Ölüm hayatın bir gerçeği ve psikoloji de bu konuyu inceleyen, ele alan bilim dallarından bir tanesi. Genel itibariyle ölümün yüzü soğuktur derler. Günlük hayattarında insanlar ölümü çok fazla konuşmak, hatırlamak istemezler. Özellikle de seküler insanlar ölüm fikrinden kendilerini baya bi uzaklaştırmışlardır.
Zincirlikuyu mezarlığının kapısına “Her nefis ölümü tadacaktır” Ayeti Kerimesinin meali yazıldığında baya bir gürültü çıkmıştı. Bu ifadeyi her gün gördüklerinde morallerinin bozulduğundan ve motivasyonlarının bozulduğundan yakınarak kaldırılmasını istemişlerdi.
Buna biz psikolojide İNKAR ETME diyoruz.
Aslında bu bir savunma mekanizması. Akılcı ve faydalı bir savunma mekanizması değil. Yapılan araştırmalar ölümü düşünmenin insan psikoloji üzerinde pozitif etkileri olduğunu ortaya koyuyor. Özelilkle ölümle yüzyüze gelmiş, ölüm tehlikesi atlatmış insanların bu deneyimden sonraki yaşam süreçleri gözlemlendiğinde, travma sonrası stres bozukluğu yaşayan, o ölümle karşı karşıya kalmanın getirmiş olduğu olumsuz etkileri yaşayan insanların varlığına rağmen, hayatında ciddi anlamda olumlu adımlar, düzeltmeler, düzenlemeler yapan insanların varlığı da bir vakâ.
İnsanın ölüm gerçeğini sık sık kendine hatırlatıyor olması ilk etapta o ölümün soğukluğunu belli ölçüde hissediyor, belli ölçüde kaygı, bir tedirginlik olmasına rağmen orta ve kısa vadede o kişinin hayatını düzenleyici, sorumluluk duygusunu arttırıcı, bilinçliliğini arttırıcı bir etki yaptığını bu çalışmalar ortaya koyuyor.
Dolayısıyla hayatın her alanında zaman mefhumuyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini göz önünde bulundururuz. Vergi ödemeleri olsun, kira olsun, aidat olsun, kira olsun, kredi kartı ödemesi olsun vs.. bunların hepsinin bir zamanlaması vardır ve kişi planlaması yaparken bu zamanlamayı göz önünde bulundurur.
Hayatın her alanında daha mikro anlamda bu planlamayı yapan insanların global anlamda hayatıyla ilgili bir planlama yaparken o zamanlamayı göz ardı etmesi düşünülemez. Fakat baktığımız zaman insanların ne yazıkki insanların bir kısmı bu gerçeği göz ardı etme eğilimi içerisinde. Bunu biz akılcı olmayan, işlevsel olmayan bir savunma mekanizması, red etme mekanizması olarak değerlendiriyoruz. Bu bir gerçek fakat kişi tabiri caizse kafasını kuma gömerek kişi bunu red etme eğilimi içerisinde.
Hatta ölümle karşılaştığından sonra bile bunu red etme eğilimini sürdürüyor kişi.
Zaten öncesinde bunu benimsemiş bir insanın yakın çevresinden birini kaybettiği zaman da kişinin benzer bir davranış içerisinde olmasını bekliyoruz biz.
Peki bu red etme mekanizması işe yarıyor mu bunu bir analiz edelim;
bu seküler insanlarda görülen bir durumun ötesinde bazen günlük hayatın içerisinde muhafazakar olarak tanımladığımız kişilerde de ortaya çıkabiliyor. Ani, beklenmedik ölümler söz konusu olduğunda kendisi için ölümü öngörmediği insanların kayıpları söz konusu olduğunda özellikle çocuklarda çok daha fazla rastlanan bir durum belli ölçüde yetişkinlerde de görüyoruz inkar etme mekanizması devreye girebiliyor. Kişi bunu dillendirmiyor. Hayır o ölmedi. Yalan söylüyorsunuz. Esasında o yaşıyor demiyor kişi. Bir şekilde beyninin bir tarafıyla ölümün gerçekleştiğinin farkında fakat beyninin diğer bir tarafı o alt beyin bu gerçeği kabul etmeme, inkar etme eğilimi içerisine giriyor. Orada ufacık bir ümit bile olsa yani milyarda bir ümit bile olsa, o ümide tutunuyor.
Mesela cesedi ben gördüm hiç de o kişiye benzemiyordu. Halbuki herkes görmüştür, adli tıp raporu vardır. Evet benzememesi söz konusu olabilir fakat onun o olmadığını göstermez. Fakat o ihtimale alt beyin, inkar edecek ya çünkü neden inkar edecek; kabul ettiği zaman çok büyük bir acı yaşayacak, kabul ettiği zaman yüzüne çarpacak olan o gerçekle başedemiyeceğini, dayanamıyacağını düşünüyor. Ve ondan dolayı alt beyin ben bu gerçeği kabul edemiyeceğim, zira eğer kabul edersem ben bu gerçeğin üstesinden gelemem diyor. Diyor ve istikametten çıkıyor. Ve farklı bir yola sapıyor. Kısa vadede işe yarıyor mu yarıyor. Kişi diğer insanlara göre daha metanetli bir duruş sergiliyor. Herkes ağlarken o hiç ağlamıyor. Çevresindeki insanlar onun bu metanetini şaşkınlıkla karşılıyorlar.
Fakat insanlar acılarını yaşayıp, ağlayıp, o duygusal sağlatımı gerçekleştirdikten, o kaybın yasını belli ölçüde tutup yeniden normal hayata adapte olmaya başladığından itibaren bu kişide çeşitli belirtiler ortaya çıkmaya başlıyor. Rüyalarında o kaybettiği kişiyi görmeye başlıyor, günlük hayatın içerisinde sürekli o insanla ilgili deneyimler, hatıralar canlanmaya başlıyor zihninde. Ona ait eşyaları kaldıramıyor. Hayatını onun hayatından gittiği gerçeğiyle tasarlıyamıyor. Sanki o varmış, gelecekmiş gibi devam ediyor hayatına.
Esasında beyninin birtarafında bunların anlamsız olduğunu, o kişinin öldüğünü ve geri dönüşün mümkün olmadığını biliyor, ama gelde bunu içine anlat. İçinde bir parça “hayır o ölmedi” deyiveriyor.
Mezarlığa gidiyor fakat sanki o mezar o na ait değilmiş, o mezarda o yatmıyor, mezarından çıkmış gitmiş gibi hissediyor.
Ve bir müddet sonra korkular baş gösterebiliyor. Sanki evde arkasındaymış gibi hissedebiliyor. Odanın kapısından geçerken bir an her zaman oturduğu kanepede oturuyormuş gibi hissedebiliyor. Beynin bir tarafı bu duygudan korkuyor tabiki.
Ve en kötüsü bir müddet sonra müthiş derecede özlem duymaya başlıyor o alt beyin. Çünkü o nun öldüğü gerçeğini kabul etmedi, inkar etti.
Ve bu seferde nerde o özledim onu, gelsin o diyor. Ona ihtiyaç duyuyor, varlığına, desteğine, yardığımına ihtiyaç duyuyor. Derken çok cidde anlamda yoksunluk belirtileri ortaya çıkmaya başlıyor. Ve ciddi anlamda sıkıntılar ortaya çıkmaya başlıyor.
iş bu boyuta geldiği zaman trapetik yollarda çözmek durumunda kalıyoruz. Ki travma sonrası stres bozukluğu söz konusu olduğunda her ne kadar bu bir depresyon çeşidi olarak yorumlasak da ilaca çok cevap veren birdurum değil.
Çeşitli trapetik yöntemlerle çözülebilen bir sorundur.
O açıdan her kültüre baktığımız zaman dünyanın neresine gidersek gidelim, hangi kültüre bakarsak bakalım bir yüs ritüeli vardır.
Herhangi bir kültürde ölen kişinin cenazesi bir tören olmaksızın, herhangi bir ritüeller bütünü olmaksızın, herhangi bir yas süreci olmadan defn edilmez.
Bu ritüeller ölen kişinin zat-ı ruhu olmasının ötesinde kalanların bu gerçeği kabullenip o duyguları bir an önce yaşayıp, bir an önce yollarına devam edebilmelerini sağlamaya yöneliktir.
Bu ritüellerin varlığı, o cenaze merasimlerinin düzenlenmesi, bu pskilojik gerçeğe de işaret ediyor.
Orada kişinin tanıdığı veya tanımadığı kişiler geliyorlar ve kişiye baş sağlığı diliyorlar. O na taziyede bulunuyorlar ve o na kendi deneyimlerini anlatıyorlar. Ve şunu da söylüyorlar. “ ölen le ölünmüyor. Hayat her şeye rağmen devam ediyor. Ölenlerimiz bizim içinde vazgeçilmezdi, canımızdı, ciğerimizdi fakat hayat bir şekilde devam etti ve gitti. Yerleri dolduruldu. Evet zaman zaman onları özlesek de onların yokluğunu zaman zaman hissetsek de bir şekilde üstesinden geldik ve hayatımıza devam ediyoruz.” mesajı o insana veriliyor. Ve o insanda şöyle bir algının oluşmasına neden oluyor.
“Evet diğer insanlar bu acı kaybın üstesinden geldiler ve hayatlarına devam etmeyi başardılar. Onlar başardılar ise, onlar yapabildiler ise ben de yapabilirim” mesajı insana geliyor ve bu mesaj insanın bu gerçeği kabul etmesini kolaylaştırıyor.
Tabi yetişkinler için böyle olduğu gibi çocuklar için de bu böyle. Bazen çocuklar üzülmesin, etkilenmesin diye bu tür ortamlardan uzak tutulabiliyor. Çocuk dışarılarda eğlendiriliyor. Geldiğinde ise her şey bitmiş oluyor. Bu şekilde çocuğun acısını yaşamasına müsaade edilmiyor, çocuğun gerçekle yüzleşmesine müsaade edilmiyor, bu çocuğu bu olayın getirmiş olduğu stresi belli bir derecede yaşayıp üstesinden gelme hususunda ihtiyaç duymuş olduğu o sosyal destekten mahrum bırakılmış oluyor.
Bu iyi bir şey değildir.
Dolayısıyla çocuk kaç yaşınad olursa olsun onun yaşı ve durumu göz ününde bulundurularak bu cenaze merasımlerine bir şekilde katılımı temin edilmeli. Ortasında merkezinde bulunmaz, defin sürecinde bulunmaz, kefenlenme sürecinde bulunmaz, belki cenazeyi de görmeyebilir fakat o merasimin bir parçası olmak durumunda. Yaşı, cinsiyeti, konumu göz önünde bulundurularak. Hadi çocuğu buradan uzaklaştıralım, şeker verelim, çukulata verelim, hiç Bir şey olmamış gibi davranalım. Gibi bir yaklaşımı çok sağlıklı bir davranış gibi görmüyoruz.
Bununla beraber ölüm olayı gerçekleştiğinde çocuktan bunu saklamak, gitti, gelecek, seyahatte, deyip gereksiz yere süreci uzatmak; çocuğun büyümesini, aklının ermesini beklemek, bu olayı kabul edebilir olmasını beklemek de çok sağlıklı bir yaklaşım değil.
Çünkü hayat boşluk kabul etmiyor. Eğer bir boşluk varsa beyin o boşluğu doldurmaya çalışır. Ki söylenen o yalanlar, bunlar yalandır. Dürüst davranmamıştır ne yazıkki yetişkinler o çocuğa. Yetişkinler tutarlı davranmayı başaramazlar. Birisi kara der, birisi ak der ve çocuk birşeylerin yolunda gitmediğini anlar. Ve o andan itibaren varsayımlar üzerinden yürümeye başlar süreç.
Bir insan kaç yaşında olursa olsun, kim olursa olsun cinsiyeti ne olursa olsun, hangi durumda olursa olsun kaderinde var olan bir durumla yüzleşe bilecek, ona dayanabilecek ve onunla yüzleşebilecek kaynaklara sahiptir.
İçsel ve çevresel kaynaklara sahiptir. Bu çocuklar içinde geçerlidir. Çocukların çok güçlü telafi, savunma mekanizmaları vardır.
Dolayısıyla onlarla kaderleri arasına girmiyeceğiz. Kaderleriyle yüzleşmelerine müsaade edeceğiz. Ve bu yüzleşme sürecinde ebeveynleri olarak onları destekleyeceğiz, onların yanında olacağız. Ve bu yüzleşmelerin onlara getirmiş olduğu sıkıntıları atlatma sürecinde onlara destek olacağız. Bunları yaptığımız zaman onların da en az yetişkinlerinki kadar bunu kolaylıkla başarabildiklerini üstesiinden gelebildiklerini ve hayatlarına devam edebildiklerini hep birlikte müşahede edebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder