28 Nisan 2014 Pazartesi

ZAMAN ZAMAN GURUR YAPAR MISINIZ?

Karşımızdaki insanın söylemi ya da eylemi bizim gurur yapmamıza neden olabiliyor mu? Alınmamıza kırılmamıza neden olabiliyor mu?

A) hiç yok B) az C) zaman zaman D) çoğu zaman

Eğer şıkkınız D ise ciddi anlamda problem var demektir ve depresyon gibi, kaygı bozukluğu gibi psikolojik problemler yaşama ihtimaliniz bu soruya hiç yok Ya da az diyen insanlara kıyasla en az 2 kat daha fazladır.
Bununla beraber çoğu zaman, kimi zaman diyorsanız yani C şıkkını işaretlemiş iseniz orda da yine problem var demektir.
Çünkü bu soruda C Ya da D şıkkını işaretlemiş olmanız bizim gururlu birisi olduğumuzu gösterir.
Eğer alınganlık, kırılganlık, kırılma, gücenme gibi duyguları sıkça yaşıyor isek hatta bu küsmelere dönüşüyorsa bu bizim gururlu birisi olduğumuzu gösteriyor. Tabiki kibirli anlamında değil.

Elbetteki kişilik onurumuzu korumaya çalışıcaz. Kişilik onurunu korumak son derece fıtri, beşeri, insanı bir tavır iken, gurur yapmak o itidal olarak tanımladığımız kişilik onurunu korumak konusundaki hassasiyete kıyasla ifrat (aşırı) olarak değerlendirebileceğimiz bir durumdur.
Hayatın içerisinde karşılaştığımız olayların, maruz kaldığımız muamelelerin bizim üzerimizde nasıl bir etki meydana getireceğini büyük ölçüde biz belirliyoruz. Çoğu zaman hayatta nelerle karşılaşacağımızı biz tayin edemiyoruz. Fakat bu zahiren baktığımız zaman bir acziyet bir edilgenlik bir dezavandaj gibi görünse de arka planda yaşadıklarımızın bizim üzerimizdeki etkisini asgari düzeye indirebilecek içsel ve çevresel kaynaklara sahip olmamız o dezavantajı telafi ediyor. O zorluğun yanındaki bir kolaylık.......
Fakat gelin görünki kişinin gurur yapıyor olması kırılgan, çabucak gücenen bir bir yapıya sahip oluyor olması o yaşam olaylarının etkisini azaltmaya yönelik içsel ve çevresel kaynakları yeterince kullanamamamıza neden oluyor ve normal şartlar altında bize 70 sene 80 sene yetecek olan o bardak kısa bir süre içinde yani 20 li yaşların sonu 30 lu yılların başında dolup taşıyor.
Derken bir bakıyor kişi depresyon, kaygı bozukluğu ve panik bozuluk vb. Bir sürü istenmeyen rahatsızlıklarla yüz yüze kalmış.
O açıdan bir yandan hayatımızı düzene koymak, ilişkilerimizi daha sağlıklı hale getirmek, hususundaki çabalarımızı devam ettirirken, varsa geçmişten gelen genetik yatkınlığımız olabilir. Biraz kırılgan, biraz duyarlı olabiliriz. Bunun yanında hatalı ana baba tutumları bizde böyle bir gururlu yapıya neden olmuş olabilir. Maruz kaldığımız muameleler, çevresel etkiler bunu besleyip büyütmüş olabilir. Eğer böyle bir şey varsa hayatı düzene koymayı, ilişkilerimizi düzene koymaya, çalışmanın yanı sıra kendimizde de bir değişim, düzeltme, rehabilitasyon yapmaya çalışmaktan fayda vardır.

Problem sadece kendimizde olmaya biliyor. Karşımızdaki insanlarda da aşırı bir duyarlılık, alınganlık olabiliyor. Olur olmaz şeyleri gurur yapabiliyor. Buda bir problemdir.
O zaman onunla olan ilişkilerinizde biraz daha dikkatli olmak durumundasınız. Onu biraz daha korumak, onu biraz daha kollamak durumundasınız. Aksi takdirde farkında olmadan onda kırılmalara, gücenmelere neden olabilirsiniz. Hani derler ya “ tavşan daha küsmüş dağın haberi olmamış” size kalsa normal kabul ettiğiniz, insanlarla ilişkilerinizde sorun oluşturmayacak tarzınız, tavrınız o insan açısından sıkıntıya yol açabilir.
Yaptığınız bir espriden, şakadan alınabilir. Ya da iletişim sürecindeki bir hatanızı aşırı derecede büyütebilir.

Buna sebep olan şey kişiselleştirmedir. Bizim dilimize de bir deyim olarak geçmiştir “üstüne alınma” dır tabiri caizse.
Ortaya bir söz söyleniyor ve kişi üzerine alınıyor. Üstüne alınma derken kişiselleştirme yani o zaafı, o kusuru ki hepimizde kusurlar, zaaflar olabilir. Mükemmel değiliz. Mükemmel olmak gibi de bir zorunluluğumuz yok. Evet mükemmel olma yı kendimize bir hedef olarak önümüze koyabilir ve bu hedefe ulaşma sürecinde bir çaba, bir yönelim içerisinde olabiliriz. Bu güzel bir şeydir. Bu ilerlemeyi beraberinde getirir. Durağanlığa mani olur.
Fakat hayatta mutlu ve başarılı olabilmek için fiddünya ahiretin ve fiddünya haseneten e ulaşmak için mükemmel olmak gibi bir zorunluluğumuz olmadığının altını çiziyorum.
İtidal yani orta yol hayatta nasibimiz olan şeylere ulaşmamız açısından yeterlidir. Asli, fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarımızın karşılanması açısından yeterlidir.
Buna biz “ OPTİMİZASYON” diyoruz.
Kendimizi optimize etmek, hedeflerimizi optimize etmek hayatta mutlu ve başarı için yeterlidir.
Bu daha fazlasını elde etmek için çalışııp çabalamaya mani değildir. Çünkü asli ihtiyaçlarımız karşılanmıştır. Kişi daha fazlası için bakar emek,zaman ve kaynağa sahip olduğunu görürse ve o şeyin elde edilebilirliğine dair bir öngörüsü varsa ona yönelmesine de tabiki müsaade var.

Gelelim konumuza; işte bu insanlar kişiselleştirme yapıyorlar. Kendisine dokunulan, vurgulanan o zaafları kişilikle ilişkilendiriyorlar. Ve diyorlar ki “ bende bu zaaf varsa, bu benim zayıf birisi olduğumu gösterir”. “Ben de bu kusur varsa bu benim kusurlu birisi olduğumu gösterir”
“ Bende bu kötülük varsa bu benim kötü birisi olduğumu gösterir” inancına sahiptirler.
Dolayısıyla herhangi bir şekilde bu insanların zaaflarını dile getirmek, konuşmak o insanların bunları kişilikleriyle ilişkilendirerek sevilmedikleri, değer görmedikleri, kişiliklerinin değer görmedikleri şeklinde algılamalarına ve aşırı tepki göstermelerine neden olur. İşte biz buna gurur diyoruz.
Bununla beraber gururlu insanların kişiliğini çevreleyen, koruyan çok kalın, geçirgen olmayan, fazlasıyla duyarlı kırmızı çizgileri vardır.
Kişilik sınırları diğer insanlarınkine kıyasla çok daha belirgindir. Ve bu insanlar sınırlarını çok daha ileri yerlere çekerler.
Halbuki biz diyoruz ki, kişiler arası ilişkilerde rahat edebilmek için kişiliğinizin sınırlarını mümkün olduğu kadar geriye çekmeye çalışın diyoruz. Çünkü sınırlar ne kadar büyük olursa, ne kadar ileriden çekilirse o sınırlara yönelik tacizler, müdahaleler fazla olacaktır. Bu da insanlarla ilişkilerde gereksiz yere sürtüşmelere, kişiliğimizi korumak adına gereksiz yere emek, zaman ve kaynak harcamamıza, dikkatimizi dağıtmamıza neden olacaktır.
Daha küçük olması bizim daha huzurlu, daha rahat olabilmemiz açısından faydalıdır. Fakat gururlu insanlar bu sınırları olabildiğince geniş tutarlar. Ve duyarlıdır bu sınırlar. Bu sınırların geçilmesini bırakın yaklaşılması bile bu insanların alarm zillerinin çalmasına, huzursuz olmalarına neden olur. Ve tepkisel davranmalarına neden olabilir.
Dolayısıyla bu tip insanlarla muhatapsak bu insanların sınırlarının nereden geçtiğini çok iyi gözlemlemeli. Vel mümkün olduğunca o sınırlara yaklaşmamaya çalışmalıyız.
Benim belli bir yerim var oradan giderim derseniz eğer gereksiz yere karşılaşmak, polemiklere girmek, sürtüşmelere girme ihtimaliniz yüksektir.
Karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul etmek o insanların zaafları nelerse gerçekleri elverdiğince, kendi gerçeğimiz elverdiğince zaaflarına hürmet etmek, mümkün mertebe o zaaflara dokunmadan, dokundurmadan o insanla iletişimimizi yürütmenin çaresine bakmalıyız.
Ben gözümü kaparım dosdoğru yolumda giderim gibi bir yaklaşım ikili ilişkilerde çok sağlıklı, çok hoşgröülen bir yaklaşım değil.
Ki ben şahsen bu kişilerle ilişkimi asgari düzeye indiriyorum.

Diyelim ki bu gurur bizde varsa ne yapacağız?
Tabiki bu çözüm sınırlarımızı mümkün olduğu kadar geriye çekmek ve o kırmızı çizgileri kaldırmak.
Kişiselleştirmeyle ilgili biryargı vardır ya beynimizde kişilikle davranışın ve düşüncelerin bir bütün olduğu eğer kişilik, davranış ya da düşüncelerimizde bir zaafiyet varsa bu kişiliğin de zayıf olduğu anlamına geldiğine dair bir yargı vardı ya işte bu yargıyı değiştirmemiz gerekiyor. Bunun üzerinde birazcık düşünmemiz gerekiyor.
Bu öğrenilmiş bir şeydir. Bu mekanizmayı biz ya annemizden, ya babamızdan bunu gözlemleyerek öğrenmişizdir.
Dolayısıyla sizde gurur varsa, inciniyorsanız, kırılıyorsanız, bunun çocuklarınızda da görülme ihtimali yüksektir. Farkında olmadan onları da hayata karşı, hayatın etkilerine karşı kırılgan hale getiriyorsunuz demektir.
Bununla beraber aşırı derecede gururlu insanların çocukluklarına şöyle bir baktığımız zaman anne ve babaları onların kişilik sınırlarına Hiçbir şekilde hürmet etmemişler. Çevresindeki insanlar hiç hürmet etmemişler. Tabiri caizse o sınırlar yol geçen hanı olmuş. Bu da o insanların aşırı derecede duyarlılık göstermelerine neden olabiliyor.
Kişilik sınırlarına dikkat edilmiyor olması o çocukça tepkiselliğe neden olabiliyor.
Bazı durumlarda da bu anne ve babalar tamamen onursuzluğa neden oluyor. Hani yüzüne tükürsen yağmur sanan insanlar vardır ya onlar gibi olabilir.
Birisi terazinin bir kefesindeyse bu tip insanlarda terazinin öbür kefesindeler.
Burada da aynı durum vardır. Fakat burada bir tepkisellikle karşılanmamıştır. Tabiri caizse bu tavır içselleştirilmiştir. Çevresi çocuğun kişliğine Hiçbir şekilde saygı göstermiyor olmasına bağlı olarak çocukta kendisiyle olan ilişkisinde,kendi kişiliğiyle olan ilişkisinde saygısızca, fütursuzca bir yaklaşım sergiler. Kendi kişiliğine hürmet etmez. Başka insanların hürmetsizliğini de kaale almaz.
Her ikiside düzgün bir tavır değildir. Ne ifrat diyoruz - ne tefrit. Önemli olan güzel olan itidal.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

25 Nisan 2014 Cuma

ELEŞTİREL İÇ SESİMİZİ KONTROL ALTINA ALMA YÖNTEMLERİ

İç ses, zihnimizde var olan o düşünce akışının seslendirilmesidir.
Ki bazen doğruyu söyleyen bizi yönlendiren vicdanın sesi olan, sağduyunun aklın sesi olan o iç sesimiz, kimi zaman da şeytanın bir vesvese aracı Ya da içimizde var olan o olumsuz duyguların düşünceye dönüşmüş haline dönüşebiliyor. Ve rahatsız edici boyutlara gelebiliyor.
Özellikle de dış referanslı insanlarda ve işitsel ses duyarlılığına sahip insanlarda daha belirgin bir durumdur.

Eğer içimizde sürekli konuşan bir içsesimiz varsa ne yapacağız?

Uygulamamız RET ( Hızlı Göz Hareketleri);
Hani derler ya gözler kalbin aynasıdır. Gözlerle kalp arasında direkt bir ilişki vardır. Psikolojideki ilişki zihnimiz ile gözlerimiz arasındaki ilişki söz konusudur. Onun için göz hareketlerimiz zihinsel işleyişimize duyarlıdır. Nitekim şöyle bir dikkat ettiğiniz zaman düşünen bir insanın göz hareketlerine ki bazı insanlarda çok belirgindir o kişinin gözlerinin hareket ettiğini görürsünüz. Yukarıya, aşağıya, sağa, sola yönelik birhareket söz konusudur. Göz hareketleri ile zihinsel işleyişimiz arasındaki bağlantıya vurgu yapan deyimlerdir ve gerçekten de bilimsel gerçekliklere dayanmaktadır.
Özellikle işitsel olarak tabir ettiğimiz insanlarda göz hereketleri kulak hizasındadır ağırlıklı olarak. Adeta bu insanlar düşünme süreçlerinde kulaklarına fısıldanacak bir sesi, bir sözü duymaya çalışırmışcasına gözler iki kulak arasında hareket eder. Eğer geçmişe ait bir veri hatırlanmaya çalışılıyorsa,ses verisi hatırlanmaya çalışılıyorsa o kişinin gözlerinin (sağ elini kullanan insanlar için geçerli bu söylediğim) sol kulağa doğru hareket ettiğini görürüz. Bununla beraber geleceğe yönelik bir şeyi tasarlıyor ise sağ kulağa doğru hareket ettiğini görürüz. Hatta bu durum bazı insanlarda o kadar belirgindir ki, o kadar etkindir ki bu insanın beden duruşuna, baş duruşuna bile etki eder. Çünkü bir yandan göz temasını kaybetmemeye çalışmaktadır, ama öte yandan da düşünmeye çalışmaktadır. Gözünü karşıdaki insana dikse bu sefer düşünme süreçlerinde gözler zihinsel işleyişi takip edemiyecek. Dolayısıyla başını hafiften çevirir, hem karşıdaki insanla göz temasını korur öte yandan da gözleri ile kulakları arasındaki o hareketliliği sağlar kişi.
Bu görsel insanlarda da dokunsal insanlarda da benzer şekilde gerçekleşmektedir. Onlarda da yani görsel insanlarda göz hareketleri yukarıya doğru. Dokunsal insanlarda daha ziyade göz hareketleri aşağıya doğru oluyor.
Şimdi gözlerimizi hareket ettirmek suretiyle zihinsel işleyişimize etki edebilmemiz mümkün.
Öncelikli olarak Zihnimizdeki o düşüncelerin görüntü mü, ses mi, yoksa his verisi mi olduğuna bir karar vermeli.
Görüntü verisi ise, gözümün önünden kareler film şeridi gibi akıp gidiyor diyor iseniz, başınız sabit olduğu halde gözlerinizi yukarıya doğru kaldırın. Baş sabit gözler yukarda. Adeta tavana bakıyorsunuz. Ve başlıyorsunuz gözlerinizi bir silecek gibi sağa sola doğru hareket ettirmeye. Sağ-sol, sağ-sol, sağ-sol. Bir silecek gibi.
O esnada ne oluyor?; o esnada zihnimizdeki görüntüleri temizliyoruz. Bunu bir deneyin. Bunu yaparken bir şey düşünemediğinizi farkedeceksiniz.
Evet gözlerinizi hareket ettirdiğiniz zaman bir şey düşünemediğinizi farkedeceksiniz.
Mesela bunu karşımızdaki insanı o içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için de yapabiliriz. Özellikle karşımızdaki insan görsel ise. Diyelim ki o kişinin gözlerine bakıyorsunuz gözler sağdan sola hareket ediyor, bir şey düşünüyor. O esnada mesela elinizi ona doğru uzatıp yukarıya doğru hareket ettirdiğiniz takdirde gözü elinizdeki harekete bakacak ve yukarıya doğru hareket edecektir. Bu esnada eli takip ediyim derken göz zihinle olan bağlantıyı kaybedecek ve zihindeki o düşünce akışı duracaktır. Buna dayalı bir uygulama bu hızlı göz hareketleri.
Ne yapıyoruz dedik. Eğer zihnimizde görüntüler varsa başınız sabit olduğu halde gözlerinizi yukarıya doğru kaldırın. Baş sabit gözler yukarda. Adeta tavana bakıyorsunuz. Ve başlıyorsunuz gözlerinizi bir silecek gibi sağa sola doğru hareket ettirmeye. Sağ-sol, sağ-sol, sağ-sol. Bir silecek gibi. 3 – 5 veya 7 defa. Zaten eğer görüntü trafigi yoğun ise gözlerinizi hareket ettirmede güçlük çektiğinizi göreceksiniz. Hatta bazı durumlarda göz kasları yorulabiliyor ve göz ağrısı olabiliyor. Bu durumda kendinizi çok fazla zorlamayın. Bu hareketleri orta hızda yapacağız. Eğer gözler takılıyorsa hızımızı yavaşlatabiliriz.
Fakat herhangi bir takılma söz konusu değilse hızlı bir şekilde de yapabiliriz.
Sadece göz verileri yok ise bunun yanında ses verileri de varsa, özellikle de iç ses konuşmaya başlamışsa hiç iç sesinizle muhatap olmaya gerek yok. Hızlı göz hereketleri ile iç sesinizi susturabilir, zihninizdeki o düşünce akışını bir anda durdurabilir, tabiri caizse beyninizi resetleyebilirsiniz.
Bu uygulama beyni aç-kapa uygulaması olarak da tanımlanabiliyor.
Evet beynimizin içinde sesler var, çınlıyorlar. Bir ses var ve söyledikleri rahatsız edici. Hemen gözlerimizi hareket ettirmeye başlıyoruz. Kulak hizasında. Başımız yine sabit sadece gözlerimizi hareket ettiriyoruz. Adeta sağ kulağımızı görmeye çalışıyoruz. Sonra sol kulağımızı. Sağ-sol, sağ-sol, sağ-sol. Bir silecek gibi gözlerimizi hareket ettiriyoruz.
Eğer ses verileri yoğunsa güçlü duygular yoğunsa bilinki orada güçlü birses verisi var ve duygu da var. bu göz hareketlerini gözleriniz herhangi bir yerde takılmayana kadar yapacaksınız. 3 kere 5 kere vay 7 kere yapacaksınız bu hareketleri. Bu hareketleri yaptığınızda göreceksiniz ki beyniniz deki düşünceler kendiliğinden boşalacaktır. Bu düşünce akışının kesildiğini, bu düşünce akışına bağlı olan duygu durumundan da çıktığınızı göreceksiniz.
Hisler ve duygular da varsa ne yapacağız?
Görüntüleri temizledik, sesleri temizledik. Başımızı dik tutuyoruz yine ve gözlerimizi yere indiriyoruz. Başlıyoruz yere bakarken gözlerimizi sağa sola hareket ettiriyoruz. Yine 3 defa 5 defa veya 7 defa. Daha fazla da olabilir.
Yine eğer öyle yoğun hisler, duygular varsa gözümüz takılma eğilimi içine girecektir. Özellikle o takıldığımız yerlere dikkat ediyoruz. O takılma ortadan kalkıncaya kadar gözlerimizi sağa -sola hareket ettirmeye devam ediyoruz. Bunu yaptıktan sonra görüntüleri temizledik, sesleri temizledik, his verilerini de temizledikten sonra gözlerimizle geniş bir daire çiziyoruz. Sağdan sola 3 defa. Soldan sağa 3 defa geniş bir daire çiziyoruz. Ve ondan sonra işlem tamamlanıyor.
Tabiri caizse bir aynayı temizler gibi zihnimizi görüntülerden, seslerden ve hislerden temizliyoruz. Ve onların açığa çıkarmış olduğu duygulardan temizlemiş olduk.
Peki bu sesler görüntüler ve hisler zihnimizden temizlenmiş olması tamamıyle silinmiş olduğu anlamına gelmiyor.
Dolayısıyla iç sesimiz konuştuğunda Ya da zihniniz yoğun duygular altına girdiğinde bunlar görsel içerikli de olabilir, ses verisi Ya da his verisi şeklinde de tezahür edebilir. Bunun ayırımını yapmanıza hiç gerek yok. Yanısıra yoğun duygular da olduğunda hızlı göz hareketlerinizi yapacaksınız.
Bu uygulamayı günlük hayatınıza entegre ettiğinizde çok rahat ettiğinizi göreceksiniz. Bundan ziyadesiyle istifade edeceksiniz. Basit bir uygulama her yerde yapabilirsiniz. Otururken, ayaktayken, yatarken, yeri ve zamanı hiç önemli değil. İlla usule çok da riayet etmek zorunda değilsiniz.
Sonuçta gözlerinizi kontrolsüzce hareket ettirerek de bunu yapabilirsiniz. Fakat biz işi daha sistematik şekilde anlatıyoruz. Sizler kendinizden de birşeyler katabilirsiniz. Mesela kalem kullanabilirsiniz. Çeşitli şekillerde bu uygulamayı zenginleştirebilmek mümkün.
Fakat uygulamanın temeli zihnimizde üşüşmüş olan görüntü, ses ve his verilerini zihnimizden temizlemek, zihnimizi boşaltmak..
Özellikle iç ses söz konusu olduğu zaman bu uygulamayı yapacağız. İç ses söz konusu olduğu zaman sağ- sol, yukarı- aşağı hareket ettirmemize gerek yok çünkü ağırlıklı olarak ses verileri zihnimizde dönüp dolaşıyor. Kulak hizasında yapmamız yeterlidir. Sağa sola hareket ettirmek, 3-5 Ya da 7 kere hareket ettirmek. Bıraktığınız zaman göreceksiniz ki iç sesiniz konuşmayı bırakmış vaziyette. Kurtuldunuz artık iç sesten.
Bunu dikkatiniz dağıldığı zaman da yapabilirsiniz. Özellikle de öğrenci kardeşlerimize bu uygulamayı tavsiye ediyorum. Sınav esnasında, ders çalışırken, kitap okurken, namaz kılarken, kuran okurken, dikkatimiz dağıldığında hemen hızlı göz hareketlerini yapabiliriz.
Göreceksiniz ki bittikten sonra dikkatinizi kaldığınız yerden, güçlü bir şekilde kendinizi teksif edebildiğinizi. Odaklayabildiğiniz göreceksiniz. Ve kalmış olduğunuz işe kararlılıkla devam edebildiğinizi göreceksiniz.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

20 Nisan 2014 Pazar

ELEŞTİREL İÇ SESİMİZ

Hepimiz günlük hayatımız içerisinde zaman zaman içimizde konuşan, kimi zaman doğru şeyler söyleyen bizi ikaz eden, yol gösteren, kimi zaman da bizi gereksiz yere eleştiren suçlayan, canımızı sıkan, moralimizi bozan iç sesimizden yakınmışızdır.
İç ses hemen hemen her insanda görebileceğimiz, karşılaşabileceğimiz bir durum. Özellikle de işitsel özellikli insanlarda çok daha belirgin yaşanan bir olgu.
Her ne kadar elektrel iç ses daha ziyade işitsel olarak tanımladığımız kişilerde belirginse de hemen hemen herkez de zaman zaman olabilecek bir durum.
İç ses esasında zihnimizde var olan düşüncelerin seslendirilmesidir. Tabiri caizse hani haber leri izleriz bazen alttan alt yazılar geçer ve görsellerle desteklenir ama seslendirilmezler. Bezen de o alt yazılar bir spiker tarafından seslendirilir. Zihnimizdeki düşüncelerde benzer şekilde zihnimizden geçmektedir. Saniyede ortalama bir düşünce. Zihnimizde çok yoğun bir düşünce akışı vardır. Bu drüşünceler kimi zaman görüntüler olarak geçer. Kimi zaman ses verileri olarak geçer. Kimi zaman da his verileri olarak geçer.
Görsel insanlarda düşünme daha ziyade görüntüler aracılığıyla gerçekleşir. Bununla beraber ses verileri ve his verileri de o görüntülere eşlik etmektedir.
İşitler insanlarda düşünme ağırlıklı olarak ses verisi halinde kendini gösterirken, dokunsal olan insanlarda düşünceler bedenden gelen hisler aracılığıyla gerçekleşir.

Bu düşünce akışında var olan o ses verilerinin seslendirilmesine biz iç ses diyoruz.

Özellikle dış referans olarak tanımladığımız kişilerde sıkça karşılaştığımız bir olgudur içses. Dış dünyadan gelen uyarıcılara özellikle de insanlardan gelen uyarıcılara fazlasıyla duyarlı, yönerge almaya, tarif almaya, talimat almaya fazlasıyla ihtiyaç duyan insanları kast ediyoruz dış referanslı olarak.
Kimdir bu insanlar; bu insanlar her ne kadar genetik yönelim olsa da daha ziyade çocukluk döneminde fazlasıyla anne baba, çevre müdahalesine maruz kalmış, kalıplayıcı ailelerde yetişmiş, kendisine yapması gerekenlerle ilgili olarak ziyadesiyle talimat verilmiş insanlardır.
Tabiki bunlar çocukluk döneminde daha fazla oluyor. Kişinin zaman içerisinde büyümesiyle beraber ona yönerge veya talimat veren insanlar sayısı git gide azalıyor. Fakat bir şekilde beyin ona ihtiyaç duymaya devam ediyor. Bu sefer dış dünyadan alamadığı o talimatları kendi iç bünyesinde halletme eğilimi içerisine giriyor ve başlıyor düşüncelerini seslendirmeye.
Daha ziyade iç sesinden yakınan insanlara bakacak olursak, ki konumuz eleştirel içses, bu insanlar o içsesin konuşma tarzının daha ziyade annelerinin ve babalarının konuşma tarzına benzediğinden yakınırlar. Eğer anne ve babanın eleştirel bir yaklaşımı varsa, kalıplayıcı bir yaklaşımı varsa, suçlayıcı, yargılayıcı yaklaşımı varsa, korumacı yaklaşımı varsa, içimizdeki o sesin de benzer yaklaşımda olduğunu farkederiz.
Adeta anne ve babamızı taklit etmektedir içimizdeki ses.

Peki içimizdeki bu sesin kaynağı nedir?
Bizler homojen bir yapı değiliz. İçimizde çok farklı yapılar, unsurlar var. bunlar otonom ( özerk) çalışma eğilimi içerisinde. Mesela, akıl. Beynimizin korteks olarak tanımladığımız yüzeyini kaplayan 1 cm kalınlığında gri maddeden yapılmış ve nöron olarak zengin yapılmış bölgesinde çalışır akıl.
Mesela vicdan. Vicdan da yine aynı şekilde aynı yerde faaliyet gösteren bir yapıdır. Otonom ve özerk bir yapıdır.
Bununla beraber alt beynimizde yer alan limbik sistem özellikle de duygularımızn oluşumunda belirliyici rol oynayan o yapı. Yine o yapıda iç sesimizin oluşumunda önemli bir etkiye sahiptir.
Bununla beraber bizler şeytanın da düşüncelerimizin oluşumunda önemli bir etken olduğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra hadisi şeriflerden öğrendiğimize göre şeytanın o söylemlerini engellemeye yönelik bir meleğin de iç dünyamızda varlığını ve bize doğruyu, hakikati fısıldadığını da yine biliyoruz.
Baktığımız zaman 5 farklı unsurdan bahsediyoruz ki bunları arttırmamız mümkün. Bunlar normal şartlar altında zihnimizdeki düşünce akışına etki eden içsel faktörlerdir.
Bununla beraber çevresel faktörlerde içimizdeki o düşünce akışına bir şekilde etki etmektedir. İşte bu içsel faktörlerin zihnimiz de göndermiş olduğu bu düşünceler özellikle dış referanslı ve işitsel insanlar tarafından adeta bir spiker tarafından seslendirilme eğilimi taşır. O aşamadan itibaren içimizde hep birileri konuşur.
Kimi zaman o vicdanın sesidir, sağduyunun sesidir.
Kimi zaman şeytanın veya nefsin vesvesesi olarak tanımlanır.
Kimi zaman ise aklın sesi olarak tanımlanır.
Farklı tonlarda olabilir. İçimizde kendi sesimizle de konuşuyor olabilir, bir başkasının sesiyle de konuşuyor olabilir. Erkek sesi de olabilir, bayan sesi de olabilir. Kimi zaman tek bir merkezden konuşur, kimi zaman de farklı merkezlerden konuşur. İçimizdeki bu sesi ayırt etmek durumundayız. Onu yönetmek durumundayız. Çünkü çoğu zaman onu ortadan kaldırmak çok da olanaklı olmayabiliyor.
Ne diyoruz; değiştiremediğimiz şeyleri yöneteceğiz......
Hani derler ya ilmi kimden aldığınıza dikkat ediniz. Aynı şekilde iç dünyamızda da bilgi akışı var. bu bilgi akışına etki eden faktörler söz konusu. iç dünyamızın bu saydığımız hangi unsur tarafından manipüle edildiğini, etkilendiğini göz önünde bulundurmak ve o iç sesimizi bundan hareketle değerlendirmek ve dikkate almak durumundayız.
Bizler iç sesimize doğrudur Ya da yanlıştır demek ziyade o sesin ne söylediğine odaklanmak durumundayız. Çünkü o ses bizi iyi tanıyan bir ses. Ve bir şekilde bizim bir parçamız. Ve kendince önemli gördüğü bir hususta bizi değiştirme, bizi etkileme çabası içerisinde. Onu tamamen doğru olarak addedip dikkate almak bizi yanıltacağı gibi, onu tamamıyle bir vesvese olarak görüp Hiçbir şekilde dikkate almamak, söylediklerini kaale almamak da kişinin kendinden kopmasına ve kendisiyle ilgili önemli bir çok hususu atlamasına yol açabilir.
Burada ne tamamen kabul etmek ne de tamamiye red etmek yerine orta bir yol takip etmek çok daha akıllıca bir yöntem olacaktır.
Eleştirel iç sesimizi bastırmak yerine onu varlığımızın bir parçası olarak görmek çok daha sağlıklı bir yaklaşım.
Ki, kimi insanlar içindeki o sesle kavga yoluna gidebiliyorlar. Ve bu o kişinin dikkatinin ciddi anlamda dağılmasına ve o içsel enerjisinin, kendisiyle olan o mücadele sürecinde harcanıp gitmesine neden olabiliyor.
Bununla beraber tamamiyle ona Müsaade etmek ve onun içimizdeki konuşmasına kayıtsız kalmak ne yazıkki istemediğimiz, olumsuz sonuçlara yol açabiliyor. Kişinin kendisine olumsuz olarak bakmasını etkileyebiliyor. Öz benlik algısını zedeleyebiliyor. Öz saygı duygusunu olumsuz yönde etkileyebiliyor.
Genellikle içimizdeki o ses anne ve babamızı taklit etmesinden dolayı kişiliğimizi eleştirme yönelimi içerisindedir.
Onun söylediklerinin hangi konularda doğru söylediklerini tespit edip onların hangi davranışlarımızla, hangi duygu vedüşüncelerimizle ilgili olduğunu anladıktan sonra onu kişiliğe değilde kişiliğin ürünü olan davranışlara yöneltmek çok daha akıllıca, daha sağlıklı bir yöntem olacaktır.
Dolayısıyla iç sesimiz konuşmaya başladığı zaman onu susturmaya çalışmak yerine Ya da onun söylediklerinin tamamının doğru olduğunu kabul edip boyun eğmek yerine şöyle bir diyalog çok daha sağlıklı bir diyalog olacaktır.

_ Ey iç sesim!
Söylediklerini dikkate alıyorum. Ve önemsiyorum. Yapmış olduğun eleştiriler yersiz değil. Çünkü sen beni tanıyorsun. Benim bir parçamsın, beni biliyorsun. Bu eleştiriler konusunda kendimi temize çıkartacak değilim. Bende bu eleştirilerin bir çoğunu kabul ediyorum. Ben de bunlardan muzdaripim. Ve bu yönlerimi düzeltme çabası içerisindeyim. Bununla beraber kişiliğime yönelik eleştirileri kabul etmiyorum. Bu eleştirdiğin hususlar beni tanımlamaz. Çünkü benim kişiliğimi oluşturan artı özelliklerim var. benim kişiliğimle ilgili olarak bir yargıya varman için yüz tane sorunun cevabını vermen gerekiyor. Bunlardan 20 si değerlerimizle ilgili. 20 si yargılarımızla ilgili. 20 si düşüncelerimizle ilgili. 20 si duygularımızla ilgili. 20 si de davranışlarımızla ilgili. Sen resmin sadece bir parçasından bahsediyorsun. Fakat o parçadan hareketle bütünle ilgili yargıya varmamız hiç de sağlıklı olmayacaktır. Ben de oparçadaki aksaklığı kabul ediyorum. Reddetmiyorum. Fakat bundan hareketle aşırı genelleme yaparak resmin bütünüyle ilgili bir yargıya varmıyorum.
Diyerek iç dünyamızda var olan eleştiriye karşı böyle bir bakış açısı sergilemek hem iç sesimizden gelen ikazları göz ardı etmememiz, dikkate almamız, çeşitli düzenlemeler yapmamız açısından faydalı olacaktır. Bir yandan bunu yaparken de o iç sesin yıpratıcı etkisinden kendimizi korumayı olanaklı hale getirecektir.
Tabi kendi iç sesiyle ilişkilerinde, o eleştirel, suçlayıcı iç sesiyle bu bakış açısını geliştiren, o eleştirileri olgunlukla karşılayabilen insanlar dış dünyadan gelebilecek eleştirel yaklaşımları da yine olgunlukla karşılayıp yıpranmadan, örselenmeden, gerekesiz tepkiler ortaya koymadan o eleştirilerin ışığı doğrultusunda kendilerini geliştirme süreçlerine yön vermeyi başarabileceklerdir.
İç sesiyle uyumlu olmayı başaramamış, iç sesiyle kavgalı, o eleştirel iç sesinin söylediklerini red etme eğilimi olan insanlar dış dünya ile olan iliştilerinde özellikle de kendilerine yönelik o eleştirel yaklaşım söz konusu olduğunda da uyumsuzluk sergileme, aşırı reaksiyonlar gösterme ve eleştirileri kabul etmeme eğilimi içerisindedir.
Her ne kadar kişiliği korumaya yönelik bir çaba olarak ortaya çıkmış olsa da bu yaklaşım bu tavır kişinin gerek iç dünyasından gerekse de dış dünyasından kendine yönelik o ikazları göz ardı etmesine yönelik olması hasebiyle bizim tarafımızdan hiç de sağlıklı bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Dolayısıyla iç sesimizi bastırmaya çalışmak onunla gereksiz bir mücadele içerisine girmek yerine yönetmek kaydıyla ve şimdilik onun varlığına göz yummak, müsaade etmek ve o eleştirel iç sesimizi kendimizi tanıma, bilme, eksiklerimizi tespit etme sürecinde bir veri kaynağı olarak fakat aklın ve vicdanın süzgecinden geçirilmesi gereken bir yaklaşım sergilemek çok daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır.
Bunu kendi iç dünyamızda başardığımız takdirde dış dünya ile olan uyumumuzda artırıcı bir unsur olacaktır.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

19 Nisan 2014 Cumartesi

GÖRSEL, İŞİTSEL, DOKUNSAL BEYİNLER

Beynimiz ağırlıklı olarak görüntü, ses ve his verilerini işler. Bazı beyinler görüntülere duyarlıdır. Görüntü işleme kapasitesi oldukça gelişmiştir. Dış dünyadan gelen görsel verileri daha ziyade işlemek suretiyle düşünme, karar verme ve anlamlandırma süreçlerini gerçekleştirir. Bazı beyinler ses duyarlıdır. İşitsel olarak tabir ettiğimiz beyinlerdir bunlar. Dış dünyadan gelen ses verilerine duyarlıdır. Düşünme karar verme, hayatı anlamlandırma, bilgiye ulaşma süreçlerinde ses işler bu beyinler. Bunların ses işlemcisi çok daha gelişkindir. Birde his odaklı beyinler vardır. Dokunsal ya da kinestetik olarak tanımladığımız. Bu beyinlerde bedenden gelen his verilerine odaklıdır, duyarlıdır. Düşünme karar verme, hayatı anlamlandırma, bilgiye ulaşma süreçlerinde hisler işler bu beyinlerde.

Bu görsellik, işitsellik ve dokunsallık özellikle kişiler arası ilişkilerde nasıl belirleyici, nasıl etkilidir.
Yıllar önce hatırlıyorum bir çift bana evlilik terapisi için başvurmuştu. Eşler arasında müthiş bir iletişim bozukluğu var. esasında her ikiside birbiriyle iletişim kurmaya fakat bir şekilde o iletişimi bir şekilde sağlamış değiller. Her ikiside bir diğerinin kendisini anlamadığından şikayet ediyordu. Böyle bir iletişim sorunu söz konusu olduğunda bizler eşlerin temsil sisteminin beyinlerinin hangi veriyi işlemeye daha duyarlı olduğunu tespit ediyoruz. Neticesinde kadının görsel olduğunu, erkeğin ise dokunsal olduğunu tespit ettik. Görsel kişiler dış dünyadan gelen görsel verilere daha duyarlı olan insanlardır. Dokunsal olanlar ise his verilerine daha duyarlı olan insanlardır. Dokunsal olan kişinin beden duruşuna baktığımız zaman da biraz daha kendi bedenine odaklı, biraz da hafif kamburumsu bir duruşdur. Görsel insanların duruşuna baktığımız zaman ise daha diktir, başları yukarı doğrudur, gözler yukarıya doğrudur. Aynı insan düşünün aynı yere bakmıyor. Birisi farklı bir yere bakıyor, diğeri farklı bir yere bakıyor. Aynı ortamı palaşıyor, aynı etkinliği gerçekleştiriyor, belki o esnada birbirleriyle de konuşuyorlar, beden duruşları ve bakışları farklı yerlere odaklı.
Görsel olan bayan eşinin son derece dağınık olduğundan, evi derli toplu tutma konusunda dikkatli olmadığından, sevgisini ona ifade etmediğinden yakınıyor.
Aynı şekilde dokunsal olan eş ise, eşinin fazlasıyla düzen takıntısının olduğunu, kendisinin evi derli toplu tutmak için yeterince gayret gösterdiğini fakat eşinin bunu yeterli görmediğini, ve üstüne üstlük sevgisini ona bir şekilde göstermeye çalıştığını ifade ediyor. Her iki taraftada çaba var fkaat her iki tarafta da bir iletişim bozukluğu ve sevgi yoksunluğu söz konusu.
Şimdi mesele ney?
Dokunsal olan insanlar iletişim esnasında kendisine dokunulmasını isterler. Aynı şekilde düşüncelerini de duygularını da karşı tarafa dokunarak iletirler. Fakat ne yazıkki kadının beyni bu dokunmaları iletişim sürecinde kayda değer olarak görmüyor.
Kadının istediği de konuşurken gözlerinin içine bakması. Karşısındaki insanın sevgisini gözlerinde görmek istiyor. Yüzünde o ifadeyi görmek istiyor. Tabiri caizse kadın o sevgiyi görmeye, adam ise hissetmeye çalışıyor. Birbirleriyle olan iletişim sürecinde de kadın sevgisini göstermeye çalışıyor, adam da ona sevgisini hissettirmeye çalışıyor. Erkek sevgisini kadına hissettirmeye çalışırken, ne yazıkki kadının beyni hislere duyarlı değil, kadın sevgisini göstermeye çalışırken erkeğin beyni görüntülere duyarlı olmadığı için iletişim kesiliyor.
Karşımızdaki insanlarla iletişim kurarken onun hangi iletişim sistemini kullandığını bilmemez gerekiyor ki, ona uygun iletişim verilerini iletebilelim ve sağlıklı bir iletişim kurabilelim.

Karşımızdaki insanın temsil sisteminin ne olup olmadığını nasıl anlayacağız?

Karşımızdaki insanın göz hareketleri son derece önemlidir. Görsel insanların göz hareketleri daha ziyade yukarıya doğrudur.
Mesela çocuğunuzun temsil sistemini anlamak için ona bugün okulda hangi dersler vardı diye bir soru sorun. Çocuğun gözü eğer yukarıya doğru hareket ediyor ise, o çocuğun görsel olduğuna hükmediyoruz. Hatta ve hatta doğru söyleyip söylemediğini de karşımızdaki insanın göz hareketlerinden anlayabiliriz. Sağ ellerini kullanan insanlar geçmişe ait birşeyler hatırlamaya çalışırlarken göz hareketleri sol yukarıya doğrudur. Eğer sağ yukarıya bakıyor ise muhtemelen bir şey kurgulamaya çalışıyor demektir. Tabiki sağ yukarıya bakıyor olması illa da yalan söylüyor olduğu anlamına gelmez. Bazen bilgiyi alır ama o bilgiyi nasıl ifade edeceği hususunda da sağ yukarıya bakıp kurgulama yapıyor olabilir. Onu iyi ayırt edebilmek lazım.
Fakat bu yinede karşımızdaki kişinin durumuyla ilgili bize bir bilgi sunar.

İşitsel insanlar ise daha ziyade göz hareketleri kulak hizasındadır. Bir soru sorduğumuz zaman adeta kulağına fısıldanacak bir sesi duymaya çalışıyormuşcasına gözünün kulağına doğru gitttiğini görürsünüz. Hatta bu insanların baş duruşları biraz farklıdır. Adeta yan yan dururlar. Görsel insanlarda yan yan bakarlar.
Özellikle çocuklarda daha belirgindir bu durum. Zaman içerisinde göz hareketleri ve baş hareketleri toplum tarafından çok fazla kabul görmediği için biz yetişkinler o göz hareketlerimizi sınırlamayı beceriyoruz. Ama çocuklar da bu durum daha belirgindir.
Dokunsal insanların göz hareketleri ise aşağıya doğrudur. Gözler genellikle sağ aşağıya bakma eğilimi içerisindedir.

Dolayısıyla karşımızdaki insanın göz hareketleri, beden ve baş duruşu işitsel mi, görsel mi, dokunsal mı olduğunu anlama sürecinde biz çok önemli bir bilgi sunuyor. Tabiki en güzeli her üç temsil sistemini de karşılayacak tarzda bir iletişim kurabilmek.
Bu yüzden Musafaha ve kucaklaşma önemlidir. Fakat bunları yaparken karşımızdaki insanın temsil sistemlerini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Ayın şekilde göz temasında bulunmalıyız çünkü karşımızdaki insan görsel ise karşımızdaki ansan bizim hareketlerimize çok duyarlıdır., ses tonumuz, vurgularımız, özellikle işitsel insanlar için çok önemlidir.
Bunların her üçüne de dikkat ettiğimiz takdirde karşımızdaki insanla özellikle de eşimizle, çocuklarımızla, anne ve babamızla iletişim sürecine azami derecede dikkat etmiş olur. Çok kaliteli, çok verimmli iletişim gerçekleştirmiş oluruz.
Söz konusu olan çocuklar olduğunda olay sadece iletişimden ibaret kalmaz aynı zamanda çoukların beyinlerinin her üç tarz veri işleme kapasitesini geliştirmiş oluyoruz.

Dolayısıyla çocuklarımızı mümkün olduğu kadar dokunarak iletişim kurmaya çalışalım.
Dokunmaya duyarlı bir kişi söz konusu ise o kişi büyük bir ihtimalle dokunsaldır. Onunla iletişim sürecinde ona dokunurken çok dikkatli olmamız gerekiyor. Gereksiz dokunuşlar o insanları rahatsız eder.
Bununla beraber planlı programlı düzenli dokunuşlar sırtını hafifçe okşamak, omzuna elimizi koymak, musafaha ederken elini sıkıca sıkmak, kucaklamak vs.. böyle planlı ve programlı yapılan dokunuşlar ise o insanı memnun eder ve sağlıklı bir iletişim kurulmasına vesile olur.

Dolayısıyla her üç işletim sistemini içeren bir iletişim çok güzel neticeler verecektir.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

BEYNİN İŞLETİM SİSTEMLERİ

Beyin, bilgisayarların çalışma şekline benziyor. Daha doğrusu bilgisayarlar beyine benziyor. Micro softun kurucusu Bill Geytz, Windowsu oluşturma sürecinde, masa üstü bilgisayarların tasarlanması sürecinde, windowsla temel teşkil eden dows sisteminin oluşturulması sürecinde ciddi anlamda nörologlarla ve psikologlarla çalıştığını biliyoruz.
Beynin çalışma tarzını modellediklerini biliyoruz. Yazılımcılar, bilgisayar üzerine çalışan büyük firmalar yoğun olarak nörolojinin, psikolojinin, psikiyatrinin insan beyninin verilerinden faydalanmakta. Tabiri caizse insan beynini taklit etmeye çalışmaktalar.
Bazı beyinler vardır. Onlar görüntü duyarlı beyinlerdir. Bazıları ses duyarlı beyinlerdir. Bazıları ise his duyarlı beyinlerdir.
Bu görüntü duyarlı beyinlere bizler görsel beyinler diyoruz.
Ses duyarlı beyinlere işitsel, his duyarlı beyinlere ise dokunsal veya kinestetik beyinler diyoruz.

Görüntü duyarlı beyin derken; Beyin çalışma sürecinde veri işler. Görüntü duyarlı beyinler daha ziyade görüntü işleme kapasitesi gelişkin olan beyinlerdir. Dış dünyadan gelen verileri özellikle de görsel verilere duyarlı, onlar aracılığıyla hayatı anlamlandırmaya çalışan, onlar aracılığıyla düşünme süreçlerini gerçekleştiren beyinlerdir.

İşitsel beyinler ise; daha ziyade ses verilerine duyarlı olan beyinlerdir. Dış dünyadan gelen ses verierini duyumsama, algılama eğilimi içerisinde olan, düşünme ve karar verme süreçlerinde de ses verileriyle çalışan beyinlerdir bunlar.

Birde his duyarlı beyinler vardır; hisler nerede oluşur? Bedenimizde oluşur. Dış dünyanın bedenimiz üzerinde getirmiş olduğu etkilere duyarlı olan ve bu etkiler aracılığıyla bu hisler aracılığıyla düşünme ve karar verme süreçlerini gerçekleştiren beyinlerde dokunsal, diğer bir deyişle kinestetik beyinlerdir.

Mesela ben ağırlıklı olarak görsel bir insanım. Bir insanla tanıştığım zaman o insanın yüzü kolay kolay hatırımdan silinmez. Buna duyarlıyımdır. O insanla ilgili verileri kaydederken görüntüsü, verdiği resim, beden duruşu, beden dili benim için çok daha önemlidir. Fakat o kişiden gelen ses verileri benim dikkatimi çok fazla çekmez. Çünkü beynim sese çok fazla duyarlı değil. Bundan dolayı tanışma esnasında o kişinin ismini Birkaç kere sorma ihtiyacı hissederim. Çünkü beynim o anda gelen ses verisini dikkate almıyor. O kişiyle ilgili bir dosya oluşuyor beyinde ve o dosyaya bazı veriler kaydediliyor. Fakat kaydettiği veriler ağırlıklı olarak görüntü içerikli veriler. Daha ziyade görüntülere odaklandığı için o esnada gelen ses verilerini dikkate almıyor.
Bununla birlikte bazı insanlar işitseldir. Mesela benim eşim işitseldir. Ses duyarlı bir insandır. Oda daha ziyade dışarıdan gelen ses verilerini dikkate alma eğilimi içerisindedir. İşitsel insanlar bir kişiyle tanıştıklarında o kişiyle ilgili bir dosya oluşturuyorlar. Aynen telefon defterinde o kişiyle ilgili verileri doldurmaya benzer şekilde. Ve bu verileri daha ziyade gelen ses verilerinden hareketle oluştururlar. Daha sonra okişiyi hatırlama sürecinde de o veriler kullanılır. İşitsel olan insanların karşılarındaki insanı hatırlayabilmesi için onun sesini duymaya ihtiyacı vardır. Aynı şekilde görsel olan insanların da o kişiyi hatırlayabilmesi için o kişiyle ilgili görüntü verilerine ihtiyacı vardır.
Görme yeteneğini kaybetmiş insanların beyinleri görüntülendiğinde o atıl kalan görüntü bölgelerinin ses işleme bölgeleri tarafından kullanıldığını, aktif olduğunu görüyoruz.
O araştıra esnasında ses geldiğinde normal şartlar altında görüntülerin oluşmasında sorumlu olan bölgelerin aktif hale geldiğini görüyoruz. Halbuki görüntü yok. O bölgeler artık görüntü verisi gelmediği için ses verisi işleyen yapı tarafından kullanılmaya başlanmış.

Bununla birlikte birde dokunsal, kinestetik olarak tabir ettiğimiz insanlar vardır. Bunlar da his verilerine duyarlıdır. İletişim süreçlerinde bu insanlar dokunmak isterler ve kendilerine dokunulmasını isterler. Bir insanla ilgili verileri kaydederken tanışma esnasında o insanın üzerinde bıraktığı etkiye odaklıdır. Elini nasıl sıkmıştır, kucaklaşmışmıdır, bedeni üzerinde nasıl bir etki meydana getirmiştir. Daha ziyade ona odaklıdır. Beyin görüntü ve ses verilerinden daha çok his verilerini işlemeye eğilimlidir.

Bir çocuk dünyaya geldiğinde bu işletim sistemlerinden hangisi daha belirgin bir şekilde dünyaya geliyor?

Bir bebek dünyaya geldiğinde bu 3 işletim sistemini de kullanır durumda dünyaya gelir.
Fakat zaman içerisinde bir işletim sistemi diğerine daha baskın hale gelir. Tabi burada genetik yatkınlığın yanı sıra anne ve babanın iletişim tarzı da önemli rol oynamaktadır.
Eğer çocuğa çok fazla temas yok ise, dokunulmuyor ise,dokunularak sevilmiyor ise, o zaman his işleme verilerinde bir düşüklük meydana gelmesini bekleriz.
Ya da çocukla yeterince konuşulmuyorsa, işitsel veriler aracılığıyla iletişim kurulmuyorsa bir müddet sonra o çocuğun ses işleme kapasitesinin azalmasını bekleriz.
Ya da görsel anlamda çok fazla uyarıcı almıyorsa, evden dışarıya çıkılmıyorsa, farklı yüzler görmüyor ise, televizyon karşısında çok fazla tutuluyor ise o çocuğun zaman içerisinde beyninin görüntü işleme kapasitesinin azalmaya başlamasını, görsel özelliklerinin dumura uğramasını bekleriz.
Dolayısıyla özellikle de çocuklarla iletişim kurarken her üç temsil sistemini kullanarak iletişim kurmak, her üç temsil sisteminin gelişmesini sağlayacak ve beynin veri kullanma kapasitesini arttıracaktık.
Beyin bir yandan görüntü verilerini, biryandan ses verilerini, bir yandan da görüntü verilerini işler. Dış dünyadan gelen verilerin hemen hemen tamamını karar verme sürecinde, hayatı anlamlandırma sürecinde kullanıyor. Böyle bir beynin işlem kapasitesi diğer beyinlere kıyasla çok daha gelişkin olacaktır.
Eğitim sistemide her üç veriyi içeren eğitim sistemi olmak durumunda. Ne yazıkki yakın zamana kadar bizim eğitim sistemi daha ziyade işitsel verilere yani öğretmenin anlatttıklarına daha duyarlı bir eğitim sistemiydi. Şimdi son dönemlerde yavaş yavaş teknolojinin eğitim alanına girmesiyle beraber görsel veriler, görüntülü iletişim çeşitli videolar, fotoğraflar, görseller ağırlıklı olarak kullanılmaya başlandı. Ama ondan önde daha ziyade öğretmen anlatıyordu öğrencide dinliyordu. Dolayısıyla bu eğitim sistemi görsel ve dokunsal özellikler taşıyan öğrenciler açısından çok sağlıklı değildi. Zaten dikkat dağınıklığı yaşayan öğrencilere bakalım; bunların daha ziyade işitsel değil,görsel ve dokunsal özelliklere sahip öğrenciler olduklarını saptarız. Çünkü öğrencinin anlattığı şeyi işleyebilmesi için beyin o ses verilerini görüntü verilerine dönüştürme eğilimi içerisindedir.
Mesela görsel olduğumdan bahsettim ya ben insanlarla konuşurken dudak okuduğumu farkettim. Yani o insanla iletişim sürecinde o insandan gelen ses verilerini değil de görüntü verilerine odaklanıyorum. Eğer bir şekilde o insanın yüzünü göremiyorsam rahatsız hissediyorum. Çünkü o ses verileri yeterli değil. O zaman beynim ses verilerini görüntü verilerine dönüştürmeye çalışıyor.
Benzer bir durum eğitim alan çocuklar içinde geçerli oluyor. Beyin gelen ses verilerini görüntüye çevirmeye çalışıyor. Fakat bu esnada beyine ikinci bir yük biniyor. Ve bu o çocuğun zihninin yorulmasına ve dikkatinin zaman içerisinde dağılnmasına neden oluyor.
Benzer bir durum dokunsal özellikler gösteren çocuklar için de geçerlidir. Onlar da kıpır kıpır hareketlidir. Bütün bedenleri adete beyinlerinin veri işleme sürecinde bir uzantısı durumundadır. Zaten onların beden duruşuna baktığımız zaman daha ziyade öne doğru, kamburumsu bir duruşları vardır dokunsal insanların. Çünkü bedenden gelen o verilere fazlasıyla odaklı, fazlasıyla duyarlı oldukları için zaman içerisinde bu onların duruşlarını da etkilemiştir.
Dolayısıyla burada eğitim sisteminin her üç işletim sistemini kullanan çocukları kapsıyacak şekilde görüntülü, işitsel ve dokunsal verileri de ihtiva etmesi gerekiyor. O çocukların gerektiği gibi eğitilebilmesi için.
Günümüzde yavaş yavaş buna geçilmeye çalışılıyor ama ne yazık ki fazlasıyla geç kalınmış vaziyette. Fakat çocuklarımızı bekleyen daha büyük bir tehlike var. ne yazıkki okulda alamadıkları o eğitimi hayatın içerisinde bir türlü alıyorlardı. Oyun oynayan çocuklar düşünün onların çığlıkları, bağırışları, birbirlerine seslenmeleri çok fazla ses verisi var ortamda gayet güzel. Beyine olması gereken gibi fazlasıyla ses verisi geliyor. İkincisi birbirleriyle güreşiyorlar, itişiyorlar, dokunuyorlar, el ele tutuşuyorlar, kakışıyorlar, beden verisi de gayet güzel. His verisi de geliyor. Aynı zamanda zamanda çocuklar birbirlerini görüyorlar, aynı ortamdalar, gözlemliyorlar, izliyorlar, dış dünyadan yeterince görsel uyarıcı da alıyorlar. Her üç işletim sistemi de oyun esnasında harikulade bir şekilde uyarılıyor.
Fakat günümüzdeki çocuklara baktığımız zaman çocuklar artık dışarıda değil. Nerede peki bu çocuklar? Çocuklar evde. Bilgisayar başındalar. Tablet başındalar. Cep telefonu başındalar. Ekran başındalar. Peki orada dokunsallık, herhangi bir temas var mı? Yok. Dolayısıyla dokunma verisi söz konusu değil. Ses verisi de hoparlörden çıkan son derece zayıf sesler söz konusu. O bilgisayardan, televizyondan gelen sesler aracılığıyla beynin ses verisi işleme kapasitesini geliştirebilmesini mümkün değil. Görüntü verileri de gerçek değil. Ekran kalitesi son derece düşük. Ki ne kadar yüksek olursa olsun Hiçbir zaman gerçek görüntü kalitesini yakalayamaz.

Dolayısıyla çocuklarımızın beyni köreliyor. Çok büyük bir tehlike. Biz çocuklarımızı eğittiğimizi zannediyoruz ama farkında olmadan çocuklarımızın veri işleme kapasitesi dumura uğruyor. Beyinleri köreliyor. İşletim sistemleri zarar görüyor. Hem de bu zarar donanımsal bir zarar. O görüntü, ses ve his verilerini işleyen bölgedeki nöronlar kullanılmadıkları için zamanla zayıflıyorlar, yok oluyorlar. Beyin bölgelerinde küçülmeler söz konusu oluyor. Nöronlar arasında iletişimi sağlayan bağlantı noktaları yeterince oluşmuyor. Ki bunlar çocukluk döneminde oluşur. Hayatın sonraki dönemlerinde bunları oluşturabilmek çok ama çok güçtür. Özel çalışmalar gerekir. Özel egzersiz eğitim programları gerekir. Ne yazıkki çocuklarımız böyle bir tehlikeyle karşı karşıya.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

1 Nisan 2014 Salı

BAŞARI VE MUTLULUK İÇİN MÜKEMMELLİK ŞART MIDIR?

Hayatta mutlu ve başarılı olmak için illa da mükemmel olmamız mı gerekiyor? Her şeyi dört dörtlük yapmamız mı gerekiyor? İyi bir ebeveyn olabilmemiz, iyi bir kul olabilmemiz, iyi bir eş, iyi bir çalışan, iyi bir patron olabilmemiz için mükemmel mi olmamız gerekiyor?
Mükemmelliyetçi insanların bu soruya verecekleri cevap evet dir. Kendileri bunu çok fazla düşünmemiş ve bunun çok da farkında olmasalar bile bilinç altlarında bu soruya verilmiş olan cevap evet dir.
Dolayısıyla mükemmelliyetçi insanlar mükemmelliği başarının ve mutluluğun bir önkoşulu olarak görürler. Ve dikkatlerinin, enerjilerinin, kaynaklarının önemli bir bölümünü o mükemmelliği yakalamaya ayırırlar.
Acaba o mükmmelliği yakalamaya çalışmak için harcadığımız o çaba, sarf ettiğimiz emek, kaynak ve zaman sonuca ne kadar etki ediyor?
Sonuçta kişi uğraştığı takdirde belli ölçüde uğraştığı takdirde mükemmele uğraşabilir. Ya da ulaştığını zannedebilir. Ben bunun pekde mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Ama diyelim ki kişi kendince mükemmele eriştiğini kendince varsaydı. Peki mükemmele ulaşmak için harcanan zaman, sarf edilen o kadar emek sonuca ne kadar etki etti? Acaba daha az çalışarak, daha az uğraşarak da benzer birsonuç elde edilebilirmiydi?
Ya da o elde ettiğimiz sonuç genel anlamda bizim yaşam kalitemize, mutluluğumuza, başarımıza, diğer bir deyişle nihai sonuca ne kadar etki etti? Bunları şöyle bir düşünüp bir hesabını yapmamız gerekiyor.
Neyin ehem, neyin mühim olduğunu iyi tespit etmemiz gerekiyor.
Tabi rekabetin aşırı derecede yoğunlaştığı günümüzde ister istemez şöyle bir algı ta küçüklükten itibaren beyinlerimize kazınıyor; En iyisi olmalısın.
Tamam da bizler inanan insanlarız bizim kadim kültürümüzde rızık dediğimiz, nasip dediğimiz bir olgu var.
insanların dinden uzaklaşmasıyla birlikte tevekkül, rıza, rızık gibi kavramların hayatımızdan çekilip alınmasıyla birlikte, bunların sadece dilde söylenen ama ne yazıkki kalpte yerini bulamamış hele de hayat pratiğine geçememiş söylemlerden ibaret kalmış olmasından dolayı günümüzde mükemmelliyetçilik ve mükemmel olma zorunluluğu ne yazıkki çocuklarımıza ve gençlerimize dayatılmış. Çocuklarımız küçük yaşlarından itibaren, öğretim hayatlarından itibaren mükemmeli yakalamaya zorlanmıştır.
Tabi mükemmelliyetçiliğe böyle eleştrel bir yaklaşım getirirken bunun karşılığının işleri kapıp koyvermek olmadığını, savsaklamak, bırakmak, akışına bırakmak, oluruna bırakmak olmadığını da belirtmeme gerek yoktur heralde.
Herşeyin azı zarar ortası karar hükmü gereğince itidal, orta yolu takip etmek her zaman için hayatta mutluluğu ve başarıyı elde etmek açısından yeter olduğunu düşünenlerdenim.

Özellikle de batı dünyasına baktığımız zaman batı dünyası seküler bir dünya. Yani din ve dünya yaşam pratiğinde ayrılmış bir hayat tarzı var. ve dini artık sadece belli zamanlarda hatırlanan ritüeller bütünü olarak algılayan bir yaklaşım söz konusu.
Ne yazıkki son dönemlerde bu sekülerleşme diğer bir deyişle bu dünyevileşme ya da bireysel anlamda laikleşme bizim toplumumuzda da uç vermiş vaziyette.
Bu dünyevileşme maalesefki sadece la dini kesimde kesimde değil muhafazakar insanlarda da uç vermiş vaziyette.
Onlarında iş yapma biçimlerine baktığımız zaman, çalışma tarzlarına baktığımız zaman aynen batıdakine benzer rekabetçi, mükemmelliyetçi, aşırı yoğun, birçok şeyi başarıya feda eden bir yaklaşımın var olduğunu görüyoruz.
Bizlerin hayatın birçok dalına yönelik bir çok misyonumuz var. Bu vazifelerimizi ifa edebilmek için hayatımızı çok iyi planlamamız gerekiyor. Bizim üzerimizdeki bu ağır sorumluluklar mükemmel olmamıza çok da müsaade etmiyor. Çünkü mükemmel olabilmemiz için bir çok şeyi feda etmemiz gerekiyor. Bir çok şeyi ihmal etmemiz gerekiyor.
Mesela akademik kariyeri çok üst seviyede olan, çalışkanlıkları menkıbe düzeyinde anlatılan kişiler vardır. Ya da iş hayatında başarı elde etmiş insanlara şöyle bir bakalım; biz buraya çok çalışmakla, ince eleyip sık dokumakla, çok fedakarlık yaparak geldik derler. Fakat zahiren baktığımız zaman, başarı gibi görünen şeyin var olduğunu görüyoruz. Evet bir şeyler var ortada. Fakat bu gerçek anlamda bir başarı mı?
Bu başarı sürecinde takip edilen usul, yol, o kişinin eşine, çocuklarına, ailesine olan yansımalarına şöyle bir bakalım. Bu süreçte o kişinin mevlasıyla olan ilişkisine bakalım. Komşularıyla, akrabalarıyla, anne ve babasıyla olan münasebetine bir bakalım. O kişinin kendisine karşı gerek psikolojik gerekse fizyolojik sorumluluklarını yerine getirip getirmediğine bir bakalım.: baktığımız zaman o kazanımlar için bir çok şeyin feda edilmiş olduğunu, usule çok da hürmet edilmemiş olduğunu, dolayısıyla o başarının pek de ekolojik ve ergonomik olmadığını görüyoruz.
Peki usule hürmet edilmeksizin, elde edilen o başarı ve beraberindeki o mutluluk gerçek bir başarı, gerçek bir mutluluk mudur?
Bence hayır. Değildir.
Bu başarı gerçek bir başarı değildir. Bugün batıya baktığımız zaman batının elde etmiş olduğu, Ya da batılı insanın bireysel anlamda o kazanımların gerçek bir başarı olmadığını, o mutluluğun gerçek ve kalıcı bir mutluluk olmadığını görüyoruz.
Neden?
Bu ikincil problemler açığa çıkartıyor. Gerek toplumda, gerek kişide, gerekse de daha global anlamda dünyada.
O zaman biz hayatın içerisinde iş görme süreçlerinde kendi usulümüzü oluşturup, kendi usulümüzce ve yine kendi tanımladığımız bir başarıya bir mutluluğa yönelmek durumundayız. Ve bu süreçte yaptıklarımızın çevreye olan etkisini göz önünüde bulundurmak ve bize olan etkisini de her daim ölçmek durumundayız. Ve bir alanda uzmanlaşırken, bir alana odaklanırken diğer alanlardaki vazifelerimizi de ihmal etmemek durumundayız.
Böyle düşündüğümüz zaman bu yaklaşımın mükemmel olmaya, mükemmelliyetçiliğe çok da uygun olmadığını görüyoruz.
O zaman mükemmel olmak için o kadar uğraşmamıza gerek yok....
“Attığın taş ürküttüğün kurbağaya deyecek” diye bir söz vardır ya. Hoşuma gider benim.
Mükemmele ulaşmak için sarfettiğimiz o emek, zaman ve kaynağı, o başarıyı elde etmek için çok daha azını harcadığımız zaman bile azı derkende itidalden bahs ediyoruz, bunun bize bir başarı ve mutluluk olarak döneceğini söylememiz muhal olmaz.
Özellikle de günümüzde annelerin kadınlar arasında anneliği öğrenebilmek, anneliğin gereğini yerine getirebilmek hususunda çok yoğun bir çabanın. Çok yoğun bir yönelimin olduğunu gözlemliyorum. Bunu memnuniyetle de gözlemliyorum. Ama aynı zamanda mükemmelliyetçi bir yaklaşımın da var olduğunu gözlemliyorum. Annelerin ve babaların özellikle de annelerde mükemmelliyetçilik gözlemlediğimiz bir olgudur. Mükemmel olmak için çok ciddi bir çaba sarf ediyorlar. Bu çaba ister istemez bir gerilim, bir stres meydana getiriyor. Ve oluşan bu stres, gerilim ne yazıkki sürece çok iyi yansımıyor.
Bununla beraber o öğrenme sürecinin getirmiş olduğu o stresin, o gerilimin yanısıra öğrendiklerini hayata geçirebilme çabasının da beraberinde getirdiği stress de söz konusu ne yazık ki. O streste o öğrendiklerimizden elde edebileceğimiz kazanımları bazen süpürüp götürebiliyor.
Çünkü hepimizin beyninde şablonlar var. modeller var. öğrendiğimiz her bilgi beynimizdeki o modeli, o şablonu daha da detaylı hale, ayrıntılı hale getiriyor. Ve beynimiz bu mutluluk ve başarı için bu modeli, bu şablonu hayata geçirmeyi bir zorunluluk olarak görür. Çoğu insanda bu böyledir.
Evet çoğu insan mükemmelliyetçi değildir ama çoğu insanda beyin bu modeli bu şablonu hayata geçirmeyi mutluluğun ve başarının bir önkoşulu olarak görür. Aksi takdirde kendisini güvende hissetmez. Özellikle de kaygılı insanlarda bu çok daha fazla belirgindir.
O zaman bu bilgiden hareketle mükemmelliyetçi insanların temelinde diğer insanlara kıyasla biraz daha kaygılı, hatta kaygı bozukluğu yaşayan insanlar olduklarını söylememiz pek de yanlış olmaz.
Çünkü beyinleri kendilerini pek de güvende hissetmemektedir. Kişi dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı açık olduğunu düşünmektedir. Ve bir başetme mekanizması olarak, bir savunma mekanizması olarak eğer mükemmel olabilirsem, eğer işimi dört dörtlük yapabilirsemk, eğer hatasız olabilirsem bu beni dış dünyadan gelebilecek saldıralara karşı korur ve güvenli hale getirir düşüncesiyle kişiyi mükemmel olamaya iter.
Kişi kafasındaki o şablonu hayata geçirmeye çalışır. Tabi o kitaplardan okuduğu, seminerlerden işitmiş olduğu o şablon, o model acaba ne derece kendi gerçeğiyle uyumlu.
Acaba o hayata geçirmeye çalıştığı o şablon eşinin gerçeğiyle, çocuklarının gerçeğiyle, ailesinin gerçeğiyle, hatta mensup olduğu o toplumun gerçeleriyle uyumlu. Bunu kişi çok fazla düşünemez. Beyin bunları düşünebilecek zekaya sahip değildir. Ki bu süreçte o büyük resmi görmemizi sağlayacak, bunun bize ve çevreye yansımalarını tespit etmemizi sağlayacak akıl ve vicdanımız devrede değildir.
Burada beyin derken daha çok alt beynimizi kast ediyoruz. Yani bilinçaltımızı kastediyoruz.
Ve kişi gerçekleşmesi son derece güç olan bir modeli hayata geçirmeye çalışıyor. Ve bunun için iç dünyasında var olan birçok engeli aşmak, iç dünyasında var olan bir çok kusuruyla uğraşmak durumunda kalıyor. Ve bu o kişinin kendisiyle çok yorucu, çok yıpratıcı bir mücadele içerisine girmesine neden oluyor.
Bununla birlikte kişinin o mükemmeli hayata geçirebilmesi, o mükemmel modeli var edebilmesi için çevresiyle de benzer bir mücadele içerisine girmesi gerekiyor. Çünkü o modelin hayata geçirebilmesi için çevresindeki insanların ona müsaade etmesi gerekiyor, çevresindeki insanların ona yardımcı olması gerekiyor. En azından engel olmaması, gölge etmemesi gerekiyor. Fakat eğer çevresindeki insanların gerçeği buna uygun değilse müsaade etmiyorsa bu sefer kişi mükemmeli var edebileceği, yakalayabileceği çevresel faktörleri var etme çabası içerisine giriyor. Bu da çevresiyle bir mücadele, bir sürtüşme, hatta bir kavgaya tutuşmasına neden olabiliyor.
Ve bakıyoruz, bir stres, kavga, sürtüşme var. Niçin bu? Mükemmeli yakalamak için.
Ki o mükemmel yakalandığında ne olacak? Her şey daha güzel olacak.
Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya deymedi..... Olmadı.....
Kaş yapalım derken göz çıkardık....
Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olduk....
Olmaz böylee..

Eğer biraz dikkatli olabilirsek, eğer bir planlama yapabilirsek, eğer zaaflarımız doğru tespit edip, dikkatimizi o zaaflarımız ortadan ( kısa vadede ) kaldırmaya çalışmak yerine, onları yönetmeye verirsek. Zaaflarımızı yönetebilme çabalarımızı daha uzun vadeye yayacağız.
Dolayısıyla acele etmemiz kendimizi geliştirme sürecinde kendi gerçeğimizi dikkate almamamız gereksiz yere gerilim yaşamamıza, kendimizle ve çevremizle gereksiz bir sürtüşme yaşamamıza neden olabiliyor. Ve iyi niyetle başladığımız mükemmelliğe ulaşma sürecinde kendimize ve çevremize ciddi anlamda zararlar verebiliyoruz.

Bu bağlamda biz diyoruz ki mutluluk ve başarı için mükemmel olmak gibi bir zorunluluğumuz yok..

Elbetteki tekamül, kendimizi rehabilite etme, iyiye ve güzele ulaşma bizim gündemimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. “iki günü bir olan ziyandadır” prensibine inanmış, iman etmiş insanlar olarak bu zaten bizim standart prosedürümüzdür. Bu tekamül gerçekleşene kadar bizim gerçekleştirmek zorunda olduğumuz çok ciddi vazifelerimiz var ve bunları şu halimizle başarmak durumundayız. O zaman bir yandan ideale ulaşma hususundaki çabalarımızı devam ettirirken öte yandan bu yükümlülüklerimizi yerine getirmeye yönelik zaaflarımızın neler olduğunu tespit etmek ve onları yönetmek durumundayız.
Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu