz bir yapı var. Bizim güvenlik bölgemiz. Aynı zamanda duygularımızın da oluşumu sağlayan limbik sistemimizin de bir parçası. Amigdala bir yandan bizim güvenlik bölgemizin oluşumunda etkili olduğu gibi aynı zamanda duygularımızın oluşumunda da önemli rol oynayan bir unsur.
Amigdalanın asıl vazifesi acıdan kaçınmak ve hazza ulaşmaktır. Acıdan kaçınmak amigdalamız bu güvenlik bölgemiz için neden bu kadar önemlidir? Çünkü acı verici şeyler varlığımızı tehdit eder. Amigdala nın görevi de varlığımızı korumak, güvenliğimizi sağlamaktı. Dolayısıyla acı söz konusu olduğunda amigdala devreye girer. Böbrek üstü bezlerimizden adrenalin veya nöro adrenalin salgılar. Bunlar tamamen bilinç dışı gerçekleşen olaylardır. Biz o esnada belki radyo dinliyoruz, kitap okuyoruz, yemek yiyoruz veya işimizde gücümüzdeyiz. Fakat bir şekilde dış dünyadan gelen uyarıcılar, iç dünyamızda, kişiliğimizin o derin yapısında biz farkında olmadığımız bir etkiyi meydana getiriyor.
İşte o amigdala için acı mı önemli yoksa hazmı daha önemli? Haz neden bu kadar önemlidir? Çünkü varlığımızı devam ettirebilmemiz için karşılamamız gereken fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik ihtiyaçlarımız vardır. Bu ihtiyaçlarımız karşılanmadığı takdirde varlığımızı devam ettirebilmemiz mümkün değildir. Nedir bu ihtiyaçlar? Yemek, içmek, barınmak, örtünmek vb ihtiyaçlar. Psikolojik ihtiyaçlarımız da takdir edilmek, sevilmek, onaylanmak, kabul görmek. Sosyal ihtiyaçlarımız, insanlarla etkileşim içinde olmak, saygı görmek vb.
Bu ihtiyaçların karşılanmaması kişide hemostasis olarak tabir ettiğimiz o kararlılık halini, denge halini bozar. O denge halinin bozulmasını istemiyor.
O iç dengenin sağlanmasından birinci dereceden mesul olan yapı bu amigdala dır. Ona yönelik herhangi bir tehdit söz konusu olduğunda amigdala devreye girer. Diğer bir deyişle strese gireriz. Kimyamız değişir, halimiz değişir, kişiliğimizin işleyişi değişir.
Acaba amigdalamız varlığımızı tehdit eden saldırılara mı daha duyarlı? Yoksa varlığımızı devam ettirebilmemiz için gerekli ihtiyaçlarımızı karşılamamız hususunda mı daha duyarlı? Eğer amigdalamız gerekli ihtiyaçlarımızın karşılanması daha önemliyse, hazza ulaşmamız daha öncelikli ise buna biz Yakınlaşmacı kişilik yapısı diyoruz. Hayır, acıdan kaçınmak daha belirleyici ise amigdala bu konuda daha duyarlı ise buna da Kaçınmacı kişilik yapısı diyoruz.
Karar verme sürecinde karar verme mekanizması Corteks dir. Beynimizdeki var olan nöronların 3/2 si burada bulunur. Düşünceler burada oluşur, kararlar burada alınır.
Corteksimizin ideal karar verebilecek seviyeye gelmesi için ortalama 6 saniyeye ihtiyaç vardır. Korteks Kişiden kişiye değişmekle beraber ortalama 6. Saniyede verir kararları.
Duygularımız ise Sup Corteks te yani alt beyinde oluşuyor. Duygularımız ise ortalama 1 saniyede ortaya çıkıyor. Duygularımız düşüncelerimizden daha önce oluşuyor.
Duyguların oluşumunda son derece önemli olan yapı limbik sistemdir. Bir karar verme ile karşı karşıya geldiğimizde, amigdalamız durumu değerlendiriyor ve kararlarımıza etki ediyor.
Şimdi dönüp kendimize bir bakalım. Hayatta verdiğimiz kararlar daha ziyade bir şeyleri elde etmeye mi yönelik? Yoksa korktuğumuz, kaçındığımız bir şeylerden uzaklaşmaya, onlardan kendimizi güvene almaya mı yönelik? Yani sopa mı bizim dikkatimizi daha çok çekiyor, yoksa hediye mi? Ödül mü bizim için daha önemli, yoksa ceza mı daha belirleyici? Cenneti mi daha çok arzuluyoruz, yoksa cehennemden mi korkuyoruz?
Peki, bunlardan hangisi daha iyi? Elbette her konuda olduğu gibi bu konuda da orta yol, itidaldir asıl olan. Yani, korku ile ümit arasında olmak. Bir yandan bir şeyleri istiyor, arzuluyor iken, söz konusu olabilecek riskleri göz önünde bulundurmalıyız. Eğer bir kişide var olan bu özellikler aşırıya gittiğinde kişi hayatı siyah-beyaz olarak görmeye başlıyor. Ve kişi bir şeyi çok arzuluyor ise, yani yakınlaşmacı kişilik özelliği kişi de çok ileri boyutlara ulaşmış ise o kişi elde etmek istediği şeyi ulaşma sürecinde, karşılaşabileceği olası sorunları, tehlikeleri, riskleri göz ardı eder. Artık düşündüğü tek bir şey vardır oda ödüle ulaşmaktır. Ödüle ulaşma sürecindeki tehlikeleri, riskleri göz önüne almaz. Ödüle ulaşır. Fakat ödüle ulaşma sürecindeki kayıpları o kadar fazladır ki elde ettiği ödül, kayıplarını karşılamaya bile yetmez. Yakınlaşmacı özelliği aşırıya gitmişse böyle bir problem oluşur.
Benzer bir durum uzaklaşmacı yönleri aşırıya gitmiş kişiler için de geçerlidir. Kişi için tek önem verdiği bir husus vardır; Kendisi için sorun oluşturabilecek durumlardan uzak durmak. Tek belirleyici budur. Diğer bir deyişle o insanın hayatına korku hükmeder. Öncelikli olan korktuğu, çekindiği durumlardan uzak kalmaktır ve bu süreçte elde edebileceği birçok kazanımdan yoksun kalır, risk alamaz. Kendisi için güvenli bir alana kendini hapis eder. Dolayısıyla biz her iki kişilik özelliğinin dengede olmasını öngörüyoruz. İtidal orta yol budur. Bunlar hiçbir zaman eşit olmaz. Neden? Bunlardan hangisinin daha belirleyici olduğunu biz belirlemiyoruz, bunu belirleyen genetik yapımız. Buna bağlı olarak anne- baba tutumları, yaşantılar, öğretmen, arkadaş, mahalle gibi çevresel koşullar ve hayatın belli bir aşamasından sonra artık bizim yapmış olduğumuz tercihler. Hangisinin daha baskın daha belirleyici olmasında etkindir.
Bir yönümüz ağır bassa bile diğer yönümüzü de göz ardı etmemeliyiz işte o zaman daha sağlıklı daha fabrika ayarlarında bir kişilik ortaya çıkıyor. İnsanın kendini tanıması kendini tanıması bu yüzden önemlidir. Aksi takdirde bilmediğimiz bir şeyi yönetemiyoruz. Eğer yakınlaşmacı bir halimiz varsa ve bu aşırıya gitmişse bu o zaman karar alma süreçlerine yansıyor. Biz esasında hayatın içerisinde elde edebileceğimiz birçok kazanımdan mahrum kalıyoruz. Birçok fırsatı barındırdığı risklerden dolayı elimizin tersiyle itiyoruz. Ondan sonrada diyoruz ki; bende bir kısmetsizlik var, bir nasipsizlik var, işlerim bir türlü yolunda gitmiyor neden böyle?
Neden mi?
Sorunu ve çözümü içeride aramalıyız. Hayatın içerisinde bir sorunla karşı karşıya kaldığımızda, o sorunun öncelikli olarak bizdeki kaynaklarını tespit etmeliyiz. Kesinlikle öncelikli olarak bizden kaynaklıdır.
Çevresel faktörlerin hiç mi etkisi yok?
Elbette ki etkisi var. Öncelikli olarak bizden kaynaklı faktörleri tespit edeceğiz, sonra da o çevresel faktörleri tespit edeceğiz. Ancak ondan sonra o düzeltmeyi yapıp, yolumuza daha sağlıklı devam edebiliriz. Yoksa o kaçınmacı kişiliğimizin baskın olması, yakınlaşmacı kişiliğimizin zayıflaması sebebiyle hep geri durma gibi bir durum ortaya çıkar.

                                                  Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

7 Ocak 2014 Salı

DUYGULAR NASIL OLUŞUR?

Beynimizde duyguların oluştuğu bölge daha ilkel, nöronlar açısından daha zayıf olan ve bizim kontrolümüzün daha sınırlı olduğu alt beyindir. Alt beyine olan erişimimiz daha sınırlı olduğu için duygularımızı kontrol etme konusunda, düşüncelerimizi yönetme hususunda başarılı olduğumuz gibi başarılı değilizdir.
Eğer içinde bulunduğumuz duruma bağlı olarak bir duygu durumu açığa çıkmışsa bu duygu bir eşiğin üzerinde ise bizim o duyguyu kontrol edebilmemiz güçtür. Duygu bizim istemimiz dışında hormonlar aracılığıyla tüm vücudumuza, benliğimize yansıtılır.
Söz konusu düşünceler olduğunda işimiz biraz daha kolaylaşır. Çünkü düşünceler üst beyinde oluşur ve alt beyine kıyasla üst beyini kontrolümüz biraz daha güçlüdür. Dolayısıyla düşüncelerimizi daha kolay kontrol edebiliyoruz. Peki duygularımızın oluştuğu alt beyine ulaşımımızın kısıtlı olması, duygularımızın istemediğimiz bir şekilde tezahür edeceği anlamına mı geliyor? Elbette ki; hayır. Direk olarak o duygularımızı kontrol edemesek bile endirek olarak duygularımızı yönetebilmek mümkün.
Fakat bu düşüncelerimizi yönetmek, sevk etmek, idare etmek kadar kolay bir süreç değildir. Biraz çaba sarf etmek gerekir.
Alt beynimiz karşı karşıya kaldığı durumu anlamlandırma sürecinde büyük ölçüde geçmişteki yaşantılardan faydalanır. Diyelim ki önüne yoğurt koyduk. Kişi o yoğurdu yemeden önce , beynimizde amigdala adını verdiğimiz güvenlik bölgemiz hemen bir güvenlik taramasından geçirir. Karşı karşıya kaldığımız şey güvenli mi değil mi? Güvenlik kontrolü sürecinde alt beyin üst beyine danışmaz. Yoğurtla ilgili sahip olduğumuz dini veya bilimsel bilgiler bir fayda vermez. Alt beynimiz geçmişi tarar ve yoğurtla ilgili yaşanmışlıkları tespit eder. Eğer geçmişteki yaşantılarda sütten ağzı yanmışsa  süt ve süt ürünleri tehlikelidir gibi bir yargı çıkar. İşte bu yargılara biz önyargı diyoruz. Tabiki bu süreç saniyenin onda biri içinde gerçekleşiyor.
Beynimiz, geçmişte yaşadığımız özelliklede çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemlerinde yaşadığımız deneyimlerden ulaşmış olduğu çıkarımlarla doludur. Ki bu çıkarımların çoğu gerçekle bağdaşmayan, yanlış çıkarımlardir bunlara önyargı diyoruz. Bunlar hayatı anlamlandırma sürecinde özellikle de duyguların oluşumu sürecinde alt beynimizin olayları nasıl değerlendireceği konusunda belirleyici unsurlardır.
Üst beyin farklı çalışır,  onun yoğurda bakışı farklıdır. Çünkü o bilimsel verilerden faydalanır, eğitim almıştır, dinin verilerini dikkate alır ve neticede yoğurdun faydalı bir ürün olduğunu söyler. Ancak alt beyin ben yaşadığımı bilirim kardeşim der ve o yaşantılardan hareketle oluşturduğu o yargıyı esas alarak duyguyu oluşturur. Anlaşıldığı üzere üst beyinden, akıldan, vicdandan bağımsız hareket eden bir süreçtir.
Neticede Alt beyin  yoğurdun üflenerek yenmesi gerektiğini söyler fakat biz biliyoruz ki aslında yoğurdu şimdi dolaptan çıkardık ve o soğuk. Üst beyinin bütün telkinlerine rağmen alt beyin geçmişten hareketle yoğurdun üflenerek yenmesi gerektiğini söylerr.
Üflemeden maksat aslında yoğurdu soğutmak değil içimizi soğutmaktır. Biz biliyoruz soğuk olduğunu, kendimiz aldık yoğurdu dolaptan. Ama gel de bunu içine anlat. Bu bir süt ürünü ve benim daha önceden sütten ağzım yanmıştı sen bunu üfleyeceksin. İşte biz bu davranışlara kompüsyon (zorlantılı davranış) diyoruz.
Farkında değiliz ama hayatın içerisinde sergilediğimiz, artık otomatikleşmiş alışkanlık haline gelmiş davranışlarımızın ki davranışlarımız kişiliklerimizi oluşturur. Kişiliğimiz bu davranışlarımızın toplamıdır adeta. Büyük ölçüde alt beynimizin etkisiyle, zorlamasıyla açığa çıkan ortaya koyduğumuz zorlantılı davranışlardan oluşmaktadır.
Bu zorlantılı davranışlar daha ziyade obsesif olarak tanımladığımız takıntılı insanlarda daha belirgindir. Fakat normal insanlarda da bu zorlantılı davranışların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Bu bilgileri öğrendiğimde ben çok şaşırmıştım.
Çünkü biz zannediyoruz ki biz kendimizin mutlak hakimiyiz, son sözü irade söyler, ne istersek onu yaparız. Halbuki bilimsel gerçekler sürecin hiç te böyle işlemediğini ortaya koyuyor. Ama daha da tehlikelisi biz bunların farkında değiliz.
Büyük ölçüde İrademizin dışında, otomatikleşmiş, erişimimizin daha az olduğu, kontrolümüzün daha az olduğu, daha reaktif, içsel ve çevresel faktörlerin etkisiyle hareket eden, büyük ölçüde geçmiş yaşantıların etkisi altında olan bir yapıdan (alt beyin) hareketle ortaya çıkıyor duygular. Duygu açığa çıkmakla kalmıyor davranışa dönüşme eğilimi gösteriyor.
İşte biz; bizim kontrolümüz dışında gelişen duyguların ve bu duyguların etkisiyle sergilediğimiz davranışların bir toplamıyız.
Kişilik dediğimiz şey; bunların toplamı.
Şimdi kendimize soralım; kişiliğimizin bu duyguların, bu davranışların ne kadarı bize ait?
Ne kadarı gerçekten kritik edilerek, elekten geçirilerek, sorgulanarak oluşturulmuş?
Bu duygular ve bu duyguların etkisiyle oluşturulmuş davranışların ne kadarı akıl süzgecinden geçirilmiş?
Bu soruları kendimize sormak durumundayız.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu