29 Ocak 2014 Çarşamba
EMPATİ VE AYNA NÖRONLAR
BİZİM VE O'NUN PLANLARI
Eğer hayatımızın herhangi bir alanında bir tıkanıklık varsa, bütün çabalarımıza rağmen içsel ve çevresel kaynaklarımızı hayata geçirmemize rağmen o tıkanıklığı aşamıyorsak o yol bize kapalı demektir. Orayı çok fazla zorlamamalıyız. Çözemediğimiz bir problem varsa aşamıyorsak eğer o problemin bize ve çevreye olan etkilerini asgari düzeye indirmeye yönelik gerekli tedbirleri almamız gerekir. Bu şekilde bu süreci yönetmiş oluyoruz.
Eğer bir işte çok fazla zorlanıyorsak muhtemelen girmememiz gereken bir yola girmişiz demektir. Yapmamamız gereken bir şeyi yapıyoruz demektir. Çünkü Mevla nın avdeti bu yönde değildir. O genellikle kolaylaştırma eylemi içerisindedir. Evet iş zordur ama o kolaylaştırılıyordur.
Çünkü hepimizin sınırlı kaynakları var, sınırlı enerjisi var, sınırlı bir zamanı var. Bu sınırlı olan kaynaklarımızı doğru kullanabilmek, açığa düşmemek çok önemlidir. Zira hazıra dağ dayanmaz. Hayata bu şekilde baktığımız zaman hayatın üzerimizdeki yükü hafifliyor. Önemli olan şey doğru hedefler belirleyebilmek. Doğru amaçlar doğrultusunda gidebilmek. Mevla’nın planı doğrultusunda gidebilmektir. Problemlerimiz nelerden kaynaklanıyor? Genellikle hedeflerimizi doğru belirleyemiyoruz. Planlarımızı Mevla’nın planlarıyla eşgüdümlü yapamıyoruz. O’ nun bizim için yaptığı planlar doğrultusunda yapmıyoruz planlarımızı. Planlarımızı Mevla’mızın planlarıyla senkronize edemiyoruz. Daha hızlı daha aceleci davranabiliyoruz. O nun bizim için belirlemiş olduğu zamana riayet etmeyip daha erken olması için acele ediyoruz. Ve planlarımızın zamanını doğru yapamıyoruz. O zaman Mevla’nın vermiş olduğu o kaynaklar yetersiz geliyor. Esasında bu içsel ve çevresel kaynaklarımızın yetersizliğinden kaynaklanmıyor. Bu o sorunun çok büyük ve çözülmez olmasından kaynaklanmıyor. Bu hedeflerimizin fazlasıyla uç, ileri olmasından, planlarımızın gerçekçi olmayışından kaynaklanıyor.
O zaman bu iş olmuyor deyip ümitsizliğe kapılmak, hayal kırıklığına düşmek yerine hedeflerimizi optimize etmek, planlarımızı realize etmek çok daha sağlıklı, çok daha mantıklı olacaktır. O zaman sahip olduğumuz içsel ve çevresel kaynakların o hedeflere ulaşabilmek, o planı hayata geçirebilmek için yeterli olduğunu göreceğiz.
O zaman biz kaynaklarımızı ki; bize kaynaklarımızı O bahşetmiştir ve kendi planını hayata geçirmek üzere bahşetmiştir. Bizimle ilgili hedeflerine yönelmemiz için bahşetmiştir. O zaman o kaynakları alternatif hedefler belirleyerek, alternatif planlar yaparak heder etmek yerine Mevla’nın bizim için belirlediği hedeflere yönelmek çok daha akıllıca olacaktır.
Bizler plan yapıyoruz ama durup bir düşünmemiz gerekiyor acaba Mevla’nın bu konudaki planı nedir? O zaman Mevla’nın bizim için olan planını da dikkate alacağız. Mevla’nın bizim için olan planını nereden bileceğiz? Zuhurata bakacağız, oluşa bakacağız, karşımıza çıkarılana bakacağız. Her geceni Kadir bil. Her geleni Hızır bil. Söyleyene değil söyletene bakacağız. Demişler ya!
Sonuçta karşılaştığımız, yaşadığımız her şey kader planı doğrultusunda gerçekleşiyor. Ve onlar birer öncül onlar birer ipucu. Sonrasının nasıl geleceğiyle ilgili birer ipucu. O ipucunu doğru okuyabilmek , sonrası için doğru tahminlerde bulunabilmek, bunlardan hareketle doğru hedeflemeler yapabilmek çok önemlidir.
Bunu başaran insanlar hayatla uyumlu gidiyorlar. Hayatla eşgüdümlü gidiyorlar. Sahip oldukları içsel ve çevresel faktörleri verimli kullanıyorlar. Doğru hedefler yapıyorlar. Doğru adımlar atıyorlar. Kaygı seviyeleri daha düşük. Stres seviyeleri daha düşük. Daha kanaatkar, daha tevekkül, daha teslimiyetçi, olarak ilerlemiş olduklarını görüyoruz.
Dolayısıyla, formüle de edilmiştir “Hayır Allah’ın takdir ettiğindedir.” Bir başka tabirle “Olanda hayır vardır”. Denmiştir. Olana saygı gösteriyoruz. Hoşumuza gitmeyebilir, bizim planlarımızla uyuşmayabilir. O zaman planımızı hemen realiteyle eşgüdümlü hale getireceğiz.
Çünkü o istediğimiz şeyin olmayışı, istemediğimiz bir şeyin vuku bulması Mevla’nın bizi unuttuğu, bizi dışladığı, bizi kendi halimize terk ettiği anlamına gelmiyor. O nun bizimle ilgili programı var, cari işlemde fakat problem bizde, bizim hedeflerimizde. O zaman hemen planlarımızı revize edicez.
Bir karar almadan önce onun ekolojisine ve ergonomisine bakmamız gerekiyor. O kararımızdan dolayı çevremizde birileri zarar görmesin, incinmesin, üzülmesin, kırılmasın ve o kararımız bizlere de zarar vermesin. Eğer bir zarar mevcutsa o zararı bertaraf edecek tedbirleri alalım. Zararların telafisi mümkün değilse kararlarımızı gözden geçirmemiz gerekir. Çünkü alınan karar yanlış demektir.
Biz kullar karar verme böyle düşünüyor iken Mevla’nın olayın ekolojisini ve ergonomisini göz önünde bulundurmamasını düşünemeyiz elbette ki.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
28 Ocak 2014 Salı
PSİKOLOJİ ÇÖZÜM VADEDİYOR MU?
Bu durum içsel işleyişimiz konusunda bilgi birikimimizi arttırarak o süreçleri daha dikkatli yönetme zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.
Hayat boşluk kabul etmiyor. Bizim boş bıraktığımız alanları birileri doldurma çabası içerisinde. Dolayısıyla bizler o farkındalığımızı geliştirmek, içsel işleyişimize etki eden dahili ve harici faktörleri kavramak ve buralarda düzeltmeleri yapmak ve süreçleri yönetmek durumundayız.
Dolayısıyla Günümüzde kendini bilme ilmi olarak tanımladığımız psikoloji daha bir önem arz etmiş vaziyette. Bununla birlikte modern psikolojinin verileri ne yazık ki insan gerçeğini anlamak ve tanımlama konusunda henüz yeterli bilgi birikimine sahip değil. İnsanın bireysel ve sosyal hayatındaki sorunlarına kalıcı çözümler sunabilmiş değil.
Neden? Çünkü tek kanatlı bir kuş gibi, Pozitivist bir yaklaşımla meseleleri ele alıyor. Ölçemediği, gözlemleyemediği, laboratuvar ortamında inceleyemediği olguları dikkate almama eğiliminde.
Diğer bir değişle yaratanın insanla ilgili tanımlamalarını, ikazlarını dikkate almıyor. Ve şunun şurasında 50-100 yıllık sınırlı bilgi birikimiyle buz dağının görünen anlamaya, anlatmaya çalışıyor. Fakat bilimsel veriler git gide insan gerçeğinin zannettiğimizin aksine derinlikli bir yapı arz ettiğini ortaya koyuyor. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçekler, yine bilimin verileriyle yer ile yeksan oluyor.
Çözüm, bilimsel verileri vahyin bilgileriyle harmanlayarak kevni ve kelami prensipleri bir araya getirmektir. Bu bilgi insanlığın bireysel ve toplumsal sorunlarına çözüm üretebilme potansiyelini de taşıyacaktır.
ZİHİN HARİTALARIMIZ
26 Ocak 2014 Pazar
İLİŞKİLERİ YÖNETMEK
Kişilerarası ilişkilerde sorunlar olduğunda üst beynİmizin oluşturabileceği çok farklı çözümler vardır. Sahip olduğumuz o potansiyel, genetik yapımızın içine kodlanmış olan kaynaklarımız, gerekse de hayatın içerisinde almış olduğumuz eğitime bağlı olarak, yaşantılara bağlı olarak edinmiş olduğumuz o tecrübeler ise üst beynimiz tarafından kullanılır. Orada da akıl vardır. Akıl derken onu biraz somut hale getiriyoruz. Akılı üçe ayırıyoruz 1 – bilişsel zeka 2- duygusal zeka 3- Ruhsal zeka ( sağduyu, vicdan) akıl bu üç unsurdan oluşur.
İnsanoğlu, bu üç unsurdan meydana gelmiş olan aklı kullanarak hayatın içerisinde karşılaşmış olduğu sorunlara çözüm bulamaması olası değil. Zaten onun beynimizde varoluşunun sebebi de budur. Fakat gelin görün ki alt beyindeki güvenlik bölgesi alarma basıp duyguları açığa çıkardığı zaman, o duyguların etkisi altında iken üst beyin devreye giremiyor.
Bir kişiyi emara soktuğumuz bir durumla karşı karşıya kaldığında görüyoruz ki ilk olarak alt beyin devreye giriyor. Üst beyin alt beyinden 5-6 saniye sonra devreye girer. Ve üst beynin hareketi de alt beynin hareketi doğrultusunda gerçekleşiyor. O zaman alt beynimizi, yani duygularımızı devreden çıkartabilmenin yolunu bulmamız gerekiyor. Fakat o alt beynimiz uyarılmışsa tabiri caiz ise cin şişeden çıkmış ise o karşı karşıya kaldığımız her durumu ama her durumu bir güvenlik taramasından geçirir. Böyle çalışır alt beyin.
Yeni bir insanla karşılaştık veya daha önce tanıdığımız bir insanla karşılaştık hemen o insanla ilgili bir güvenlik taraması yapar. Acaba o insandan bize karşı herhangi bir müdahale, bir saldırı, bir engelleme, psikolojik veya sosyolojik varlığımıza yönelik bir tehdit olabilir mi? Düşüncesiyle bir analiz yapar. Büyük ölçüde bir arşiv taraması yapar. Tabiri caiz ise sabıka kaydı arar. Ve eğer bir şey bulmuş ise de hemen düğmeye basar ya adrenalin veya nöro adrenalin etkisi altına alır bizi. Şimdi güvenlik bölgemiz sürekli kişiler arası ilişkilerimize müdahil oluyor ise, sürekli olarak böyle bir yoğun duygusallık içerisinde isek, kaygı, endişe tedirginlik, korku, öfke, nefret duyguları altında isek çevremizdeki insanlarla olan sorunları çözmemiz çok da olası değildir.
O zaman ne yapacağız. Öncelikli olarak duygu durumumuzu bir düzenlemek durumundayız. İş buraya geldiğinde duygu durumumuzu düzenlemek hiç de kolay değildir.
Duygu durumuzu nasıl düzenleyeceğiz?
Güvenlik bölgemizin o anda devreye girmesini engelleyecek şekilde beynimizi programlamamız gerekiyor. Yada devreye girdi ise de onu devreden çıkartacak şekilde beynimizi programlamamız gerekiyor. Buradaki bakış açımız şudur; öncelikli o alarak o programın kodlarını bir oluşturmamız gerekiyor ondan sonra da o programı beynimize gireceğiz.
Öncelikli olarak bakış açımızı, yaklaşım biçimimizi bir oluşturmamız gerekiyor. Diyelim ki eşimizle ilgili bir problemimiz var. Herhangi bir karar verme süreci söz konusu olduğunda eşimiz bize danışmadan bir anda devreye giriyor ve o olsun, bu olsun diyerek bizi devreden çıkartarak müdahale de bulunuyor. Böylesi bir durum karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğiz. Erkek de olabilir bu sorunun muhatabı bayan da olabilir. Erkek se eğer erkeklik gururu ve onuruna daha da düşer. Çünkü erkek evin reisidir. O aileyle ilgili maddi ve manevi sorumluluklar onun omuzları üzerindedir. Dolayısıyla burada nihai kararı vermesi gereken kişi erkektir. Ama o anda kadın kendini kaptırıyor sürecin içerisine ve eşini dikkate almaksızın şu olsun bu olsun diye satıcıyla konuşuyor ve pazarlığı yapıyor. Adamcağız tabiri caiz ise kala kalıyor.
Bu durumda kişi ne yapacak? Normal şartlarda alt beynin 2 tepkisi olabilir burada. Erkek hemen müdahale eder bağırıp çağırarak burada ne oluyor biz bostan korkuluğu muyuz der. zaten alt beyin nöroadrenalin kana karışmış ise de yapmış olduğu mudahelenin eşine olan etkilerini , orada bulunan diğer insanlara etkilerini, kendisine olan etkilerini yaşamının daha sonraki evrelerine olan etkilerini göz önünde bulunduramaz. Tünel sendromu deriz biz buna. Yani bir tünele girmiş gibi sağını solunu göremez sadece bir hedefi vardır tünelden çıkmak. Bunu istemiyoruz. Ne yapacak sineye mi çekecek? O zaman koşullar elvermiyorsa güvenlik bölgesi devreye giriyor ve kaç kurtul diyor. Adam birden suskunlaşıyor, sorulan sorulara cevap vermiyor, olaydan kopuyor, kendini soyutluyor, bir kırgınlık, uzak durma yolunu seçmiş o zaman da anlıyoruz ki güvenlik bölgesi kaç kurtul tepkisini vermiş.
Şimdi böylesi bir durumda psikoloji nasıl bir çözüm sunar; bizim bu konuya verdiğimiz cevap şudur. Biz muhatabımızın bu tür davranışlarına müsaade ediyoruz. Evet müsaade ediyoruz. Lakin nasıl müsaade ediyoruz? Yönetmek kaydıyla ve şimdilik müsaade ediyoruz. Müsaade ederken kast ettiğimiz ne hali varsa görsün, ne yaparsan yapsın, ben karışmıyorum deyip süreçten kendimizi soyutlamak şeklinde müsaade değil. Çünkü bu müsaade değil, güvenlik bölgemizin kaç-kurtul tarzı bir yaklaşım olur. Bu sağlıklı değildir. Çünkü ortada bir problem var. O probleme çözüm oluşturmak gerekiyor. Fakat orası yeri ve zamanı değil. Orada bir şekilde o sorunu çözmeye yönelik bir müdahalede bulunduğumuz zaman, bu müdahalenin bu sefer istenmeyen ikinci etkiler, istenmeyen sonuçlar ortaya çıkması olasılığı yüksektir..
Dolayısıyla biz öncelikli olarak kriz yönetimi yapıyoruz, müsaade ediyoruz. Evet müsaade ediyoruz. Allah ın Resulü nün hayatına baktığımız zaman o nun da benzer yaklaşımlar sergilediklerini görüyoruz. Hz. Ömer Peygamberimizin yanına geldiğinde eşlerinin kendilerine saygısız tavırlar sergilediklerini görüyorlar ve müdahale etmek istediklerinde “Dur ya Ömer! Ben onların bu hallerinin daha fazlasına maruz kalırım da sesimi çıkarmam” diyor. Yani ne yapıyor müsaade ediyor.
O anda sabır ile muamele ediyor. Pasif bir sabır mıdır bu? Hayır aktif bir sabırdır. Yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz. Şimdilik müsaade ediyoruz. Çünkü genel anlamda böyle bir şeye müsaade edersek o zaman karşı tarafa senin yaptığın doğrudur, bu ve bu gibi durumlarda her seferinde bu şekilde davranabilirsin mesajı nı vermiş oluruz. Bu da muhatabımızın gemiyi azığa almasına neden olur. Daha da pervasızlaşmasına neden olur. Bu sorunu çözmediği gibi daha da büyümesine yol açar. Müdahale etsek kavga, tartışma çıkma olasılığı yüksektir. Yer ve zamanı değil çünkü o esnada çıkabilecek tartışmanın bir sürü olumsuz etkileri olabilecektir. O zaman şimdilik kaydıyla ve yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz.
Peki yönetmek derken yönetmekten kast ettiğimiz şey nedir? O sorunun ikincil sorunlara neden olacak tedbirleri almak ve o sorunun bize, muhatabımıza, çevreye ve içinde bulunduğumuz sürece olan etkisini asgari düzeye indirecek tedbirleri almaktır. Yönetmek derken ikincil sorunlara dönüşebilir. Orada Sessiz kalmamız kişinin orada insiyatif kullanması muhatabımızın bir başka durumda benzer şekilde insiyatif kullanmasına, daha önemli meselelerde bize rağmen insiyatif kullanmasına ve bu süreçten bizi tamamen dışlamasına neden olur. O zaman problem daha da büyüyor ve bu ikincil sorunlara yol açıyor. Derken ilişkilerde kopukluklar söz konusu olmaya başlıyor. Ortak paydalar azalmaya başlıyor. Eşler birbirinden uzaklaşıyor vs. işte buna da mahal vermemek gerekiyor. Tamam kavga etmemek gerekiyor ama öte yandan da problemin büyümesine mahal vermemek gerekiyor. Birde bu verilen kararların, alınan insiyatiflerin olumsuz etkileri vardır. Orada diyelim ki maddi bir karar veriliyor bunun ucu bize dokunacaktır. İşte buna benzer bazı tedbirler almak kaydıyla şimdilik buna müsaade ediyoruz. Bakış açımız, yaklaşımımız budur.
Bunu bilişsel zekamızı, duygusal zekamızı ve özellikle de ruhsal zekamızı (vicdanımızı) kullanarak buluyoruz. O anda bir tartışmaya girmeye ne ahlaki kurallar müsaade ediyor, ne de dini hükümler müsaade etmiyor.
Dolayısıyla bizler üst beynimizi aktif bir şekilde alt beynimizden bağımsız olduğu bir anda beyin fırtınası yapıyoruz. Şu anda ortada fol yok yumurta yok bizler düşünüyoruz. Böyle bir sorun söz konusu olduğunda nasıl bir strateji izleyeceğimizi belirliyoruz.
Neymiş stratejimiz; yönetmek kaydıyla ve şimdilik müsaade ediyoruz. Sıcağı sıcağına müdahalelerden mümkün mertebe kaçınıyoruz.
Eşlerimizle olan ilişkilerimizde, çocuklarımızla olan ilişkilerimizde, komşularımızla olan ilişkilerimizde ki stratejimiz budur.
Bunu “hattı müdafa yoktur sathı müdafa vardır şeklinde” formüle edebiliriz. Yani bir kırmızı çizgi çizip “kardeşim bu sınırı aşmayacaksın, aşarsan karşında beni bulursun, aşarsan aştırmam sana anında müdahale ederim” demeyeceğiz. O zaman gereksiz karşılaşmalar, tehlikeli karşılaşmalar söz konusu olabilir.
Kişiler arası ilişkilerde bu kadar keskin bu kadar belirgin sınırların olması ister istemez tehlikeli karşılaşmalara, sürtüşmelere neden olabiliyor. Bu gün eşler arasındaki problemlere baktığımız zaman, insanlar arasındaki problemlere baktığımız zaman sorunların ortaya çıkışındaki en önemli faktör sınırların çok kalın, geçirgen olmayan ve çok belirgin sınırlar şeklinde belirlenmiş olmasıdır.
En güzeli nedir? O sınırların mümkün olduğu kadar belirsiz hale getirmektir, tamamen kaldırmak değil. Bir sözde şöyle der “ komşunla iyi geçin ama bahçe duvarını kaldırma”. Yani insanlar yine sınırlarını bilecektir ama tutup ta oraya bir duvar örmenin de bir anlamı yoktur. Onun içinde hattı müdafa yoktur sathı müdafa vardır diyoruz. He, bir problem var karşımızdaki muhatap bazı hususlarda sınırı pek kestiremiyor o zaman sıcağı sıcağına müdahale etmek yerine tabiri caizse diplomasi ile meseleyi çözmektir asıl olan.
Bunu içimize nasıl anlatacağız? Şöyle bir hikaye vardır. Adamın bir tanesi kendini mısır zannediyormuş ve psikoloğa gitmiş bana yardım et tavuklar beni yiyecek demiş. Psikologda uğraşmış, allem etmiş kallem etmiş adamı mısır olmadığına ikna etmiş. Adam en sonunda tamam demiş doktora kabul ediyorum ben mısır değilim ama bunu tavuklara nasıl anlatacağız.
Evet biz bu stratejiyi belirledik. Müsaade edeceğiz yönetmek kaydıyla. Gel de bunu içine anlat. O sınır ihlali söz konusu olduğunda içimizdeki güvenlik bölgesinin devreye girmesine nasıl engel olacağız?
25 Ocak 2014 Cumartesi
FITRAT
Fıtrat genetik olarak bir insanın içine kodlanmış fizyolojik, psikolojik, sosyal özellikleri ihtiva eder.
Özellikle son dönemlerde genetik alandaki çalışmaların ilerlemesiyle beraber, genetik faktörlerin, DNA ların insanoğlunun sadece fizyolojik özelliklerinin oluşumunda ve işleyişinde değil aynı zamanda kişiliğinin oluşumunda ve kişiliğin işleyişinde son derece belirleyici olduğunu ortaya koymuştur.
Artık her şeyin bir geni var. Her hastalığın bir geni var. Psikolojik hastalıkların ortaya çıkışında da yine genetik faktörlerin zannedildiğinin çok çok ötesinde belirleyici olduğu da yine genetik alanda yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkıyor. İnsanoğlunun psikolojik özelliklerinin büyük ölçeği de genetik faktörlere dayanıyor olması o insanın bu doğuştan gelen özelliklerinin hayatın içerisinde, hayata uyum sağlayabilme, hayatın içerisinde var olabilme, engelleri aşabilme, karşısına çıkan fırsatları değerlendirebilme sürecinde onların muhafazasının son derece önemli olduğu görüşünü beraberinde getiriyor.
Diğer bir deyişle fıtratı muhafaza etmek çok ama çok önemlidir.
Neden çok önemli?
Çünkü bir insan kendisini bekleyen o hayatı yaşayabilmek için ihtiyaç duymuş olduğu kaynakların önemli bir bölümü nü o fıtratı diğer bir deyişle doğuştan gelen genetik özellikleri barındırmaktadır.
Bir insanın sorunlarla baş etme, sorunlara çözümler bulma ve bu çözümleri hayata geçirme sürecinde özellikle 3 tür zeka son derece önemli rol oynamaktadır. Bunlardan bir tanesi IQ ( ), ikincisi İQ ( ) üçüncüsü de SQ ( ). Bu üçüncüsü özellikle son dönemlerde çok konuşulmuş bir zeka türü.
Birincisi bilinçsel zeka, ikincisi duygusal zeka, üçüncüsü ise ruhsal zeka diğer bir değişle sağ duyu veya vicdan olarak da bahis ettiğimiz unsurlar. Bir insanın kişiliğinin işleyişinde özelliklede üst beyin de yerleşik korteks olarak tanımladığımız yönetim mekanizması olarak da altını çizdiğimiz o korteks te yerleşik olan bu üç zeka türü, diğer bir değişle zeka, yetenek ve vicdan son derece önemli. Ve bunlar büyük ölçüde genetik faktörlere bağlı olarak belirlenmektedir.
Bir insanın bilinçsel zekası doğuştan geliyor. Elbette ki zekanın kişinin almış olduğu eğitime bağlı olarak geliştiği bir gerçek. Fakat kişinin zekasının kat sayısı sabit. Almış olduğu eğitim olsun, içinde bulunduğu koşullar buna çok fazla etki etmiyor. Boy gibi bir şey. Hani kişinin beslenmesi , fiziksel aktivitesi, içinde bulunduğu koşullar elbette boyuna etki ediyor fakat sonuçta o kişinin genetik olarak kodlanmış bir boyu var çok iyi beslense de, spor da yapsa o genetik yapının çok fazla üstüne çıkamıyor. Zeka da böyledir.
O zaman bir insanın hayatının işleyişinde eğer bu üç zeka türü son derece belirleyiciyse ki belirleyici o zaman kişinin işleyişinde genetik faktörler yani fıtrat da son derece belirleyici.
Madem bu kadar önemli o zaman anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını yani orjinalliğini, özgünlüğünü korumaktır. Eğer o fıtrat, özgünlük, orjinallik bozulursa çocuk hayatın daha sonraki evrelerinde hayatla baş edebilme, engelleri aşabilme, fırsatları değerlendirebilme, sorunlara çözümler bulup hayata geçirme evrelerinde kendisine bahşedilmiş olan ihtiyaç duyacağı o, IQ, İQ, SQ sunda ciddi anlamda bir bozulma söz konusu oluyor.
Çocuğun hayatla baş edebilmek için ihtiyaç duyduğu tabiri caiz ise o silahları elinden alıyoruz. Onları tutuk hale getirmiş, dumura uğratmış oluyoruz. O açıdan anne ve babaların en önemli görevi çocuklarının fıtratını muhafaza etmektir.
Fıtratın korunması son derece önemlidir. Bütün dinler, bütün şeriatlar, bütün hukuk sistemleri diyelim daha genel anlamla gerek seküler (dini temele dayanmayan) gerek dine dayanan hukuk sistemleri olsun özellikle beş şeyi korumayı esas almıştır. Nedir bu beş şey?
Aklı korumayı esas almıştır. Onun için insanın aklına zarar verebilecek uyuşturcu, alkol vb. şeyler hiçbir hukuk sisteminde serbest bırakılmamıştır.
Malın korunması. Çünkü insanın hayatını idame ettirebilmesi için bir miktar mala ihtiyaç vardır. Mal canın yongasıdır demişler.
Canın korunması . Yani o insanın fiziksel bütünlüğünün korunması önemlidir buna yönelik kanunlar konulmuştur.
Nesli korumak. Onun için nüfus müdürlükleri ihdas edilmiş, kişinin soy bağı orada en ince ayrıntısına kadar işlenmiştir.
Dini korumak. Vicdan ve din özgürlüğü bütün kanunlarda dini temele dayansın veya dayanmasın hepsinde koruma altına alınmıştır.
Baktığımızda bunlar aslında bir şeyi koruyor. Evet hukuk sistemleri bu beş şeyi koruyor fakat bu beş husus başka bir şeyi, çok değerli bir şeyi korumaya çalışıyor. Oda FITRAT dır.
Akıl bozuldu mu fıtrat bozuluyor. Kişi vicdan ve din özgünlüğüne sahip olamadı mı fıtrat bozuluyor. Fıtratı en ziyade koruyan şey dindir. Mal gitti mi de fıtrat bozuluyor. Kişi yeterli beslenemediği zaman, barınamadığı zaman, fizyolojik dengesini oluşturabilecek ortamı bulamadığı zaman da fıtrat bozuluyor. Aynı şekilde nesil de çok önemli. Kişinin kendi anne-babasıyla birlikte bulunması, hayata onların yanında hazırlanması da son derece önemlidir.
Bütün bunların var oluş amacı fıtratı korumaktır.
Baktığımız zaman bireyin bu fıtratı korumaya yönelik önemli görevleri vardır. Ailenin, toplumun ve devletin önemli bir rolü rolü vardır burda. Fakat bütün bunların içinde en stratejik olanı AİLE dir. Fıtratı koruyan esas korunaklı yapı ailedir. Aile bozulduğu zaman fıtrat da yıkıma uğramaya başlıyor. Üst beyinde IQ, İQ. SQ da ciddi anlamda sorunlar olmaya başlıyor.
Bu konuda yapılmış ciddi araştırmalar var. Mesela anne sevgisi yeterince alamamış, babasıyla yeterince temas kuramamış, huzurlu bir aile ortamında büyüyememiş çocukların bu üç zeka türünde ciddi anlamda sıkıntılar olduğunu gösteren çok ciddi araştırmalar var.
Bilinçsel zekaları bir kere olumsuz etkileniyor. Dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, odaklanma gibi problemleri olabiliyor. Duygusal zekaları ciddi anlamda zarar görmeye başlıyor. Diyelim ki duygusal zekanın bir alt versiyonu olan sanatsal zekası varsa bu dumura uğruyor. Sosyal zekası varsa bu dumura uğruyor çocuk sosyalleşemiyor. Yine aynı şekilde ruhsal zeka, bizim kültürümüzdeki karşılığıyla vicdan. Vicdani melekeleri zarar görüyor. Neden? Çünkü güvenlik problemi yaşayan bireylerin ruhsal zekaları gelişemiyor. Kişi karnını doyuramamış, kişi kendisini güvende hissedememiş, kişinin fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları karşılanamamışken o insanın dini düşünebilmesi, akli ve vicdani melekelerin gelişmesi son derece zordur.
Sağlıklı bir aile yapısı fıtratı koruma açısından son derece önemlidir. Sağlıklı bir aile yapısına sahip olmadığımız zaman ne gibi problemler ortaya çıkar. Kısaca ona değinelim.
Mesela bugün aile yapısının ziyadesiyle bozulduğu, yıkıma uğradığı, zafiyet gösterdiği yer batı. Bugün bu aile yapısının bozulmasıyla evlenme oranları çok ciddi oranlarda azaldı. Evlenme yaşı erkeklerden 34-35 kadınlarda, 31-32 ler de geziniyor. Buna bağlı olarak doğurganlık oranı ciddi miktarlarda düşmüş vaziyette. Evlenen çiftelerin büyük bir çoğunluğu çocuk yapmıyor, yapanlar 1 çocukla yetiniyor. Nüfusun artış hızı 2 lerde. İrlanda, italya gibi ülkelerde 1 in altına düşmüş vaziyette. Nüfus hızlı bir şekilde yaşlanıyor.
Babasız çocuklar problemi var. Çok önemli bir problem. İngiltere de bugün çocukların %56 sı kendi öz babaları tarafından yetiştirilmiyor. Babasız çocuklar problemi özellikle erkek çocuklarda eşcinselliğin çok ciddi bir şekilde artması sonucunu beraberinde getirmiş vaziyette. Yine İngiltere de her 100 erkekten 8 inde eşcinsellik probleminin olduğundan bahis ediliyor. İşte bu babasız yetişme, çocuğun kendi babasıyla etkileşim içerisinde bulunamamasından ileri geliyor.
Yine İngiltere de evli her 10 erkekten 8 i, her 10 kadından ise 4 ünün eşini aldattığını söylüyor . işte bu da neslin bozulmasına sebep olan en önemli faktörlerden birisidir. Çocukların gerçek babalarıyla temas edemiyor olması sık görülen boşanmanın yanı sıra sadakatsizliktir.
Diğer bir deyişle aile yapısı bozuldu. Aile yapısı bozulunca da fıtrat bozuldu.
Bugün batı dünyada intiharın en yüksek olduğu, uyuşturucu ve alkol kullanımının en yüksek olduğu ülkeler kategorisinde. Ne oldu fıtrat bozuldu.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
21 Ocak 2014 Salı
İLİŞKİLERDE SORUNLARIN İÇSEL SEBEPLERİ
18 Ocak 2014 Cumartesi
FITRAT VE AİLE
İnsanın üst beyninde yerleşik yani korteks te yerleşik IQ, İQ. SQ. Yani bilişsel zeka, duygusal zeka ve ruhsal zekanın oluşumunda genetik faktörler son derece önemlidir.
Dolayısıyla bu üç zeka bir insanın hayatta mutluluğa erişmesinde, başarıya ulaşmasın da son derece önemli bir rol oynuyor.
Bilişsel zeka derken, günlük hayatta özellikle akademik hayatta kullandığımız zeka türü. Bu Soyut ve somut zeka olmak üzere ikiye ayrılır. Matematikte kullanmış olduğumuz zeka , Türkçe dersinde başarılı olmamız için kullandığımız zeka.
Duygusal zekaın da alt versiyonları vardır. Ticari zeka , sanatsal zeka, bedensel zeka , sosyal zeka vb. gibi. Bir sanatçı düşünelim okul hayatında başarısız olmuştur fakat bu insan hayatta mutluluk ve başarı elde etmiştir. Nasıl etmiştir sanatsal zeka ile, ses zekası ile. Veya bir futbolcu düşünelim. Okuyamamıştır fakat bugün herkes tarafından tanınan milyon dolarlar kazanan çok ünlü bir futbolcu olmuştur. Bunu da bedensel zeka ile elde etmiştir. O insanın bedensel zekası, bedensel özellikleri diğer insanlardan daha farklıdır. O yüzden bedensel zekasını ön plana çıkartmıştır ve hayatta başarılı olmuştur.
Birde son günlerde özelikle batıda üzerinde durulan Ruhsal zeka vardır. Bizim kültürümüzdeki karşılığı vicdan dır.
Her üç zekanın gelişiminde, oluşumunda genetik faktörler önemli rol oynuyor. Bir kişi doğuştan sanatsal zekaya sahip değilse ona daha sonraki dönemlerde ne kadar eğitim verirsek verelim belli bir seviyenin üzerine çıkamıyor. Aynı şekilde hiç eğitim alma imkanı olmasın o kişi belli bir seviyenin altına inmiyor. Bunu belirleyen fıtrattır.
Anne- babanın çocuğun fıtratını diğer bir deyişle doğuştan gelen bu fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik özelliklerini koruması son derece önemlidir.
Fıtratın korunması ister dini temele dayansın isterse dini temele dayanmasın bütün hukuk sistemleri tarafından öncelenmiştir.
5 şeyi korumaya çalışır hukuk sistemleri. 1) Canı korumak 2) Aklı korumak 3) Malı korumak 4) din ve vicdanı korumak 5) Nesli korumak
Esasında 5 beş temel şeyin korunmasındaki amaç fıtratı korumaktır. Bunlardan herhangi bir tanesinin veya birkaç tanesinin bozulması demek fıtratının yani doğuştan gelen kişilik özelliklerinin bozulması demektir.
Fıtratın korunmasında ailenin rolü çok önemlidir. Aile yapısının bozulması ile beraber akıl güvenliği ve nesil güvenliği ciddi anlamda zaafa uğramaktadır. Ve buda fıtrat üzerinde olumsuz yansımaları vardır.
Bu gün baktığımızda batıda aileyi tehdit eden en önemli şey anne ve babanın uyumsuzluğu sonucu ortaya çıkan boşanma yüksek boşanma oranlarıdır. Aile tehdit eden en önemli faktör budur. Her iki evlilikten bir tanesi boşanmayla sonuçlanıyor. Bu boşanmayla sonuçlanan evliliklerin hemen hemen yarısında bir veya iki tane çocukta söz konusudur. Bu, o çocukların hayatlarının daha sonraki dönemlerinde ebeveynlerinin biri veya her ikisiyle yeterince temas edememesi anlamına gelmektedir.
İngiltere de yapılan bir araştırmada ortaya çıkmış ki oradaki çocukların %54 ü kendi babaları tarafından yetiştirilmiyor. Başka babalar, başka erkek modeller tarafından yetiştiriliyor. Bu üvey baba da olabilir. Bu onun ailedeki bir büyük erkek akrabası da olabilir. Fakat aslın yerini tutamıyor. Çünkü aynı gen havuzundan geliyor olmak, genetik olarak benzeşiyor olmak çocuğun ebeveyniyle iletişim kurması açısından son derece önemlidir.
Mesela kimmenizm dediğimiz bir problem var. Kimmenizm hastalığı temelde psikolojik bir rahatsızlık olmakla birlikte genetik temellere dayanan bir rahatsızlıktır. Çok ilginç mesela bir anne düşünün çocuğunu kabul edemiyor, ona dayanamıyor, hiçbir şekilde onunla özdeşim kuramıyor, onu emziremiyor. Adeta çocuğunu terk ediyor. Bu tür vakalar nadir olsa da görülen ve psikoloji tarafından araştırılan vakalardır. Genellikle bu annenin doğum sonrası yaşadığı depresyon, buhran, istenmeyen gebelik gibi sebeplere dayandırılsa da genetik biliminin gelişmesiyle yeni bir teori ortaya atıldı. Oda şudur. Annenin çocuğunu benimseyememesinde çocukla annenin genetik olarak benzeşmiyor olmasının rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Tabirii caizse her ne kadar o anne çocuğunu kendisi doğursa bile bir başkasının çocuğunu doğurmuş gibi oluyor. Genetik olarak kedisiyle hiç benzeşmeyen bir çocuk doğuruyor. Tabiri caiz ise taşıyıcı anne gibi oluyor.
Genetik olarak bu benzeşmezlik anne ile çocuk arasında o güçlü bağın kurulmasına engel oluyor. Aynı şey baba ve çocuk arasında da geçerli.
Onun için bizim dinimize baktığımızda dinimizde evlat edinme yok. İşte bu genetik benzeşmezlikten dolayı yok. Dolayısıyla bir çocuğun aynı gen havuzundan geldiği, genetik olarak benzeştiği anne ve baba tarafından yetiştirilmesi onun fıtratının korunması açısından olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Hiçbir zaman vekil aslın yerini tutmuyor.
Eğer bir çocuk o imkanı bulamamış ise o insanın o çocuğun fıtratının muhafazası çok zordur. İmkansız değildir. Olanaksız değildir. Fakat Kendi öz anne-babasıyla beraber olmaması ciddi sorunlar çıkmasına neden olmaktadır.
Batıda her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor ve çocuklar kendi öz anne-babalarıyla birlikte olamıyorlar. Bu o çocukların fıtratlarının bozulmasına yol açıyor. Çocuklar büyüdüklerinde bazı problemler ortaya çıkıyor. Evlenmeye yanaşmıyor, herhangi bir nedenle evlenmişse çocuk yapmaya yanaşmıyor.
Bu çocuklarda madde kullanımı, kendi öz anne babalarıyla yetişmiş çocuklara oranla daha yüksek olduğunu ortaya koyan araştırmalar var.
Yine bu çocuklarda çeşitli cinsel sapmaların özellikle eşcinselliğin diğer çocuklara oranla daha yüksek olma ihtimali söz konusudur.
Yine bu çocuklarda cinsel istismara uğrama oranı ve bunun getirmiş olduğu olumsuz etkileri yaşama ihtimali çok daha yüksek oluyor.
Taş yerinde ağırdır derler ya. Bir çocuğun kendi öz anne-babası ile devam etmesi o çocuğun fıtratının korunabilmesi, doğuştan gelen içine genetik olarak kodlanmış hayatının daha sonraki dönemlerinde mutluluğa ve başarıya ulaşma sürecinde hayati derecede öneme haiz özelliklerinin korunabilmesi açısından önemlidir.
Sadece dünya mutluluğundan ve başarısından bahsetmiyoruz. Özellikle SQ yani vicdan olarak tanımladığımız ruhsal zeka da kişinin dünya mutluluğunun yanı sıra aynı zamanda ahiret mutluluğunu elde etmesi açısından da hayati derecede öneme haizdir. Buda ancak kendi öz anne-babasıyla yetiştiği takdirde verimli bir şekilde oluşabiliyor. Bu anne-babasıyla beraber yetişmiş olması tek başına yeterli değilse de en azından biraz önce bahsetmiş olduğumuz sorunların ortaya çıkmasını bir nebze olsun azaltması açısından son derece önemlidir.
O açıdan biz boşanmalara hiçbir açıdan sıcak bakmıyoruz. Fakat ne yazık ki bizim toplumumuzda da “körle yatan şaşı kalkar” derler ya son yıllarda boşanma oranı oldukça artmıştır. Özellikle batılılaşma etkisinin çok daha etkin olduğu, kadınların çalışma hayatına daha fazla katıldığı, eğitim seviyesinin yüksek olduğu, nerde ise batı seviyesinde olduğu batı bölgelerimize baktığımızda hangi bölgeden bahsediyoruz Trakya, Ege, Marmara bu bölgelerden bahsediyoruz. Evlenme oranının, evlenme yaşının, boşanma oranının hemen hemen Avrupa ülkeleriyle aynı olduğunu, hatta bazı hususlarda bazı Avrupa ülkelerini de geçmiş olduğunu görüyoruz.
Allah tan Anadolu var. Saf, temiz, özgün, orijinal Anadolumuz var. Anadolumuz olmasaydı çoktan bu ülkenin ocağına kibrit suyu dökülmüştü. Anadolu o aile değerlerini hala sürdürme çabası içerisinde. Her ne kadar köyden kente göç, kent yaşamına uyum sürecinde yaşanılan zorluklar o aile yapısını sarsmışsa bile o aile yapısı yıkılmadı. Özelliklede kadınlarımızın cansiperane çabaları o aile bütünlüğünü devam ettirme konusundaki fedakârlıkları diyebilirim ki Türk toplum yapısını ayakta tutuyor. Fakat ne yazık ki o direkte kadınlarımızın çalışma hayatına atılmasıyla birlikte çatırdamaya başladı. Şu an bu oran ülkemizde % 21, batıya baktığımızda % 80. Fakat burada bir problem var. Kadınların çalışma hayatına atılmasıyla birlikte evlenme yaşı yükselmeye başlıyor, doğurganlık oranları azalmaya başlıyor ve boşanma oranları da yükselmeye başlıyor.
Yani aile kurumu çatırdamaya başlıyor. Kadını o ait olduğu yerden alıp ta toplumsal alana, çalışma hayatına ittiğinizde o yapı çatırdamaya başlıyor. Ne yazık ki hükümetimiz kadının çalışma hayatına katılımını çoğaltma konusunda çok yoğun çaba içerisinde. Kendileri bunu dile getiriyorlar. Neden? Çünkü 2023 yılına geldiğimizde o kişi başına 25-30 bin gelir seviyesini yakalayabilmemiz için kadının çalışma oranının %50 nin üzerine çıkması gerekiyormuş.
Tamam 25-30 bin gelir seviyesini yakalayalım ama doğurganlık düştü, evlenme yaşı yükseldi, boşanma oranları yükseldi, nüfus yaşlandı. Ne yapacağız o zaman? Para problemi çözüyor mu? İşte batının karşı karşıya kaldığı problemle bizde karşı karşıya kalacağız. Buna bağlı olarak cinsel sapmalar, alkol, uyuşturucu artacak. Kimse bunları göz önüne almıyor.
Ne olursa olsun bizler aile bütünlüğünü devam ettirebilmek, o ailedeki çocukların fıtratlarını muhafaza edebilmek açısından onların hayatta mutlu ve başarılı, sadece bu dünya değil ahiret hayatlarında da mutlu ve başarılı olmaları açısından hayati öneme haizdir.
16 Ocak 2014 Perşembe
GENETİK POTANSİYELİMİZ: FITRAT
14 Ocak 2014 Salı
KORKU VE PANİK
Hepimizin günlük hayatında kimi zaman yoğun, kimi zamanda hafif hissettiğimiz fakat farkında olmasak da kişiliğimizin işleyişinde, duygularımızın ve davranışlarımızın oluşum sürecinde son derece belirleyici bir duygudur.
Korku esasında bir alarm duygusudur. Herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızda o tehlike ile baş edebilmek, eğer baş etmek mümkün değilse o tehlikeden uzak kalmamızı sağlayıcı bir duygudur.
Kim karar veriyor karşı karşıya kaldığımız durumun bizim açımızdan tehlikeli olup olmadığına? Korteks diye adlandırılan, beynimizin yüzeyini kaplayan, nöronlar açısından son derece zengin olan aklın ve vicdanın üzerinde çalıştığı, bilinçli zihin, irade olarak da adlandırdığımız üst beyin mi karar veriyor? Yoksa daha ilkel, nöronlar açısından biraz daha zayıf, zekâ yaşı 9-10 olan, erişimimizin daha az olduğu alt beyin mi karar veriyor bu durumun bizim açımızdan tehlikeli olup olmadığına? Korku bir duyguysa ki güçlü bir duygudur. Duygular beynimizin alt kısmı tarafından, yani hayvan beyni tarafından oluşturulur. Evet içinde bulunduğumuz o durumun bizim açımızdan tehlikeli olup olmadığına alt beynimiz karar veriyor. Alt beynimizde nasıl karar veriyor? Geçmişteki yaşantılardan hareketle karar veriyor. Fakat bu deneyimler sınırlı deneyimler. Geçmiş derken de yakın geçmişten değil çocukluk döneminden bahsediyoruz. Geçmişteki yaşantılardan hareketle olayı anlamlandırıyor. Eğer tehlikeli olduğuna hükmetmişse ki bunu saniyenin onda biri kadarki zamanda yapıyor, hemen uygulamaya geçiyor. Böylesine başıbozuk, böylesine terbiyeden yoksun bir yapı, kontrol edilmesi gereken bir yapı. Terbiye edilmediği takdirde alıp bizi hiç istemediğimiz yerlere sürükleme potansiyeline sahip bir yapı. Ne yapıyor? Düğmeye basıyor tehlikeyle karşılaştığımızda o durumdan uzak kalmamız için.
İçimize yerleştirilmiş bir sistemi tetikliyor. Sempatik Sinir Sistemi. Bunu ne yapıyor. Böbrek üstü bezlerinden salgılanan adrenalinle aracılığıyla yapıyor. Adrenalin kana karıştığı andan itibaren bütün bedenimizi kaçmaya hazırlıyor. Çünkü bir tehlikeyle karşı karşıyayızdır. Bu tehlikeden bir an önce kaçmak durumundayız. Ne demişler “kaçanın anası ağlamamış.”
Buna kim karar veriyor?
-Buna alt beynimiz karar veriyor.
Adrenalin hormonu algılandığında neler oluyor, kaslarımız gerginleşiyor, iç organlarımızdaki kan kaslarımıza hücum ediyor
Niçin?
-Biraz sonra kaçacağız ya, kaçarken kaslarımızı kullanacağız. Beynimize gitmiyor, çünkü aklımızı kullanmayacağız, kaslarımızı kullanacağımız için kaslarımıza gidiyor. Dolayısıyla kanı yoğun olarak kullandığımız iç organlarımızın, özelliklede sindirim sistemimizin faaliyetleri durma noktasına geliyor. Işı ve ışık duyarlılığımız artıyor. Zihinsel faaliyetlerimiz neredeyse durma noktasına geliyor, başka bir şey düşünemez hale geliyoruz. Ve bütün bunlar bedenimizde gerçekleşiyor, bunlar bizim dışımızda bize rağmen oluyor. Buna sadece alt beynimiz karar veriyor.
Eğer kişi bir anda ortaya çıkan bu durumu anlayamaz ise paniğe kapılıyor. Beyin kanaması geçirdiğini , kalp krizi vs. geçirdiğini zannediyor. Kişi o anda bu durumunun ne olduğunu doğru anlayamaz, anlamlandıramaz ise ve paniğe kapılırsa biz bu durumu PANİK ATAK olarak adlandırıyoruz.
ATAK, aniden, herhangi bir uyarıcı olmadan ortaya çıkan korku durumudur. Kişinin esnada paniğe kapılmasına da PANİK ATAK diyoruz.
Biz bu insana yaşadıklarının tamamen psikolojik bir süreç, alt beynin yanlış alarmı harekete geçirmesi sonucu oluşan bir durum olduğunu anlatıyoruz. Bu durumu yaşayanlardan bir kısmı bunun bir psikolojik sorun olduğunu biliyor, kabul ediyor atağı yaşıyor, fakat paniğe kapılmıyor. Zaten paniğe kapılmadığı zaman o kurku hali yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Otonom sinir sistemi kişinin sakin kalması sonucunda, bunun yanlış bir alarm olduğuna hükmediyor ve yavaş yavaş alarmı devreden çıkartıyor. Böbrek üstü bezlerimizden salgılanan kimyasallar, kanımıza karışan adrenalini etkisiz hale getiriyor ve kişi kısa bir sürede normale dönüyor.
Fakat kişi o esnada paniğe kapılmış, kontrolü kaybetmiş ise parasempatik sinir sistemi olarak tanımladığımız, o dengeleme merkezi devreye giremiyor ve kişi o korku haline saatlerce devam edebiliyor. İşte bütün bu süreçleri başlatan alt beynimizde yer alan bizim kontrolümüz dışında çalışan amigdala adını verdiğimiz yapı.
Arada sırada korku, tedirginlik yaşıyorum, esasın da korkulacak, tedirgin olacak bir şey olmadığını ben biliyorum ama bunu benliğimde yaşamayı alı koyamıyorum diyebilirsiniz. Hepimiz günlük hayatımızda bunu zaman zaman yaşayabiliriz.
İçinde bulunduğumuz o durum bir şekilde alt beynimizde bir çağrışım etkisi meydana getiriyor. Geçmişte yaşadığımız bir durumla eşleştiriliyor, reel bir tehlike olmadığı halde alt beynimiz alarma basıyor.
İşte böylesi bir durumda sükûnetimizi koruduğumuz takdirde kısa bir süre içerisinde o alarmı devreden çıkartacak, dengeleyici sistem olan parasempatik sinir sistemi devreye girecek ve kişi normale dönecektir. Fakat bazı durumlarda kişi korkuyu bu kadar yoğun yaşamıyor. Daha düşük seviyede yaşıyor. Buna da biz KAYGI HALİ diyoruz. Adrenalin seviyesi yüksek olmuyor. Fakat yine de içimizde bir huzursuzluk, gerilim hissediyoruz. Adrenalin seviyesi çok yüksek olmadığı için onu dengeleyecek sistem devreye girmiyor. Bu hal, saatlerle sınırlı kalmıyor, günlerle, haftalarla, aylarca hatta yıllara yayılabiliyor. Buna da biz YAYGIN KAYGI BOZUKLUĞU diyoruz.
Kişi bu hali sürekli olarak hissediyor ve bunun getirmiş olduğu ikincil etkileri yaşamaya başlıyor. Baş dönmesi, göz kararması, derin nefes alma ihtiyacı, içinden bir şey çekiliyormuş hissi, kollarında bacaklarında halsizlik, dizlerinde dermansızlık hissetmeye başlıyor. Bütün bunlar yaygın kaygı bozukluğunun düşük yoğunluklu ama genel anlamda yaşanması hissi. Bütün bunlar hep o alt beynin altından çıkıyor.
Peki bu problemleri nasıl çözeceğiz, alt beynimizi nasıl düzenleyip, yöneteceğiz?
İşte bu sorulara ileriki günlerde cevaplar bulacağız.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
9 Ocak 2014 Perşembe
KAÇINMACI VE YAKLAŞIMCI KİŞİLİK
7 Ocak 2014 Salı
DUYGULAR NASIL OLUŞUR?
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu