Hayatta mutlu ve başarılı olmak için illa da mükemmel olmamız mı gerekiyor? Her şeyi dört dörtlük yapmamız mı gerekiyor? İyi bir ebeveyn olabilmemiz, iyi bir kul olabilmemiz, iyi bir eş, iyi bir çalışan, iyi bir patron olabilmemiz için mükemmel mi olmamız gerekiyor?
Mükemmelliyetçi insanların bu soruya verecekleri cevap evet dir. Kendileri bunu çok fazla düşünmemiş ve bunun çok da farkında olmasalar bile bilinç altlarında bu soruya verilmiş olan cevap evet dir.
Dolayısıyla mükemmelliyetçi insanlar mükemmelliği başarının ve mutluluğun bir önkoşulu olarak görürler. Ve dikkatlerinin, enerjilerinin, kaynaklarının önemli bir bölümünü o mükemmelliği yakalamaya ayırırlar.
Acaba o mükmmelliği yakalamaya çalışmak için harcadığımız o çaba, sarf ettiğimiz emek, kaynak ve zaman sonuca ne kadar etki ediyor?
Sonuçta kişi uğraştığı takdirde belli ölçüde uğraştığı takdirde mükemmele uğraşabilir. Ya da ulaştığını zannedebilir. Ben bunun pekde mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Ama diyelim ki kişi kendince mükemmele eriştiğini kendince varsaydı. Peki mükemmele ulaşmak için harcanan zaman, sarf edilen o kadar emek sonuca ne kadar etki etti? Acaba daha az çalışarak, daha az uğraşarak da benzer birsonuç elde edilebilirmiydi?
Ya da o elde ettiğimiz sonuç genel anlamda bizim yaşam kalitemize, mutluluğumuza, başarımıza, diğer bir deyişle nihai sonuca ne kadar etki etti? Bunları şöyle bir düşünüp bir hesabını yapmamız gerekiyor.
Neyin ehem, neyin mühim olduğunu iyi tespit etmemiz gerekiyor.
Tabi rekabetin aşırı derecede yoğunlaştığı günümüzde ister istemez şöyle bir algı ta küçüklükten itibaren beyinlerimize kazınıyor; En iyisi olmalısın.
Tamam da bizler inanan insanlarız bizim kadim kültürümüzde rızık dediğimiz, nasip dediğimiz bir olgu var.
insanların dinden uzaklaşmasıyla birlikte tevekkül, rıza, rızık gibi kavramların hayatımızdan çekilip alınmasıyla birlikte, bunların sadece dilde söylenen ama ne yazıkki kalpte yerini bulamamış hele de hayat pratiğine geçememiş söylemlerden ibaret kalmış olmasından dolayı günümüzde mükemmelliyetçilik ve mükemmel olma zorunluluğu ne yazıkki çocuklarımıza ve gençlerimize dayatılmış. Çocuklarımız küçük yaşlarından itibaren, öğretim hayatlarından itibaren mükemmeli yakalamaya zorlanmıştır.
Tabi mükemmelliyetçiliğe böyle eleştrel bir yaklaşım getirirken bunun karşılığının işleri kapıp koyvermek olmadığını, savsaklamak, bırakmak, akışına bırakmak, oluruna bırakmak olmadığını da belirtmeme gerek yoktur heralde.
Herşeyin azı zarar ortası karar hükmü gereğince itidal, orta yolu takip etmek her zaman için hayatta mutluluğu ve başarıyı elde etmek açısından yeter olduğunu düşünenlerdenim.
Özellikle de batı dünyasına baktığımız zaman batı dünyası seküler bir dünya. Yani din ve dünya yaşam pratiğinde ayrılmış bir hayat tarzı var. ve dini artık sadece belli zamanlarda hatırlanan ritüeller bütünü olarak algılayan bir yaklaşım söz konusu.
Ne yazıkki son dönemlerde bu sekülerleşme diğer bir deyişle bu dünyevileşme ya da bireysel anlamda laikleşme bizim toplumumuzda da uç vermiş vaziyette.
Bu dünyevileşme maalesefki sadece la dini kesimde kesimde değil muhafazakar insanlarda da uç vermiş vaziyette.
Onlarında iş yapma biçimlerine baktığımız zaman, çalışma tarzlarına baktığımız zaman aynen batıdakine benzer rekabetçi, mükemmelliyetçi, aşırı yoğun, birçok şeyi başarıya feda eden bir yaklaşımın var olduğunu görüyoruz.
Bizlerin hayatın birçok dalına yönelik bir çok misyonumuz var. Bu vazifelerimizi ifa edebilmek için hayatımızı çok iyi planlamamız gerekiyor. Bizim üzerimizdeki bu ağır sorumluluklar mükemmel olmamıza çok da müsaade etmiyor. Çünkü mükemmel olabilmemiz için bir çok şeyi feda etmemiz gerekiyor. Bir çok şeyi ihmal etmemiz gerekiyor.
Mesela akademik kariyeri çok üst seviyede olan, çalışkanlıkları menkıbe düzeyinde anlatılan kişiler vardır. Ya da iş hayatında başarı elde etmiş insanlara şöyle bir bakalım; biz buraya çok çalışmakla, ince eleyip sık dokumakla, çok fedakarlık yaparak geldik derler. Fakat zahiren baktığımız zaman, başarı gibi görünen şeyin var olduğunu görüyoruz. Evet bir şeyler var ortada. Fakat bu gerçek anlamda bir başarı mı?
Bu başarı sürecinde takip edilen usul, yol, o kişinin eşine, çocuklarına, ailesine olan yansımalarına şöyle bir bakalım. Bu süreçte o kişinin mevlasıyla olan ilişkisine bakalım. Komşularıyla, akrabalarıyla, anne ve babasıyla olan münasebetine bir bakalım. O kişinin kendisine karşı gerek psikolojik gerekse fizyolojik sorumluluklarını yerine getirip getirmediğine bir bakalım.: baktığımız zaman o kazanımlar için bir çok şeyin feda edilmiş olduğunu, usule çok da hürmet edilmemiş olduğunu, dolayısıyla o başarının pek de ekolojik ve ergonomik olmadığını görüyoruz.
Peki usule hürmet edilmeksizin, elde edilen o başarı ve beraberindeki o mutluluk gerçek bir başarı, gerçek bir mutluluk mudur?
Bence hayır. Değildir.
Bu başarı gerçek bir başarı değildir. Bugün batıya baktığımız zaman batının elde etmiş olduğu, Ya da batılı insanın bireysel anlamda o kazanımların gerçek bir başarı olmadığını, o mutluluğun gerçek ve kalıcı bir mutluluk olmadığını görüyoruz.
Neden?
Bu ikincil problemler açığa çıkartıyor. Gerek toplumda, gerek kişide, gerekse de daha global anlamda dünyada.
O zaman biz hayatın içerisinde iş görme süreçlerinde kendi usulümüzü oluşturup, kendi usulümüzce ve yine kendi tanımladığımız bir başarıya bir mutluluğa yönelmek durumundayız. Ve bu süreçte yaptıklarımızın çevreye olan etkisini göz önünüde bulundurmak ve bize olan etkisini de her daim ölçmek durumundayız. Ve bir alanda uzmanlaşırken, bir alana odaklanırken diğer alanlardaki vazifelerimizi de ihmal etmemek durumundayız.
Böyle düşündüğümüz zaman bu yaklaşımın mükemmel olmaya, mükemmelliyetçiliğe çok da uygun olmadığını görüyoruz.
O zaman mükemmel olmak için o kadar uğraşmamıza gerek yok....
“Attığın taş ürküttüğün kurbağaya deyecek” diye bir söz vardır ya. Hoşuma gider benim.
Mükemmele ulaşmak için sarfettiğimiz o emek, zaman ve kaynağı, o başarıyı elde etmek için çok daha azını harcadığımız zaman bile azı derkende itidalden bahs ediyoruz, bunun bize bir başarı ve mutluluk olarak döneceğini söylememiz muhal olmaz.
Özellikle de günümüzde annelerin kadınlar arasında anneliği öğrenebilmek, anneliğin gereğini yerine getirebilmek hususunda çok yoğun bir çabanın. Çok yoğun bir yönelimin olduğunu gözlemliyorum. Bunu memnuniyetle de gözlemliyorum. Ama aynı zamanda mükemmelliyetçi bir yaklaşımın da var olduğunu gözlemliyorum. Annelerin ve babaların özellikle de annelerde mükemmelliyetçilik gözlemlediğimiz bir olgudur. Mükemmel olmak için çok ciddi bir çaba sarf ediyorlar. Bu çaba ister istemez bir gerilim, bir stres meydana getiriyor. Ve oluşan bu stres, gerilim ne yazıkki sürece çok iyi yansımıyor.
Bununla beraber o öğrenme sürecinin getirmiş olduğu o stresin, o gerilimin yanısıra öğrendiklerini hayata geçirebilme çabasının da beraberinde getirdiği stress de söz konusu ne yazık ki. O streste o öğrendiklerimizden elde edebileceğimiz kazanımları bazen süpürüp götürebiliyor.
Çünkü hepimizin beyninde şablonlar var. modeller var. öğrendiğimiz her bilgi beynimizdeki o modeli, o şablonu daha da detaylı hale, ayrıntılı hale getiriyor. Ve beynimiz bu mutluluk ve başarı için bu modeli, bu şablonu hayata geçirmeyi bir zorunluluk olarak görür. Çoğu insanda bu böyledir.
Evet çoğu insan mükemmelliyetçi değildir ama çoğu insanda beyin bu modeli bu şablonu hayata geçirmeyi mutluluğun ve başarının bir önkoşulu olarak görür. Aksi takdirde kendisini güvende hissetmez. Özellikle de kaygılı insanlarda bu çok daha fazla belirgindir.
O zaman bu bilgiden hareketle mükemmelliyetçi insanların temelinde diğer insanlara kıyasla biraz daha kaygılı, hatta kaygı bozukluğu yaşayan insanlar olduklarını söylememiz pek de yanlış olmaz.
Çünkü beyinleri kendilerini pek de güvende hissetmemektedir. Kişi dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı açık olduğunu düşünmektedir. Ve bir başetme mekanizması olarak, bir savunma mekanizması olarak eğer mükemmel olabilirsem, eğer işimi dört dörtlük yapabilirsemk, eğer hatasız olabilirsem bu beni dış dünyadan gelebilecek saldıralara karşı korur ve güvenli hale getirir düşüncesiyle kişiyi mükemmel olamaya iter.
Kişi kafasındaki o şablonu hayata geçirmeye çalışır. Tabi o kitaplardan okuduğu, seminerlerden işitmiş olduğu o şablon, o model acaba ne derece kendi gerçeğiyle uyumlu.
Acaba o hayata geçirmeye çalıştığı o şablon eşinin gerçeğiyle, çocuklarının gerçeğiyle, ailesinin gerçeğiyle, hatta mensup olduğu o toplumun gerçeleriyle uyumlu. Bunu kişi çok fazla düşünemez. Beyin bunları düşünebilecek zekaya sahip değildir. Ki bu süreçte o büyük resmi görmemizi sağlayacak, bunun bize ve çevreye yansımalarını tespit etmemizi sağlayacak akıl ve vicdanımız devrede değildir.
Burada beyin derken daha çok alt beynimizi kast ediyoruz. Yani bilinçaltımızı kastediyoruz.
Ve kişi gerçekleşmesi son derece güç olan bir modeli hayata geçirmeye çalışıyor. Ve bunun için iç dünyasında var olan birçok engeli aşmak, iç dünyasında var olan bir çok kusuruyla uğraşmak durumunda kalıyor. Ve bu o kişinin kendisiyle çok yorucu, çok yıpratıcı bir mücadele içerisine girmesine neden oluyor.
Bununla birlikte kişinin o mükemmeli hayata geçirebilmesi, o mükemmel modeli var edebilmesi için çevresiyle de benzer bir mücadele içerisine girmesi gerekiyor. Çünkü o modelin hayata geçirebilmesi için çevresindeki insanların ona müsaade etmesi gerekiyor, çevresindeki insanların ona yardımcı olması gerekiyor. En azından engel olmaması, gölge etmemesi gerekiyor. Fakat eğer çevresindeki insanların gerçeği buna uygun değilse müsaade etmiyorsa bu sefer kişi mükemmeli var edebileceği, yakalayabileceği çevresel faktörleri var etme çabası içerisine giriyor. Bu da çevresiyle bir mücadele, bir sürtüşme, hatta bir kavgaya tutuşmasına neden olabiliyor.
Ve bakıyoruz, bir stres, kavga, sürtüşme var. Niçin bu? Mükemmeli yakalamak için.
Ki o mükemmel yakalandığında ne olacak? Her şey daha güzel olacak.
Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya deymedi..... Olmadı.....
Kaş yapalım derken göz çıkardık....
Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olduk....
Olmaz böylee..
Eğer biraz dikkatli olabilirsek, eğer bir planlama yapabilirsek, eğer zaaflarımız doğru tespit edip, dikkatimizi o zaaflarımız ortadan ( kısa vadede ) kaldırmaya çalışmak yerine, onları yönetmeye verirsek. Zaaflarımızı yönetebilme çabalarımızı daha uzun vadeye yayacağız.
Dolayısıyla acele etmemiz kendimizi geliştirme sürecinde kendi gerçeğimizi dikkate almamamız gereksiz yere gerilim yaşamamıza, kendimizle ve çevremizle gereksiz bir sürtüşme yaşamamıza neden olabiliyor. Ve iyi niyetle başladığımız mükemmelliğe ulaşma sürecinde kendimize ve çevremize ciddi anlamda zararlar verebiliyoruz.
Bu bağlamda biz diyoruz ki mutluluk ve başarı için mükemmel olmak gibi bir zorunluluğumuz yok..
Elbetteki tekamül, kendimizi rehabilite etme, iyiye ve güzele ulaşma bizim gündemimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. “iki günü bir olan ziyandadır” prensibine inanmış, iman etmiş insanlar olarak bu zaten bizim standart prosedürümüzdür. Bu tekamül gerçekleşene kadar bizim gerçekleştirmek zorunda olduğumuz çok ciddi vazifelerimiz var ve bunları şu halimizle başarmak durumundayız. O zaman bir yandan ideale ulaşma hususundaki çabalarımızı devam ettirirken öte yandan bu yükümlülüklerimizi yerine getirmeye yönelik zaaflarımızın neler olduğunu tespit etmek ve onları yönetmek durumundayız.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder