24 Mart 2014 Pazartesi

SOSYAL DESTEK STRESLE BAŞ ETMEDE ÖNEMLİ BİR UNSURDUR

Bazı durumlarda stres faktörünü hayatımızdan ayıklayamayabiliyoruz. Bu tür durumlar söz konusu olduğu zaman o stresle başedebilmemiz için sahip olduğumuz içsel ve çevresel kaynaklarımız vardır.
Özellikle kentlerde yaşayan insanlarımız içsel ve çevresel kaynaklarımızı kullanma açısından kırsal da yaşayan insanlara göre daha şanssızdır. Çünkü büyük kentlerde yaşayan insanlarımız sosyal destekten mahrum bir şekilde bulunmaktadır.
Sosyal destek derken;sevdiğimiz insanların varlığı ve onların bize sağlamış olduğu destekten bahsediyoruz. Evet sosyalleşme, çeşitli sosyal etkinliklerde bulunma, kişiler arası iletişim, sevdiğimiz insanlarla beraber olma, stresi yönetme ve stresle başetme sürecinde çok önemli rol oynar.
Hastanelerde hasta ziyareti bunun için önemlidir. Halbuki hastanelerde hijyene, sessizliğe dikkat edilir, fakat buna rağmen dünyanın neresine gidersek gidelim hastanelerde belli periyotlarda hasta ziyaretine müsaade edilir. Bunun getirmiş olduğu bazı riskler söz konusu olsa bile. Gerek hasta açısından gerekse onu ziyaret eden kişi açısından.
Bu konuda yapılmış bir araştırma var.
aynı rahatsızlıktan aynı koğuşta yatan hastalar gözlemleniyor. Bu hastalardan daha sık ziyaret edilen hastaların daha kısa sürede taburcu oldukları gözlemleniyor.
Daha az ziyaret edilen hastaların taburcu edilme süreleri diğerlerine kıyasla biraz daha uzun.
Hiç ziyaret edilmeyen hastalar ise en son taburcu edilen grup oluyor. İlginç değil mi?
Dolayısıyla sosyal destek çok önemlidir.
Yine refakatçilerle ilgili de bir araştırma yapılmış. Refakatçisi olan hastaların, refakatçisi olmayan hastalara kıyasla daha kısa sürede taburcu oldukları gözlemleniyor. İşte bu sosyal destektir. Ona sağlamış olduğu psikolojik destek ortamın getirmiş olduğu stresi daha düşük yaşamasına neden oluyor. Tansiyon daha dengede oluyor, kas gerginliği olması gerektiği gibi oluyor. Isı ışık duyarlılığı daha az oluyor, seçici odaklanma başka bir şey düşünememe durumun olması gerektiğinden daha hafif yaşıyor.

Ki stresin en yıpratıcı etkilerindendir seçici odaklanma. Kişi sadece soruna odaklıdır. Sadece bardağın boş kısmına odaklıdır. Bardağın dolu kısmını göremez. Çünkü beyin o sorun devam ediyor olduğu sürede kişinin başka bir şeye odaklanmasına, kişinin dikkatinin başka şeylere kaymasına müsaade etmez. Bu da hayatın güzelliklerini görmesine, hayatın içerisinde kendisine sunulmuş olan o imkanları o fırsatları gözden kaçırmasına neden olur.
İşte bu aşamada bir sosyal destek alabiliyor olmamız,sevdiklerimizle birlikte olabilmemiz, onların desteğini alabilmemiz, onların varlığını arkamızda hissediyor olabilmemiz o süreci ne kadar stresli olursak olalım o süreci olması gerektiğinden daha düşük seviyede yaşamamıza neden olur.
Dolayısıyla o süreci daha kısa sürede ve daha kolay atlatmamıza neden oluyor.

O açıdan dinimize baktığımız zaman, komşuluk ilişkilerinin bu kadar bizlere tavsiye edilmiş olması, komşuluk hakkının bu kadar dile getiriliyor olması, sılai rahimin bu kadar tavsiye ediliyor olması, anne babaya hürmetin bu kadar tavsiye ediliyor olması, müminlerin birbirleriyle kardeş olarak tanımlanıyor olması, hasta ziyaretlerinin bu denli tavsiye ediliyor olması, zekat, sadaka, fıtır gibi mekanizmaların toplum içerisinde bu denli ön plana çıkartılmış olmasının hikmetini daha iyi anlıyoruz.
Bunların yaşandığı bir toplum içerisinde elbette ki sorunlar olabilir. İmtihanın bir gereği olarak bunlar olacak. Zaten bu da kaçınılmaz. Eğer bunlar gerektiği gibi yaşanıyor sa toplumca yaşanıyorsa, o toplum diğer toplumlara rağmen daha fazla imtihan olmasına rağmen stres düzeyi daha düşük gerçekleşecektir. Ve o zorlukların üzerinden daha kolay gelebilecektir o insanlar.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

ERTELEME ÖNEMLİ BİR STRES SEBEBİDİR

Stresle başetme sürecinde alışkanlıklarımız son derece önemli rol oynar. Eğer sorumluluklarımızı hemen yerine getirme gibi bir alışkanlığımız varsa buna bağlı olarak strese daha az maruz kalma gibi bir durum söz konusu olacaktır.

Bu durum ibadetlerimiz için de geçerlidir. Diyelim ki namaz kılan bir kişiyi düşünelim; kişi namazlarını vaktin son dakikalarına bırakma eğilimi içerisinde. Bu namaz kılmanın getirmiş olduğu stresi olması gerekenden iki kat daha fazla yaşayacaktır. Kişi eğer namaza yeni başlamışsa ve namaz kişide alışkanlık haline gelmemişse Ya da kişiliğin bir parçası haline dönüşmemiş ise, hani hep dediğimiz bir şey var “ düşünceler duygulara, duygular davranışlara, davranışlar da kişiliğe, kişilik de yazgıya dönüşür” diye.
Alışkanlığa dönüşme süreci sıkıntılı bir süreçtir. Çünkü namaz esnasında o kararlılık hali, o denge hali bozuluyor. Kişi daha önceden o zaman dilimi içerisinde yatmaya programlamış bedenini ve beynini. Fakat birden sessizlik bozuluyor ezan sesiyle veya alarmla. Ve kişide birhareketlenme söz konusu oluyor. Kişi sıcak yatağından kalkıyor. İşte bütün bunlar stres faktörüdür.
Beynimiz bütün bunları o kararlılık halini bozan unsur olarak algılar ve gerilim tepkisi verir. Otomatik olarak herkeste açığa çıkan bir tepkidir bu.
Dolayısıyla kişinin namazını ilk vaktinde kılması kişinin bu stresi çok daha düşük yaşamasına neden olur. Fakat sonlara bıraktıkça gerilim ve stres oranı artar. Ve buna bağlı olarak kişi namazın stresini olması gerekenden çok daha fazla yaşar. Bu bir müddet sonra kaçınma tepkisine yol açar.
Beynimizde kişiyi strese sokan durumlardan kaçma eğilimi vardır. Namazda kişinin namazını son dakikaya bıraktığından dolayı daha stresli hale gelmiştir. Dolayısıyla beyin bir müddet sonra onu strese sokan, gerilimini gereksiz yere arttıran o eylemden onu uzak tutma eğilimi içerisine girer ve kişide namaza karşı bir soğuma söz konusu olur.

O zaman gerek namaz olsun, gerekse ödevler söz konusu olsun, gerekse ödemeler olsun, yani yükümlülüklerimizi yerine getirme sürecinde vaktin evvelinde yapmayı alışkanlık haline getirmemiz stresi olması gerektiğinden çok daha düşük yaşamak ve o davranışın daha kısa sürede alışkanlık haline dönüşmesi sonucunu beraberinde getirecektir.

Hayatın içerisinde rutin olarak yapmamız gerekli olan davranışlarımız hatalı tutumlarımızdan dolayı bir stres faktörü haline getiriyor.
Dolayısıyla stresi hayatın içerisinde olduğundan daha fazla yaşıyor isek, stres belirtilerini daha fazla bir şekilde duyumsuyor isek burada çevresel stres faktörlerinden ziyade bizim stresi gereksiz yere arttıran hatalı tutumlarımız, davranışlarımız neler öncelikli olarak onları bir tespit edip onları ayıklamaya çalışmak çok daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

20 Mart 2014 Perşembe

STRES VE NEDENLERİ

Çağımızın en büyük sorunlarındandır stres. Özellikle büyükşehirde yaşanılan stres kırsal kentlerde, doğal yaşamda yaşanılan stresden daha fazladır. Ve hemen hemen herkeste bu stres faktörlerinin yol açmış olduğu bu strese maruz kalmış oluyoruz maalesef. Yapılan araştırmalar sağlık sistemi üzerinde özellikle de mali açıdan stresin çok önemli bir yük oluşturduğunu ortaya koyuyor. Çünkü strese maruz kalan insanlarda diğer insanlara kıyasla çeşitli fizyolojik rahatsızlıkların görülme ihtimali çok daha fazladır. Stres insanın psikolojisi ve fizyolojisi üzernide bazı olumsuz etkiler meydana getirir. Fizyoloji üzerindeki en önemli etkisi de bağışıklık sisteminin bastırılmış olması. Çünkü stres bir nevi hayatta kalma moduna geçme halidir. Bütün beden karşı karşıya kalmış olduğu stres faktörü diğer bir deyişle varlığını tehdit eden o stres faktörüyle baş etmeye yönelik bir hazırlık içerisine girer. Bu da bedenimizin asli vazifelerinin aksamasına neden olur.
Beynimiz bedenimizin hep dengede olmasını ister. Bir kararlılık halinde, hep stabilize olmasını ister. Bu içsel ve pskilojik kararlılığı temin edebilmesi için çevresel faktörlerin de kararlı olması gerekir.

Stres insan sisteminin, beyninin ve bedeninin ani değişimler karşısında vermiş olduğu gerilim tepkisidir. Stresi gerilim hali olarak adlandırmak hiç de Yanlış olmaz. Çünkü stres yaşayan kişilerin o yaşadıkları anı ifade etme sürecinde sıkça kullandıkları bir ifadedir gerginlik.
Beynimiz sürekli kararlılık halinde olmak ister. Her şeyin belli bir düzen, bir ritim içinde olmasını ister.
Çünkü bir şekilde dış dünyada dengelerin bozulmuş olması, kararlılık halinin altüst olması otomatikman kişiye yansıyacak, kişinin de istikrarı düzeni bozulacak ve varlığı teklikeye girecektir. Çünkü bu sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi için dengede olması gerekiyor. Gerek psikolojik, gerekse de fizyolojik açıdan dengede olmamız gerekiyor. Fakat bu dengeyi bozacak durumlar söz konusu olduğunda işte beynimiz bunu varlığımızın tehlikeye girmesi şeklinde algılıyor ve adrenalin hormonu salgılıyor.
Sempatik sinir sistemimiz devreye giriyor. Olağanüstü hallerle karşı karşıya olduğumuz zaman devreye giren bir mekanizma. Tabiri caizse hani üç aşamalı alarm hali vardır. Kırmızı alarm, sarı alarm ve beyaz alarm. Stresi biz beyaz alarm olarak isimlendirebiliriz. Sarı alarmı kaygı olarak değerlendirebiliriz. Kırmızı alarmıda korku olarak değerlendirebiliriz.
Bunların üçüde birbiriyle ilişkili hallerdir.
Önce stres tepkisi verir, esasında stres tepkisi korkuya ve kaygıya kıyasla daha hafif bir tepkidir. Fakat stresin böylesine konuşuluyor olması, böylesine ön planda olmasının sebebi stresin çok daha yaygın görülüyor olmasıdır. Kaygıya ve korkuya kıyasla.
Ve bunun yaygın olarak görülüyor olması ve hayatımızın geneline yayılıyor olması bunu kaygı ve korku gibi duygulara kıyasla daha yoğun yaşıyor olmamız stresin ikincil etkilerinin de daha belirgin bir şekilde açığa çıkmasına neden oluyor.
Bunun için stres kaygıya ve korkuya kıyasla daha çok konuşulan daha çok ele alınan bir sorundur.
Beynimiz bedenimizin o dengesi bozulduğu zaman o dengeyi korumaya yönelik bir gerilim tepkisi veriyor. Kalp atışlarımız hızlanıyor, göz bebeklerimiz büyüyor, göz kapaklarımız kısılıyor, bir dizi değişim yaşıyoruz.
Tabi kısa vadede bu değişimlerin ortaya çıkmış olması, bizim karşı karşıya kaldığımız o sorunla mücadele etmeye hazır hale getiriyor. Güçlü kılıyor.
Fakat bu durumun süreklilik arzediyor olması bür müddet sonra bizi yormaya, yıpratmaya başlıyor. Birmüddet sonra strese uzun süre maruz kalmanın getirdiği ikincil etkileri yaşamaya başlıyoruz.
Mesela Stresten ençok etkilenen sistemimiz sindirim sistemimizdir. Çünkü kanımız iç organlarımızdan kaslarımıza hücüm ediyor. Orada bir sorun var. ve bu sorunu çözme esnasında bu kaslarımızı kullanacağız. O sorunu halletme sürecinde beynimizi kullanacağız. Dolayısıyla iç organlardan çekildiği için kan iç organların işleyişi asgari düzeye iner. Kısa vadede bu çok problem oluşturmaz. Fakat strese uzun süre maruz kalmamız, saatler, günler hatta haftalar bu stres halinin devam ediyor olması ciddi anlamda sindirim sistemi problemleri ortaya çıkartır.
Ki yapılan araştırmalar; sindirim sistemi problemlerin % 65 inin strese bağlı kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Sindirim sistemi problemiyle doktora gittiğinizde eğer herhangi bir fizyolojik bulgu yok ise bu rahatsızlığınızın stresten kaynaklanma olasılığınız çok yüksektir.
Diğer fizyolojik rahatsızlıklarımızın da stresten kaynaklanma olasığılığı her zaman vardır.

Strese uzun süre maruz kalan insanların bu süre içerisinde, stresi daha düşük insanlara kıyasla % 10 ila 20 arasında değişen oranlarda sağlık kuruluşlarına daha fazla başvurdukları gözlemlenmiştir.

Stresli olduğumuzu nasıl anlarız?

Stresli olduğumuzu anlamanın yollarından bir tanesi nabzımızı ölçmektir. Yapılan araştırmalar, özellike büyük şehirlerde yaşayan insanların nabızlarının olması gerekenden 10 Ya da 15 puan daha fazla attığını ortaya koyuyor. Bu şehirlerde yaşayan insanların daha stresli olduğunu ortaya koyuyor.

Diğer bir hususta kas gerginliğimizdir. Özellikle kas, omuz, sırt, bel kaslarınızda bir gerginlik hissediyorsanız.sık sık masaj yaptırma gereği hissediyorsanız stres altında ihtimaliniz yüksektir.

Eğer uyku, iştah, cinsellik gibi mekanizmalarda çeşitli aksamalar. Adet düzensizlikleri söz konusu ise, saçlarda dökülme, alerjik reaksiyonlar, kabızlık, ishal gibi rahatsızlıklar var ise ve bu süreklilik arzetme eğiliminde ise ve doktorlar tarafından herhangi bir fiziksel bulgu ile izah edilemiyorsa bu durum yine stresli olma ihtimaliniz yüksek demektir.

Eğer ısı, ışık, ses duyarlılığınız artmışsa. Ortamdaki gürültü Ya da hareketlilik sizi rahatsı ediyor ise yine stresli olma ihtimaliniz yüksektir.

Ellerin titriyor olması ve terlemesi de önemli bir stres faktörüdür. Ter normal şartlarda kokusuz bir maddedir. Eğer teriniz kokmaya başlamış ise yine stres altında olduğunuzu öngörürüz. Çünkü terimizi kokutan şey stres hormonudur.

Normal zamanlara göre suskunlaşmışsanız. Yani bir geriçekilme hali söz konusu ise, kaygılarınızda, endişelerinizde bir artma söz konusu ise yine stres sorunu yaşıyor olmanız söz konusudur.

Ya da tam tersi normal zamanlara nazaran daha gergin, daha tepkili, daha sinirli, daha agrasif iseniz yine stres yaşıyor olma ihtimaliniz yükselmiştir.

Evet bu belirtileri zaman zaman yaşıyor iseniz, zaman zaman stres yaşıyorsunuz demektir.
Kısa süreli stres yaşışor olmamız bize zarar vermez çünkü stres olumsuz durumlar söz konusu olduğu zaman sistemimizin onunla baş etmek üzere vermiş olduğu faydalı bir tepkidir esasında.

Fakat problem stresin uzun süre devam etmesidir. O olağan üstü halin olması gerekenden daha uzun süre devam ediyor olmasıdır. O zaman pskilojik ve fizyolojik açıdan bir yorulma hali söz konusu oluyor.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

16 Mart 2014 Pazar

GERİLİM TOLERANS EŞİĞİ

Gerilim Tolerans Eşiği bizim hayatın ve  insanların etkisine karşı dayanım gücümüzü belirler.
Bazı insanların gerilim tolerans eşiği çok düşüktür. Onlarda gerilime yol açacak herhangi birdurum söz konusu olduğunda müthiş derecede rahatsız olurlar. Ve hemen o gerilimi oluşturan durumu düzeltme çabası içerisine girerler. Eğer o durumu düzeltemezler ise de o ortamdan uzaklaşma yönelimi içerisine girerler. Bu insanlar hayata karşı, insanlara karşı fazlasıyla duyarlı, fazlasıyla kırılgan, fazlasıyla reaktif hale gelmiş olurlar. Ve bu insanlar sürekli kontrol etme çabası içerisinde olurlar. Fakat bunların da bir bedeli vardır. Hayatı kontrol etmeye çalışıyorlar. Ama hayatta o kadar çok değişken var ki hayatı kontrol etmek hiç te kolay değildir.
Eşimize, çocuklarımıza, komşumuza, ailemize ve hatta kendimize bile sözümüz geçmiyor iken kontrol etmeye çalışmak çok iddialı bir ifadedir. Bu sefer kişi ben bunları yapıcam diyor. Aksi takdirde bir şeylerin kontrol dışında olması onu rahatsız eder. O gerilimden kurtulma çabası içerisine girer. Bu zor olan, gereksiz sürtüşmelere, gereksiz emek ve zaman kaybına neden olan yoldur.
Bu şekilde gerilimimizi azaltmak kaş yaparken göz çıkartmaya benzer. Onun için gerilim tolerans eşiğimizi yükselticez.
Gerilim Tolerans Eşiğimizi nasıl yükseltebiliriz?
Büyüklerimiz, eskilerimiz toleranslarını yükseltmek için, riyazetler, çileler, uzletler, azimet ile muamele, farzları yapmak yanında nafilelere riayet etmek, yemeyi azaltmak, uykuyu azaltmak, bakışlarımızı kontrol etmek bütün bunlar gerilim tolerans eşiğimizi yukarı çıkartmaya yönelik tedbirlerdir.
Bizlerde gerilim tolerans eşiğimizi yükseltmek için bu yöntemleri kullanabilirmiyiz? Evet güzel olur. En ideal,, en güzel yöntem budur.
Bedenimizde bir kararlılık hali var. özellikle güvenlik bölgemiz bu denge halinin korunmasından mesuldür. Bu denge halinin, bu kararlılık halinin Hiçbir şekilde bozulmasını istemez. Bozulduğu takdirde stres tepkisi, gerilim tepkisi açığa çıkartır. Kişiyi harekete geçirir. Bir şey senin dengeni bozdu o şeyi animine et, onu düzelt veya hayatından çıkar ki yeniden o kararlılık halimize geri dönelim der .
Fakat biz eylemlerimizde kararlı olursak eğer bir müddet sonra gerilim tolerans eşiğimiz yükselmeye başlıyor. Çünkü beynimiz süreklilik arzeden, içsel ve çevresel uyarıcıları dikkate almama eğilimi içerisine girer. Buna bağlı olarak gerilim torelans eşiğimiz yükselmeye başlıyor. Bu bizi günlük hayatın içerisinde bizim açımızdan gerilim oluşturacak durumlara karşı da daha dirençli daha güçlü bir hale getiriyor. Bunun üzerine ibadetlerimize dikkat ettiğimizi, nafileleri yerine getirdiğimizi, çamilere gittiğimizi ve diğer sünnetleri yerine getirdiğimizi düşünürsek güvenlik bölgesi o kararlılığı bozan bu durumları engellemek için bir gayret içerisine girecektir. Ve orada engüçlü silahı güvenlik bölgesinin bu kararlılığı koruma sürecinde bize karşı kullandığı en güçlü silahı adrenalindir. Diğer bir deyişle strestir, gerilimdir. Fakat bizim ısrarla onun üzerine gitmemiz o stresi, o gerginliği eskisi kadar yoğun hissetmememiz anlamına gelir.
Dolayısıyla bunu yapan insanlarda buna bağlı olarak hayatın diğer alanlarında da kontrol edemedikleri durumlar söz konusu olduğunda açığa çıkan o gerilime diğer insanlara kıyasla daha fazla dayanabilme imkanı vardır. Neden dindar insanlar daha sabırlıdırlar? Neden dindar insanlar daha fazla sebat gösterirler? Çünkü dindar insanların gerilim tolerans eşiği daha yüksektir de ondan. Dinin emirlerini yerine getirme sürecinde güvenlik bölgelerinin onlara engelleme olasılığı düşüktür.
Dolayısıyla bizlerinde gerek kendimizin gerekse de çocuklarımızın çünkü onların da güvenlik bölgeleri o yeni karşılaştığı o davranışların onların kararlılığı üzerinde meydana getirdiği etkiyi durdurmaya yönelik adrenalin açığa çıkartır. Bir gerginlik açığa çıkartır. Onlara sevgiyle şevkatle yaklaşarak, öperek koklayarak onları motive ederek, teşvik etmek suretiyle bir şekilde onların arkasında duracağız. Ve onların bu davranışları, bu dini ritüelleri, bu ibadetleri açığa çıkan stres tepkisine rağmen yapmalarını temin edeceğiz. İlk etapta zorlanacaklar tabiki, o adrenalin etkisine karşı koymaları çok kolay olmayacaktır. Ama bizim onları teşvik etmemiz, yanlarında olmamız, motive etmemiz, ödüllendirmemiz, o gerilime rağmen o ibadeti, o davranışı sergilemelerini sağlayacaktır. Ve bir müddet sonrada onların gerilim toleransı yükselecektir ve bu şekilde çocuklarımızı hayatın getirdiği etkilere karşı daha güçlü, daha dirençli hale getirmiş olacağız.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

10 Mart 2014 Pazartesi

ZORLANTILI DAVRANIŞLAR

Aslında yapmak istemediğimiz, anlamsızlığını bildiğimiz, ancak yapmaktan kendimizi alamadığımız davranış biçimlerine zorlantılı davranışlar denir.
Zorlantılı davranışlar daha ziyade obsisif kompüsüf yaşayan insanlara ortaya çıkan bir davranış biçimidir.
Mesela elini sık sık yıkama ihtiyacı hissetme. İhtiyaç hissetme nin altını çiziyorum. Neden ihtiyaç hisseder? Çünkü yıkamadığı zaman bir gerilim içerisindedir. Ve o gerilim huzursuzluk onu rahatsız eder. O gerilimden kurtulmaya yönelik davranışlardır bu zorlantılı davranışlar.
Diyelim ki kapının pervazına elini dokundurdu. Normal şartlarda bu durumda elini yıkama zorunluluk değildir. Ama kişi gider ve elini yıkar. Diyelimki ortam müsait değil elini yıkaması için bakarız huzursuzdur. Özellikle eliyle kendisi için anlam ifade eden eşyalara dokunmadığını gözlemleriz. Çünkü bir şekilde elinin kirlendiğini varsaymıştır. Ve o kiri sağa sola bulaştırmak istemez. Bir an önce o kirden kurtulmalıdır. Bunun yolu da elini yıkamaktan geçer. Elini yıkayamadığı müddetçe o kişi gergindir, huzursuzdur. O anda zihninde bir tek düşünce vardır. Fırsat bulup elini yıkamak. Çünkü o kirin elinde kaldığı müddetçe kirin etrafa bulaşma riski onu rahatsız eder. O elinde bulunduğu müddetçe kendini güvende hissetmez. İşte o esnada kişi tabiri caizse adrenalinin etkisi altındadır.
Başka ne tür davranışlar kompüsüsyondur.? Yani zorlantılı davranışlar kategorisine girer?
Diyelim ki halı birazcık bozuk kişi gidip onu düzeltiyor. Kırlentler bozulmuş hemen düzeltiyor. Ya da masanın üzerindeki defter eğri onu düzeltiyor. Bunlara da biz zorlantılı davranışlar diyoruz.
Halı eğri dursun ne olur ki? Hayır o düzgün olmak zorunda. Bu tür durumlarda herhangi bir tehlike veya mikrop söz konusu değildir ama kişi bir şekilde herşeyin yerli yerinde olması gerektiğini düşünür. Etrafındaki nesnelerin yerli yerinde olmayışı, simetrik olmayışı, yerli yerinde olmayışı onu gerer. Buna biz YANSITMA diyoruz. O insanın hayatında düzene koyamadığı, halledemediği sorunları vardır. Uğraşmasına rağmen o sorunlarını bir türlü hale yola koyamamıştır. Hayatını istediği hale getirememiştir. Ya da çevresindeki insanları istediği hale getirememiştir. Ya da hepsinden önemlisi kendisini istediği hale getirememiştir. Bunun getirdiği gerilim, gerginlik içerisindedir kişi. Bu gerilimden kurtulmaya yönelik yansıtma davranışıdır. Hayatı düzenleyemiyor, insanları istediği şekle sokamıyor, kendisine bir düzen veremiyor, o zaman etrafındaki eşyaları bir düzen içinde tutmak suretiyle üzerindeki o gerilimi atmaya çalışır.
İşe yarar mı? Yarar. Yaradığı için yapar zaten kişi bunu. Kişi oturup ya şunu yaparsam gerilimim azalır diye düşünmez. Bunlar hayatın o olağan akışı içerisinde kişinin günlük hayatı içerisinde yapmış olduğu bazı şeylerin onun hayatındaki gerilimi azaltmasını farketmesiyle başlar.
Çoğu kişi bunun psikolojide zorlantılı davranışlar olarak adlandırıldığının farkında bile değildir. Bunun hayatın içerisinde normal, rutin birdavranış biçimi olarak görür. Tabiki kişinin elini temiz tutmasının veya etrafı düzenli tutmasının herhangi bir sakıncası yok. Fakat bunun bir zorunluluk haline gelmesi dir problem olan.
Bizim dışımızda gelişen çevresel faktörler olabilir. Çocuklarımız olabilir veya misafirlerimiz olabilir ve etraf dağılabilir. Düzeni sağlayamayabiliriz. O zaman kişi çevreyle mücadele içerisine girmeye başlar. Bu da çevresiyle gereksiz polemiklere girmesine neden olur. Bazı ev hanımlarının evi tertipli ve düzenli tutma çabası altında bu neden yatmaktadır. Tabiki başka nedenlerde vardır. Eve her an misafir gelme olasılığı vs. gibi. Fakat temelde baktığımız zaman kişi o çevresel faktörlerin etkisine rağmen canhıraş bir vaziyette kendisini yorma pahasına ve çevresindeki insanlarla sürtüşme pahasına tertip ve düzeni sağlama çabası içerisinde ise bunun bir zorlantılı davranış olduğuna hükmedebiliriz.
Başka neler zorlantılı davranışlar kategorisine girer? Çizgilere basmama, tabela okuma, vurma, sayma, yineleme, çeşitli ritüelleri vardır. Kişi kendince ritüeller oluşturmuştur. Kişi bunları yapmak zorunda hisseder. Bunları yapmadığı takdirde bir şeylerin yolunda gitmiyeceğini düşünür. Ki bu örnekleri arttırmamız mümkündür. Belki bu örneklerden bazıları sizlerde de var. ya da sevdiğiniz birlikte olduğunuz insanlarda var. tabiki bunların belli ölçüde hayatın o olağan akışına mani olmayacak şekilde olmasına müsaade ediyoruz. Şimdilik ve yönetmek kaydıyla bu zorlantılı davranmışların bizlerde veya çevremizdeki insanlardaki varlıklarına müsaade ediyoruz. Eğer bu durum bizim hayatla olan ilişkimizi, insanlarla olan ilişkimizi bozmuyorsa, hayatın olağan akışına mani olmuyorsa bunu bir hastalık olarak değerlendirmiyoruz. Bunu bozukluk olarak değerlendiriyoruz. Bozukluklar illa da üzerine gidilip düzeltilesi sorunlar değildirler. Mükemmel olamayabiliriz. Bizlere etki eden davranışlarımıza, düşüncelerimize etki eden o kadar çok faktör var ki bunlara rağmen o mükemmeli yakalıyabilmek, dört dörtlük olabilmek, psikolojide tarif edilen o mükemmel insana ulaşabilmek neredeyse olanaksızdır. Ya da kısa vadede ya da orta vadede pek mümkün gözükmemektedir.
O zaman belirli şekillerde, belirli ölçüye göre istemediğimiz durumların varlığına müsaade etmek durumundayız. Ama yönetmek kaydıyla ve geçici bir süre için.
Ama bazı durumlarda bu zorlantılı davranışlar çok ileri boyutlara gidebiliyor. Kişinin hayatla uyumunu, kişinin insanlarla uyumunu bozacak derecede, kişinin hayatını olağan akışı içerisinde yaşamasına mani olacak şekilde gereksiz emek ve zaman kaybına neden olacak şekilde ileri boyutlara varabiliyor. İşte o zaman bu durumu biz hastalık olarak değerlendiriyor ve tedavi gerektiğini düşünüyoruz.
Bunlar hangi durumlar olabilir; diyelim ki el yıkamalar çok sıklaştı sürekli olarak banyoda sürekli el yıkıyor ve bazı durumlarda bu el yıkamada zaten bir ritüeldir fakat çok uzun süren, çok fazla zaman , kaynak ve emek israfına neden olabilecek şekile de dönüşebiliyor. Kişi dakikalarca 5 dakika 10 dakika boyunca elini yıkayabiliyor. Bu süre zarfında su israfında buluyur, zaman israfında buluyor, bu süre zarfında banyoyu kilitliyor insanların kullanımına kapatıyor, işinden kendini alıkoyuyor, kış sa elleri çatlıyor, en sonunda kendisine ve çevresine zarar verir hale geliyor. Eğer iş bu hale geldiyse bizler bunun bir bozukluk halinden çıkıp bir hastalık haline geldiğine hükmediyoruz. Ve tedavi gerektiğini söylüyoruz kişiye.

Neden kişide bu tür zorlantılı davranışlar ortaya çıkar; bu zorlantılı davranışlar daha ziyade kaygılı insanlarda görülen bir haldir. Kaygılı insanların güvenlik bölgeleri biraz fazla çalışır. Özelliklede bazı korkuları vardır o insanların. Birşeylerden güvende olma, kendilerini güvene alma duygusu sonucu ortaya çıkar. Esasında korktukları şeye karşı yapabilecekleri çok da fazla bir şey yoktur.
Diyelim ki kişi sevdiklerini ve yakınlarını kaybetmekten korkuyor. Bu konuda yapacağı çok da fazla Bir şey yok. Annesi babası belki başka bir şehirde yaşıyor. Sık sık telefonla arıyor haber alıyor, tavsiyelerde bulunuyor onlara ama sonuçta kontrol edebildiği bir durum değil. Zorlantılı davranışlar özellikle kontrol edemediği durumlarda ortaya çıkar.
Hani eşeğini dövemeyen semerini dövermiş diye bir tabir vardır. Anne ve babasını kontrol edemiyor o zaman bu kişiyi müthiş derecede rahatsız eder. Kişide sevdiklerini kontrol edemediği zaman aşırı bir gerilim yaşıyor güvenlik bölgesi arka planda sürekli çalışıyor. Ve böbrek üstü bezlerinden sürekli adrenalin salgılanıyor. Kişi sürekli bir gerginlik bir gerilim içerisinde. Tabiki bu gerilim içerisinde yaşamak çok da kolay bir şey değildir. Hele de aşırı bir derecedeyse, adrenalin seviyesi birazcık fazla ise gerilim çok rahatsız edici olabiliyor. Artık kişinin hayatına devam etmesine mani olacak seviyeye geliyor. İşte o aşamadan sonra dikkat dağınıklıkları başlıyor, kişi o gerilimin etkisiyle agrasif, tepkili, kırıcı, olabiliyor. Fiziksel anlamda da sıkıntılar yaşamaya başlıyor. Kas ağrıları başlıyor, sindirim sistemi problemleri ortaya çıkmaya başlıyor, çok çabuk hasta olurlar.. Hatta yaraları bile kolay kolay iyileşemez.
Kendimizle olan ilişkimizi ve çevremizle olan ilişkimizi şöyle bir gözden geçirelim; gerçekten çevremizdekileri düşündüğümüz için mi bu kadar müdahale ediyoruz onlara, yoksa bu bir zorlantılı davranışmı? Esasında kendimizi rahatlatmak için mi bunu yapıyoruz?
Konumuza geri dönecek olursak kişi anne ve babasını kontrol edemiyorsa o zaman bir gerginlik hali ne giriyor. Fakat bu gerginlikten kurtulması lazım. O zaman hayatı kontrol etmeye başlıyor, insanları kontrol etmeye başlıyor, eşyaları, nesneleri kontrol etmeye başlıyor. Herşey tertipli olsun, her şey düzenli olsun, herşey zamanında ve yerinde olsun. Bunları herkez istemez, istese bile bunu bir koşul olarak dayatmaz ne kendisine nede çevresindeki insanlara. Herşeyi kafasındaki şablona uygun hale getirme çabası içerisindedir. İşte bu tür davranışları bizler zorlantılı davranışlar olarak adlandırıyoruz.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

5 Mart 2014 Çarşamba

TAKINTILI DÜŞÜNCELERLE NASIL BAŞEDERİZ

Zihnimizde ortalama her saniyede bir düşünce geçer. Bizler zihnimizin mutlak hakimi değiliz. Bu akışı kontrol edebilmemiz, mutlak anlamda kontrol edebilmemiz mümkün değildir.
Bize düşen şey bir trafik polisi gibi o düşünce akışını yönetmek. Ve o düşünce akışı içerisinde ne yazıkki istemediğimiz, hoşlanmadığımız, haz etmediğimiz bazı düşünceler de söz konusu olabiliyor.
Zihnimizdeki o düşünce trafiğini yönetme sürecinde dikkat etmemiz gereken husus düşünce trafiğini aksatmamaktır. O trafiği aksatacak müdahelelerden uzak duracağız. Düşünce trafiğimiz aksarsa bütün iç işleyişimiz aksar. Duygularımız aksıyor, düşüncelerimiz aksıyor, davranışlarımız aksıyor, ilişkilerimiz aksıyor, herşey aksıyor, ibadetlerimiz aksıyor.
Evet bir yandan zihnimizde var olan hoşlanmadığımız o düşüncelerle mücadele ederken bir yandan da zihnimizdeki o düşünce akışını aksatmadan devam etmesini sağlamak durumundayız. Tıpta bir kaide vardır. Doktorlar tıp eğitimine başladığında “zarar verme” birinci kural olarak öğretilir onlara. Çünkü hastasına yardımcı olmak için yapmış olduğu bir müdahele eğer dikkat etmezse ikincil etkilere yol açabilir. Ve yapmış olduğu faydayı katbekat aşacak zararlar söz konusu olabilir.
Onun için öncelikli olarak yapılacak müdahelenin ikincil etkileri göz önünde bulundurulur. Bunu ekolojik (çevreyle uyumlu) ve ergonomik (kişiyle uyumlu) olması öngörülür.
Benzer bir durum o iç işleyişimizi yönetme sürecinde kesinlikle dikkat etmemiz gereken bir durumdur.
Diyelim ki bir anne-babayız ve zihnimizde bizi rahatsız edici olumsuz düşünceler var. ne yapıyoruz onlarla uğraşıyoruz, kontrol etmeye veya engellemeye çalışıyoruz, onları ayıklamaya çalışıyoruz. Biz bunları yaparken çocuklarımız, eşimiz, çevremizdeki diğer insanlar da gözümüzün içine bakıyorlar. Annem babam benimle bir ilgilense diye. Ama anne baba zihnin labirentleri içerisine dalmış orada kaybolmuş. Şeytan bizi ayrıntıların içerisine almış ve orada yolumuzu kaybetmişiz. Hemen oradan çıkacağız. Orada durmayacağız.
Müsaade ediyoruz. Şimdilik ve yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz.
Bizlerin önemli vazifeleri vardır. Bizler anne-babayız, bizler eşiz, bizler birer çalışanız, birer vatandaşız. Ve hepsinden önemlisi bizler birer kuluz.
Peki zihnimizde bu çirkin düşünceler varken kulluk olur mu? Olur.
Zihnimizde bu çirkin düşünceler varken ebeveynlik olur mu? Olur.
Zihnimizde bu çirkin düşünceler varken eşlik olur mu? Olur.
Müsaade ediyoruz.
Peki kim müsaade ediyor? Bilim müsaade ediyor. Din müsaade ediyor. Kevni ve kelami prensipler buna müsaade ediyor.
Böyle namaz kılınır mı? Kılınır. Namazın 12 tane şartı var. 6 sı içinden, 6 sı dışından. Bu 12 tane şartın içinde zihninde Hiçbir olumsuz düşünce olmıyacak diye bir madde yoktur. Hiçbir fıkıh kitabında böyle bir madde yoktur.
Elbetteki öyle olması önerilir ama öyle olması bize bir şart olarak öne sürülmez. Çünkü bu seviyeye gelmek her babayiğitin harcı değildir. Yıllar ca sürecek olan bir çabanın sonucunda gelecek olan bir haldir bu. Bu süreç zarfında namaz kılmayacakmıyız? Olgunlaşıp, zihnimizin temizlenmesini mi bekliyeceğiz namaz kılmak için?
Namazlar kılınmadan, o ibadetler yapılmadan o kemalat , o olgunlaşma nasıl olabilir ki?
Allahın huzuruna çıktığımız zaman zihnimizin tertemiz, berrak olmasını isteriz elbetteki. Fakat beyin mutlak kontrolumuzde değilki, bağımsız, özerk çalışan birçok bölümden birçok bölümden oluşmuştur beynimiz. Bu bölgelerin çalışmasına etki eden birçok dahili ve harici faktörler vardır. Beynimizin içindeki bu otonom, özerk mekanizmalar, düşüncelerimize, duygularımıza ve hatta davranışlarımıza etki ediyor. Federatif bir yapı söz konusudur. Bu kadar karmaşık, özerk bir yapı varken, bizim bu yapıyı mutlak anlamda kontrol edebilmemiz ne yazıkki mümkün değil.
O yüzden müsaade ediyoruz.
Namazdayken zihnimize o düşünceler geldi ne yapıcaz? Tabiki namazımızı kılmaya devam edeceğiz.
Namaza ara verip düşüncelerimizle kavgaya girişmiyeceğiz.
Namazımız kabul olurmu? O kısım mevlaya aitdir. Biz işin bizimle ilgili olan kısmına bakıcaz. Bizler o an içsel ve çevresel koşulların elverdiği, olabileceğin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Ve bu konuda şartlar belli. Namazın içindeki şartlar ve dışındaki şartlar. Bunların dışında şart koşulmamış.
O yüzden namaz kılarken bırakıcaz o düşünceler zihnimizden gelip geçecek. Durup onlarla kavga etmeyeceğiz.
Vesvese olarak tabir ettiğimiz o düşünceler herkesin zihninden geçer. Fakat çoğu insan bu düşüncelere takılmaz.
Çoğu insan takılmadığı halde bazı insanlar bu düşüncelere niçin takılır peki? Çünkü korkuyorlar.
Korku kişiliğin işleyişinde en etkili mekanizmadır. Korkan insanlar o düşünceleriyle kendi kişiliklerini eşleştiriyorlar ve bir şekilde cezalandırılmaktan korkuyorlar. Bir şekilde o düşüncelerin varlığını kendilerine yakıştıramıyorlar. Çünkü sap ile samanı birbirinden ayırt etmeyi bilemiyorlar. Ağaç ile meyveyi birbirinden ayırt etmeyi bilemiyor. Etle kemiği birbirinden ayırt etmeyi beceremiyorlar. Halbuki bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Elmasından dolayı ağacı yargılayamayız. Elbetteki ağaçtaki elmalardan bazıları çürük olacak. Bu zaten beklenen, doğal bir şeydir. Çünkü o ağaca etki eden o kadar çok faktör var ki. Diyelim ki bu yıl bütün ürün çürüdü, bozuldu. Bu ağacın kötü olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü geçen yıl ağaçtaki meyveler çok güzeldi. Önümüzdeki yıl da eğer gerekli tedbirler alınırsa güzel ürünler vermesi beklenir. Kaldı ki o ağacın tek ürünü meyvesi de değildir. Havayı temizler, gölgesinde insanlar gölgelenir. Kuşlar yuva yapar, varlığıyla beraber sükun verir. Bir çok etkisi vardır. Olay sadece meyveden de ibaret değildir. Aynı şey insanlar içinde geçerli. Bizler sadece düşüncelerimziden ibaret değiliz. Kişiliğimize etki eden 5 faktör var.
Değerlerimiz
Yargılarımız
Düşüncelerimiz
Duygularımız
Düşüncelerimiz
bir insanın kişiliğini anlayabilmemiz için bu beş unsuru analiz etmemiz gerekiyor. Bir insanın düşüncelerinin bir kısmında bazı hatalar var diye o cüzi parçadan hareketle kişilikle ilgili bir yargıya varılmaz. Varılırsa bu bir önyargıdır. Aşırı genellemedir. Bu yanlıştır, saçmadır. Bunun dinde de karşılığı yoktur, bilimde de karşılığı yoktur.
Zihnimizden her saniye bir düşünce geçiyor. Binlerce düşünce olumlu. Bu olumlu düşünceler dururken o düşüncelere temel teşkil eden yargılarımız, güzelken, temizken onlara temel teşkil eden vefa, sıdk, cömertlik gibi duygularımız dururken sevgi, saygı. Merhamet gibi güzel duygularımız dururken, bunların hepsini bir kenara itip zihnimizden geçen kötü düşünceyi cımbızla içerisinden çekip kişinin kendisiyle ilgili olumsuz bir yargıya varması aşırı genellemedir.
O zaman biz resmin bütününe bakıyoruz. Parçadan hareketle resmin bütünü hakkında yargılama yapmıyoruz. Eğer bütünle ilgili yargıyı değiştirmiyecekse bu hak nezdinde de böyledir halk nezdinde de böyledir.
O zaman bütünü oluşturan parçalardan bazılarında şimdilik ve yönetmek kaydıyla bazı aksaklıklaraın, bazı olumsuzlukların varlığına müsaade ediyoruz. Bunu o yapının güzelliğine, saflığına, kemalatına mani bir durum olarak görmüyoruz.
Bakış açımız bu olursa kendimizle ilgili değerlendirmelerimiz sürecinde bu pencereden bakarsak kendimize o zaman olumsuz düşüncelerin varlığına şimdilik kaydıyla ve yönetmek suretiyle müsaade edebilir, onlarla gereksiz bir mücadele içerisine girmez ve onların varlığına rağmen işimize gücümüze bakabiliriz. Bizim daha önemli vazifelerimiz var. biz böyle önemsiz detayların içerisine hapsolup, ayrıntıda kaybolup aslı vazifemizden uzaklaşacak durumda değiliz.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

4 Mart 2014 Salı

TAKINTILI DÜŞÜNCELER

Zihnimizde ortalama her bir saniyede bir düşünce geçer. Çok yoğun bir düşünce trafiğimiz vardır. Hemen hemen 1 saatte 3600 düşünce üretiriz. Yani uyanık olduğumuz süre içerisinde zihnimizden düşüncelerin geçmediği bir an yoktur. Ki uyurken bile düşünürüz.
Rüya evresi aslında bir tür düşünme evresidir. Bu düşüncelerin bir kısmını biz oluştururuz. Fakat bu düşünce sürecine etki eden bir çok içsel ve çevresel faktör vardır. Önceliklerimiz, korkularımız, endişelerimiz, arzularımız, ihtiraslarımız, düşünce sürecimize etki eden içsel faktörlerimizdir. Bununla beraber çevresel faktörlerimiz de vardır. Gördüklerimiz, duyduklarımız, yaşadıklarımız, kokular, tatlar, bunlar da yine düşüncelerimizin oluşumunda etkili olan harici faktörler.
Ve buradan şunu anlıyoruz. Düşüncelerimize etki eden içsel ve çevresel faktörler bizim kontrolümüzde değil. Eğer düşüncelerimize etki eden bu faktörler bizim kontrolümezde değil ise bu zihnimizde istemediğimiz, onaylamadığımız bazı düşüncelerin içsel ve cevresel faktörlere bağlı olarak var olabileceğini gösterir. Nitekim öylede olur. Televizyondaki bir görsel, bilborddaki bir yazı, kulağımıza çalınan bir ezgi, bir tat, ya da bir koku özellikle koku çok güçlü bir çağırıştırıcıdır geçmişe gitme açısından.
Anmezik evre dediğimiz hatırlamadığımız dönemlere ait ama bilinç altımızda alt beynimizde kayıtlı olan o yaşantılar bir ezginin etkisiyle bir anda tozlu raflardan inip bir anda yüzeye çıkabiliyor.
Düşünceler sadece yazılı değildir zihnimizde. Görüntüler aracığılıyla da düşünürüz. Sesler aracılığıyla da düşünürüz. Hatta bazı durumlarda hisler aracığılıyla da düşünürüz.
Zihnimizdeki düşünceler üzerindeki hükümranlığımız bir trafik polisinin önünden geçmekte olan binlerce araçla olan ilişkisinden daha farklı değildir. Zihnimiz bize de ait olsa bizler zihnimizin mutlak hakimi, mutlak hükümranı değiliz. Ve zihnimizde dahili ve harici faktörlere bağlı olarak istemediğimiz çeşitli düşünceler söz konusu olabilir. Bunu tam anlamıyla durdurabilmek zihnimiz üzerinde mutlak hakimiyeti sağlayabilmek hiçte kolay bir süreç değildir. Çok zor bir süreçtir.
Özelliklede 21. yüzyılda medya bombardımanına, görüntü ve ses bombardımanına maruz kaldığımız şu dönemlerde zihnimiz üzerinde mutlak hakimiyet sağlayabilmek herzamankinden çok daha güç.
Bize düşen zihnimizi kontrol etmek değil düşünce ayıklaması veya engellemesi çabası içerisine girmek değil aksine o düşünce trafiğini yönetmektir. Çünkü o düşüncelerimizi kontrol etmek için,o düşünceleri kontrol etmek için o kadar çok uğraş sarfetmek gerekiyor ki,o kadar çok emek, kaynak, zaman harcamak gerekiyor ki attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya deymiyor.
Zihnimizde onaylamadığımız, dönüp dolaşan, istemediğimiz, o düşüncelerin oradaki varlığına müsaade edeceğiz. Yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz. Ve şimdilik, geçici bir süre için. Hayatımızın sonuna kadar müsaade etmiyoruz. Geçici bir süre için müsaade ediyoruz.
Evet bu düşünceleri istemiyoruz, onaylamıyoruz. Fakat bir şekilde bizim kontrolümüz dışında bu düşünceler orada var olacaksa da bunu engelleyemiyorsak, onların varlığına yönetmek kaydıyla ve şimdilik müsaade ediyoruz. Peki bizler o düşüncelerden mesulmüyüz? Biz onlardan mesül değiliz.
Evet zihnimizde bu tür düşünceler vardır ve biz zihnimizi temize çıkartacak değiliz. Bu ben zihnimin maliki, hükümranı, sahibi değilim demek. Zihnimizde bir akış söz konusudur ve biz bu akışı mutlak anlamda kontrol edemeyiz. İnsan gerçeği bu şekildedir.
Zihnimiz kendi çalışma dinamikleri olan,kendi iç yapısı olan, bir çok konuda özerk bir yapıdır.
Beynimizin içinde de özerk çalışan etki edemediğimiz yapılar vardır. Ve bu yapılar düşüncelerimizin, duygularımızın, hatta ve hatta davranışlarımızın oluşumunda belirleyicidir. Gözlemlenebilen davranışlarımız büyük ölçüde bizim kontrolümüzde fakat iç işleyişte ki özerkliğin etkisiyle, otonomluğun etkisiyle zaman zaman bu davranışlara da yansıyabilir. Yönetmek kaydıyla ve şimdilik buna müsaade ediyoruz.
Beynimizin mutlak hakimi olmaya çalışabiliriz. Fakat bunun için çok fazla bedel ödememiz gerekecektir. Çünkü fıtrat kendini korumaya alacaktır. O zaman beyninle diğer bir deyişle kendinle kazananı olmayan, yıpratıcı ve yüksel bedeller ödemen gereken bir mücadeleye gireceksiniz demektir. Ki Hiçbir anlamda kazanmış da olmayacaksındır. O zaman buna gerek yoktur. Bu kadar uğraşa gerek yoktur. O zaman müsaade ediyoruz. Yönetmek kaydıyla. Geçici birsüre için.
O otonom özerk yapılar istemediğimiz düşünceler üretebiliyor. Buna etki eden bir çok faktörler vardır. Genetik faktörler, bazı insanların düşünceleri bazı insanlara göre daha yoğun olabiliyor. Düşünce trafikleri daha yoğun olabiliyor.
Düşünce trafiği kişiden kişiye değişir. O zaman mademki biz beynimizin mutlak hakimi değiliz, mademki beyin özerk yapılardan müteşekkil özerk bir yapı, beyin tek başına özerk değil, beyini oluşturan bir sürü özerk otonom mekanizma vardır. Bütün bunlar zihnimizdeki düşünce trafiğine etki ediyor.
Bunun üzerine birde dış dünyadan gelen etkiler vardır. İşler bu kadar bizim kontrolümüz dışında iken, bizim dışımızda işliyor iken, bizim düşünce trafiğini mutlak anlamda kontrol altına almamız ne yazıkki mümkün değil. O zaman bize düşen şey yönetmek.
Bu yönetme sürecinde de ister istemez onaylamadığımız, varlığından hoşnut olmadığımız düşünceler söz konusu olabilir. Bu düşüncelerin varlığına yönetmek kaydıyla ve şimdilik müsaade ediyoruz.
Yönetmek kaydıyla derken, o düşüncelerin zihnimizde olmaması için gerekli olan her türlü tedbiri alıyoruz. O düşünceleri tahrik eden, arttıran görüntüler, sesler, ortamlar, insanlar varsa onlardan mümkün mertebe uzak durmaya çalışıyoruz. O düşüncelerin zihnumuzde yoğunlaşmasına neden olan bazı içsel durumlarımız var ise mesela, kan şekerimizin düşüklüğü, tansiyon, soğukta kalma, stres vs.. gibi faktörler söz konusu ise bunları yönetiyoruz. Bu tür durumlarla karşı karşıya kalmamaya çalışıyoruz.
Bununla birlikte bütün aldığımız bu tedbirlere rağmen bu düşünceler zihnimizde var olmuş sa da o düşüncelerin sürece olan etkisini asgari düzeye indirmeye yönelik düşüncelerin getirdiği olumsuz etkiyi telafiye yönelik tedbirlerimizi alıyoruz.
Dolayısıyla rahatsız eden düşüncelerin varlığına müsaade ettiğimiz takdirde yönetmek kaydıyla ve şimdilik bir müddet sonra beyin o düşüncelere duyarsızlaşmaya başlıyor. Ve artık o düşüncelerin farkına bile varmıyoruz. Yani eskisi kadar etkilemiyor. Artık duyarsızlaşma mekanizması devreye girmiştir. Ve böylelikle o düşünclerin etkisinden sıyrılmış oluyoruz. Ve biz işimize bakıyoruz. Bizim ayrıntılarla uğraşacak vaktimiz yok.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu