Psikoloji, modern psikoloji kurulduğundan bu yana insanoğlunun kişiliğinin kalıtım mı belirler yoksa çevresel faktörler mi belirler konusu hep bir tartışma konusu olmuştur.
Ki bu konu sadece psikologlar tarafından değil, filozoflar tarafından ve farklı bilim dallarına mensup ilim adamları tarafından, modern ilim alanları oluşmadan önce, din adamları tarafından felsefeciler tarafından da tartışılmıştır.
Kimisi insanın doğuştan boş bir sayfa gibi olduğunu iddia etmiş, kimisi de kişilik özelliklerinin hemen hemen tamamının genetik faktörlere bağlı olarak kalıtımsal olarak belirlendiğini söylemiştir. Kimisi de orta yol bulma çabasının bir neticesi olarak hem genetik faktörlerin hem de çevresel faktörlerin, yaşantıların, kişisel tercihlerin bir şekilde rol oynadığını dile getirmiştir.
Elbetteki tek başına kalıtım belirleyici değil. Tek başına çevresel faktörlerde belirleyici değil. Her ikisinin de etkisi var.
Fakat acaba hangisi daha belirleyici?
Şahsen benim ve benim gibi düşünen önemli bir psikolog güruhun görüşü kalıtımın daha da belirleyici olduğu yönünde.
Şöyle bir örnek verelim; demir, alüminyum ve tahta parçası alıyoruz. Her üçünü de aynı çevresel etkilere maruz bırakıyoruz. Diğer bir deyişle oksitlenmeye maruz bırakıyoruz nemli ortamda. Her üçünde de bir defarmasyon söz konusu olurmu? Olur.
O defarmasyon Tahtada bir çürüme, bozulma. Demirde paslanma. Alüminyumda da yeşerme şeklinde tezahür eder.
Bu aynı çevresel faktörün üç farklı madde üzerinde meydana getirdiği değişiklikler. Peki bu etkinin farklı olmasını ne belirliyor? O maddelerin yapı taşları belirliyor.
Benzer bir durum insan için de geçerli. Aynı çevresel faktörler içerisinde; mesela kardeşleri örnek alalım. Aynı anne ve baba, aynı aile ortamı, aynı mahalle, aynı okul, aynı öğretmenler, çevresel faktörler neredeyse birebir aynı. Fakat bakıyoruz bütün bunların kişiler üzerinde göstermiş olduğu etki oldukça farklı. Bunu o insanların kalıtsal özellikleri belirliyor. Genetik olarak içine kodlanmış psikolojik ve fizyolojik özellikleri belirliyor.
Bu konuda yapılmış çok ilginç bir araştırma var. Testesteron hormonunun kişilik üzerinde ve fizyoloji üzerindeki etkilerini anlatan bir çalışma. Ki bu testesteron düzeyini belirleyen faktörler tamamen genetik faktörler. Eğer bir çocuk hamilelik döneminde yoğun olarak testesterona maruz kalmışsa, bir şekilde bedeni testesteron üretmişse onda baskın olan özellik erkek özellikleri oluyor.
Bu kız içinde geçerli, erkek içinde geçerli. Ve çok ilginç bir özellik daha oluşuyor. Bu insanların yüzük parmakları işaret parmaklarından daha uzun. Genellikle özellikle erkeklerde yüzük parmakları işaret parmaklarından daha uzundur. Bu o çocuğun hamilelik evresinde testesteron hormonuna maruz kaldığının bir göstergesi. Yapılan araştırmalar, yüzük parmağının uzamasına etki eden gen ile testesteron salınımına etki eden genin aynı gen olduğunu ortaya koyuyor.
Dolayısıyla eğer o gen aktifse, baskınsa yüzük parmağı işaret parmağına kıyasla uzun oluyor. Ve kişi daha fazla testesterona maruz kalmış oluyor. Bu testesteronun, bu hormonun kişinin beyni üzerindebazı etkileri söz konusu oluyor.
Hatta çok ilginç araştırmalar var bu konuyla ilgili. BBC de belgesel olarak da yayınlandı. Orada bu kuramı ortaya koyan bilim adamı 6 kişilik bir atlet grubu alıyor. Ve bu kişilerin yüzük parmaklarını ölçerek yarışma sonrasında elde edecekleri dereceyi tahmin ediyor. Yarışmadan önce atletlerin cebine yarışmada kaçıncı geleceklerini gösteren kağıtları ceplerine koyuyor. Tabi atletlerin bundan haberleri yok. Yarış başlıyor ve bitiyor. Bittikten sonra atletler başarı sırasına göre sıralanıyorlar. Bilim adamları geliyor ve hepsinin cebinden sırasıyla o kağıtları çıkartıyor. Ve 6 da 4 tutturuyor. Bulamadıkları şaşırdıkları da 3. ve 4. karışmış. 5. ile de 6. karışmış. Bunların da bitirme dereceleri hemen hemen birbirine yakın. Yüzük parmakları ölçülerine bakıldığında da ölçülerini hemen hemen birbirine yakın olduklarını görüyoruz. Herkez çok şaşırıyor. Şaşırtıcı bir sonuç.
İşte bu testesteron etkisi. Testesteron hamilelik esnasında çocuğun kalp, damar ve ciğer yapısını güçlendiriyor. Testesteron kişiyi güçlendiriyor tabiri caizse. Daha sert, daha güçlü, daha erkeksi hale getiriyor. Ki bu kadınlarda da gözlemleniyor. Yani kişi kadın fakat psikolojide erkek beyni deniyor. Eğer kişi erkek olduğu halde yüzük parmağı işaret parmağından kısaysa o kisinin beyni testesteronu yeterli derecede alamadığı için kadın beyni olarak tanımlanıyor. Tabi bu cinsel yönelimde belirleyici değil. Bu tamamen hayata olan yaklaşımımız, yaşadığımız olaylar karşısındaki tepkilerimizde belirleyici. Ve burada genetik faktörler rol oynuyor tamamiyle.
Sadece bu araştırma bile bu kalıtsal faktörlerin insanoğlunun kişiliğinde, hayatının daha sonraki evrelerinde, karşılaştığı olaylar karşısında ne tür tepkiler vereceğinde ne kadar belirleyici olduğunu ortaya koyuyor.
Bunu biz tercih edemiyoruz. Bunu anne ve baba da tercih edemiyor. Bir şekilde hamilelik sürecinde çocuğun üretmiş olduğu testesteron gerek psikolojisini, gerek se fizyolojisini çok ciddi anlamda etkiliyor. İster kız çocuğu olsun isterse de erkek çocuğu olsun. Ve bu etki tercihe bağlı olarak ortaya çıkan bir etki değil.
Bu araştırma kalıtsal faktörlerin kişiliğin oluşumunda ki belirleyiciliği üzerinde yapılmış, son dönemde bilim çevrelerinde şaşırtan, oldukça ses getiren bir çalışma.
Şimdi bu çalışmada yüzük parmağı işaret parmağından büyük bir kadında inceleniyor. O kadının beyin fonksiyonlarına şöyle bir bakıldığında, kişiliğinin işleyişine, zihinsel fonksiyonlarına, biyolojik fonksiyonlarına şöyle bir bakıldığında daha erkeksi bir yaklaşım, tavır içerisinde olduğu da ortaya çıkıyor.
Mesela kadın beyni ve erkek beyni bir çok yönden benzeşmekle birlikte bir çok yönden de birbirinden ayrışır. Fizyolojik özellikler itibariyle, bölgelerin büyüklükleri ve üstlenmiş oldukları işlevler itibariyle ve bölgelerin birbirleriyle olan ilişkileri itibariyle kadın beyni ile erkek beyni birbirinden farklıdır.
Her ne kadar feministler erkek beyni ile kadın beyninin aynı olduğunu iddia etseler de özellikle son dönem yapılan araştırmalar, özellikle de beyin görüntüleme tekniklerinin ilerlemesiyle beraber yapılan araştırmalar hiç te öyle feministlerin iddia ettiği gibi olmadığını ortaya koyuyor.
Mesela erkek beyni kadın beynine kıyasla daha erotik bir beyin, kadın beyni ise erkek beynine kıyasla daha romantik bir beyin.
Erkek beyni, özellikle üç boyutlu algı konusunda ilerlemiş vaziyette. Kadın beyni de özellikle duyma, görme ve konuşma konusu konusunda erkek beynine kıyasla daha baskın, daha ileri.
Mesela kadınlar konuşma esnasında ve dinleme esnasında beyinlerinin her iki küresini de aktif olarak kullanabiliyorlar.
Bu konuda yapılmış yine bir araştırma var.
Bir kulaklıkla hem sağdan hem soldan aynı anda iki kelime veriliyor. Erkekler bu iki kelimeyi ayırt edemiyorlar. Sadece bir taraftan verilen kelimeleri algılayabiliyorlarken kadınlar kulaklığın her iki tarafından verilen kelimeleri de algılayabiliyorlar. Bu onların işitme ve konuşma sürecinde beyinlerini daha iyi kullanabildiklerinin bir göstergesi. Erkekler bu konuda ne yazıkki çok başarılı değil.
Fakat 3 boyutlu algılama, uzatsal algılama söz konusu olduğunda ise erkeklerin kadınlara oranlara % 40 daha başarılı bir performans sergilediklerini görüyoruz.
Esasında erkek beyni ile kadın beyni arasındaki bu farklılık da kalıtsal faktörlerin, genetik özelliklerin insanoğlunun kişiliğinin işleyişinde ne kadar belirleyici olduğu konusun da bize bir veri sunuyor.
Feministler uzun yıllar boyunca erkek ile kadınların arasındaki farkların doğuştan gelen farklar olmadığını, bunların daha ziyade, toplumsal, kültürel ve toplumsal farklılıklar dan ortaya çıktığını, eğer bu toplumsal, kültürel faktörler bir şekilde düzeltilebilirse kadınların erkeklerle her konuda denk olabileceğini, benzer olabileceğini iddia ediyorlardı. Bu zaten feminist çevrelerin dışında çok da kabul gören bir görüş değildi ama son dönemdeki bilimsel çalışmalar bu tavı yerle yeksan etmiştir.
Bu da kadın ve erkek beyninin işlevleri itibariyle gerek bilişsel işlevleri, gerekse psikolojik işlevleri itibariyle bu denli farklı oluşları kalıtsal faktörlerin yine, diğer bir deyişle fıtratın bireysel özelliklerin oluşumundaki belirleyiciliğini ortaya çok net bir şekilde koyuyor.
Yüzük parmağı işaret parmağından daha uzun olan o kadın hemcinslerine kıyasla erkeklerinkine daha yakın skorlar elde ediyor. İşitme, duyma ve konuşma konusunda hemcinslerinden ziyade erkeklerinkine yakın bir performans sergiliyor. Bununla beraber 3 boyutlu düşünme konusunda da yine hemcinslerine kıyasla daha iyi performanslar elde ediliyor yapılan çalışmada.
Kadının hayatına baktığımız zaman kendini şöyle nitelendiriyor; kadın gibi bir kadın olduğumu söyleyemem. Erkeksi tavırlarımın olduğunu ben de farkediyorum diyor. Tabi ailevi yaklaşımlar, çevresel faktörler, gibi bir çok şey etkili fakat kalıtsal faktörler de etkili.
Kalıtsal faktörler kim tarafından belirleniyor, neye göre belirleniyor? Bilime bakacak olursak bu doğal seçilimin bir unsuru. Diğer bir deyişle evrim belirliyor bunu.
Fakat biz neye iman ediyoruz? Her insanın bir yazgısı var. onu bekleyen bir kader var. onun için hazırlanmış bir misyon var. ve yine ondan yerine getirilmesi beklenen dağlara, yerlere ve göklere teklif edilmiş ama onların üstlenmeye yanaşmadığı bir sorumluluk var. Ve Mevla bu sorumluluğun üstesinden gelebilmek için ihtiyaç duyduğu içsel kaynakları insanın fıtratına yerleştirmiştir. Diğer bir deyişle genetik olarak kodlamıştır.
Ve bu konuda yapılmış diğer bir araştırma daha var. Bu da çok ilginç. Özellikle kadınlarda yüzük parmağı işaret parmağından daha uzun olan kadınların hayatlarının diğer hemcinslerinin hayatlarına kıyasla biraz daha zorlu geçtiğine dair de bir araştırma var.
Bu henüz daha bilim çevrelerinde kabul gören bir çalışma olmasa da o insanların stres durumları, yaşam süreçleri içerisinde maruz kaldıkları stres faktörlerine bakıldığında daha fazla stres faktörüne maruz kaldıkları görülüyor. Yani onları bekleyen zor bir hayat var. tabiri çaizse o zorluklarla başedebilmeleri açısından hamilelik döneminde çevresel faktörler belirlenmiyor. Genetik faktörlere bağlı olarak testesterona maruz bırakılıyor ki o bebek onu bekleyen o zorlu hayatın üstesinden gelsin, fizyolojik ve psikolojik açıdan daha güçlü, daha dirençli olabilsin.
Hakikat tekdir zaten. Hakikat kevni ve kelami prensipler aynı hakikati tarif ediyor. Bilimin üzerinde çalıştığı, hayatta var olan o realiteler ile ulumi diniyye nin bize vaz etmiş olduğu o kelami prensipler, o ahlaki ve dini hükümler aynı hakikati tarif ediyor. Birbiriyle uyumlu gidiyor. Hiçbir şekilde birbiriyle çelişmiyor. Aynı hakikati tarif ediyor.
Özellikle bu son dönem yapılan araştırmaların bizim zaten iman ettiğimiz o kelami prensiplerin ışığı altında ulumu diniyyenin b ize bildirmiş olduğu o hakikatleri teyid ediyor olması ayrıca güzel. Ve bu araştırmalar biz inanan insanların o kadim kültürün mensuplarının bilimsel araştırmalara daha bir gayretle sarılmamız, bu alandaki çalışmaları daha bir ısrarla devam ettirmemizin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor. Çünkü bu araştırmaları doğru bir şekilde yorumlayabilmekte çok önemli.
Bu araştırmalar neticesinde elde edilmiş sonuçların mensup olduğumuz o kadim kültürün o inanç sisteminin zaten bize asırlar öncesinden ortaya koymuş olduğunu insanlara anlatabilmemiz ama insanlara allatmadan önce kendi hayatımızda uygulayabilmemiz son derece önemli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder