12 Ekim 2014 Pazar

BAĞIMLILIKLARLA BAŞ ETMEK

        Beynimiz ve bedenimiz bir kararlılık halindedir. Bu dengenin hayatın içerisinde dahili ve harici faktörlere bağlı olarak bozulma ihtimali her zaman için söz konusudur. Eğer kişi bozulmuş olan bu dengeyi içsel faktörler aracılığıyla kendi öz kaynakları aracılığıyla sağlayamıyor ise bu denge halini sağlayabilmek ve devam ettirebilmek için başka bir unsurun varlığına ihtiyaç duyuyor ise ve o unsurun varlığı bazı ikincil etkiler meydana getiriyor ise bu durumu biz BAĞIMLILIK olarak değerlendiriyoruz. 

MADDE BAĞIMLILIĞI: bazı maddelerin varlığına ihtiyaç duyabiliyor. En yaygın olanı sigaradır. Sigaranın içerisinde var olan nikotin bağımlılık yapıcı bir maddedir. Keyif verici bir maddedir. Beynimizde dopamin salınımına neden olur. Dopaminde bir tür mutluluk hormonudur. Beyinin kendisini iyi hissetmesini sağlayan bir hormundur. Dolayısıyla sigara içen insanlar genellikle efkar dağıtmak için ya da keyif için içerler ilk etapta tabi. Bir müddet sonra artık sigaranın kendisi bağımlılık haline geldikten sonra onun yoksunluğu duygusundan kurtulmak için, o yoksunluğun yol açmış olduğu o gerilim duygusundan kurtulmak için sigara içiyorlar. 

Biz henüz daha bağımlılık haline dönüşmemiş o mekanizmayı şu an analiz ediyoruz. O nikotin dopamin salınımını tetikliyor. Dopamin salgılandığı zaman sistem tekrar o kararlılık halini yakalıyor. Sistem kendini iyi hissediyor. Sisteme her şeyin yolunda olduğuna dair bir mesaj gidiyor. Ve o an kişinin içinde bulunduğu hal ne ise kaygı, endişe, tedirginlik, hüzün, keder, vs. o halden bir çıkma söz konusu oluyor. Yani tabiri caizse o dopamin aracığılıyla beynimiz kandırılıyor. Halbuki her şey yoluna girdi mi? Yoo girmedi. Borçlar ödenmedi, ailevi sıkıntılar devam ediyor, sağlık sorunları sürüyor, iş hayatıyla ilgili sıkıntılar devam ediyor, fakat salgılanan dopamin işlerin hale yola girdiğini zan etmesine neden oluyor. Fakat bir süre sonra o dopamin geri alınıyor. Ve yeniden o gerçekle karşı karşıya kalınıyor. Ve buna bağlı olarak yeniden bir gerilim, bir huzursuzluk hali açığa çıkıyor. Kişi bu sefer yeniden o dopamini sisteme salgılatacak o maddeyi sistemeyeniden veriyor. Bu sigarayla nikotin, uyuşturucuysa onun içerisinde artık hangi etken madde varsa. Ve bu yeniden beynimizde dopamin salınımını tetikliyor. Ve kişi yeniden kendini iyi hissediyor. Çünkü o dopamin sılınımıyla beraber beyne yine bir mesaj gidiyor. Dolayısıyla beyin o olağan üstü durumu ortadan kaldırıyor. Bu bir, iki, üç, beş derken bir müddet sonra kişi dış dünyada çözümleyemediği o sorunlarının meydana getirdiği o gerilimden kurtulabilmek için beynini yanıltmaya yönelik o dopamin mekanizmasını harekete geçirtecek o maddeye bağımlı hale geliyor. Artık o madde olmadığı zaman kişi bir huzursuzluk hali yaşıyor. İlk başlarda hayatındaki o sıkıntıların yol açtığı gerilimden kurtulmak için kullanıyor. Bu masum bir kullanım gibi görünüyor. Fakat bu esnada sistem varlığını devam ettirebilmek, işleyişini devam ettirebilmek için o sigarayla beraber, uyuşturucuyla beraber, o alkole bağımlı hale geliyor. Neden? Çünkü nasıl olsa o günün şu şu saatlerinde sisteme bu maddeler verilecek diyor ve ona dayanmaya başlıyor, o nu beklemeye başlıyor. Alt beynimiz gerek yapısı gerekse işlevleri itibariyle memeli hayvanlarınkiyle benzerlik arzeder. Bundan dolayı biz psikolojide alt beyni hayvan beyni olarak da tanımlıyoruz. Özellikle bağımlılıkların ortaya çıkışında alt beynini çok önemli bir rolü vardır. Özellikle amigdala dopamin salınımında çok etkili olan bir yapıdır. Aynı zamanda ödül ve ceza, haz ve acının da merkezi dir amigdala. 

Dolayısıyla bu maddelerin o denge halini yeniden kazanmaya yönelik bir telafi aracı olarak kullanılmaya başlanmış olması ve bunun süreklilik arzetmeye başlamış olması bir müddet sonra beynin işlevlerini devam ettirebilmek için o maddeleri bekliyor olması sonucunu beraberinde getiriyor. 

O madde gelmedi. Peki ozaman ne oluyor?. O zaman da yoksunluk belirtileri ortaya çıkmaya başlıyor. O yoksunluk orada bir gerilimin açığa çıkması demektir. Eğer kişi o gerilimi tolere edebilirse, o gerilime dayanabilirse bir müddet sonra o maddelere ihtiyaç duymayacaktır. 

Bağımlılık ne kadar uzun süredir devam ediyor idiyse, ne kadar derin ise o bağımlılık duyulan maddenin yol açmış olduğu yoksunluk da o derece şiddetli oluyor. Bazen o kadar şiddetli olabiliyor ki kişi o gerilimden kurtulmak için bir şeyler yapmadığı takdirde ya da yardımcı bazı maddeler kullanmadığı takdirde o süreci atlatamıyor ve bağımlılıklar tekrar edebiliyor. 

Günümüzde sigara, alkol veya uyuşturucu bağımlılığınının tedavi sürecinde o yoksunluğun açığa çıkarmış olduğu gerilimi tolere edebilmeye yönelik bazı yardımcı ilaçlar kullanılıyor. Tabi doktor nezaretinde kullanılan bu ilaçlar kişilerin bağımlılıktan kurtulma çabalarına ciddi anlamda katkı sağlıyor. Çünkü problem o gerilime dayanamama hali. 

Bağımlı insanların maalesef gerilim tolerans eşiği düşük oluyor. Yani o yoksunluğun getirmiş olduğu gerilime dayanamıyorlar. Diğer insanlara kıyasla hiç dayanamıyorlar. Diğer insanlara kıyasla bu gerilimden kurtulma ihtiyacını daha fazla hissediyorlar. Bu da o bağımlı oldukları maddeye geri dönüşlerine neden olabiliyor. 

O açıdan bağımlılıklardan kurtulma sürecinde gerilim tolerans eşiğini yükseltecek programlarında destekleyici bir unsur olarak devrede olması çok önemlidir. Özellikle oruç ibadeti kişinin gerilim tolerans eşiğini yükseltebilmek için çok büyük olanaklar tanıyor. Çünkü alt beynimiz gerilimden hiç hoşlanmıyor. Alt beynimizde gerilim açığa çıktığında gerilimden kurtulmaya yönelik mekanizma hemen gerilimden kurtulmak için arayışlar içerisine girmeye başlıyor. Ve alt beynimizde var olan bu gerilimden kurtulma süreci üst beyinden bağımsız bir şekilde gerçekleşiyor. Akıl ve vicdanın üzerinde çalıştığı o yapıdan bağımsız gerçekleşiyor. Dolayısıyla kişinin aklen ve vicdanen o maddenin bağımlılık yapıcı etkisini biliyor olması, ikincil etkilerinin, yan etkilerinin farkında olması kişiyi o maddeyi kullanmaktan çoğu zaman uzak tutmaya yetmiyor. Çözüm, iradenin yanında gerilim tolerans eşiğini yükseltebilmek. Eğer bu eşik yüksekse yani kişinin sabır gücü varsa o amigdala kişide bulunan telafi mekanizması bir şekilde devreye girmiyor, çok ısrarcı olmuyor, çok fazla ayak diremiyor. Buna bağlı olarak kişi üst beynini, irade gücünü kullanarak bağımlılık yapabilecek, zararlı, dinen, aklen, zararlı bu maddelerin kullanımından kendini alı koyabiliyor. Aksi takdirde kişi ne kadar akıllı olursa olsun, ne kadar vicdanlı olursa olsun, aklı ve vicdanı ne kadar iyi eğitilmiş olursa olsun eğer o gerilim tolerans eşiği düşükse, sabırsızsa, o kişide açığa çıkabilecek gerilimden kurtulma çabasının kişinin hatalı durumlara düşürme olasılığı o denli yüksel oluyor. Buna çok dikkat etmemiz gerekiyor. 

Özellikle çocuklarımızı da yetiştirirken, bizler artık haz bağımlısı olduk. Çocuklarımızı da ne yazıkki hazza bağımlı hale getirdik. Biz hep madde bağımlılığından bahsediyoruz. Fakat madde kullanımında en önemli faktörlerden bir tanesi de hazza ulaşma ihtiyacı dır. Eğer kişi hayatında o haz kaynaklarından yeterince istifade edemiyorsa, insanın en büyük haz kaynağı çevresiyle sosyal etkileşim içerisinde olmasıdır. Sonra kendini güvende hissetmesidir. Bunların her biri bir haz kaynağıdır. Bunlarla temas etmemiz, sosyal ilişkilerde bulunmamız, aile bireyleriyle, dostlarımızla, komşularımızla, sağlıklı ilişkilerde bulunmamız beynimizin endorfin, sedopamin gibi sistemin kendini iyi hissetmesini, güvende hissetmesini sağlayacak o kimyasalların salınımını tetikler. Fakat kişinin ilişkileri bozulmuşsa, aile bireyleriyle ilişkileri iyi değilse, ilişkiler kopuksa yanlızlık içerisindeyse kendini güvende hissetmiyorsa, düzenli bir işi yoksa, ya da kendini güvende hissedebileceği bir ailesi yoksa o zaman kişinin kimyası bozuluyor. Dengesi ve düzeni bozuluyor ve o aşamadan sonra beyinin o dengeyi yeniden sağlayamaya yönelik o telafi mekanizmeları devreye giriyor. Kişi hazzı yaşayamıyor. Hayattan keyif alamıyor. Bu sefer o hazzı yakalayabilmek için o maddelerin kullanımına ihtiyaç duyabiliyor. Dolayısıyla kendimizi çok fazla hazza alıştırmamamız gerekiyor. Özellikle de çocuklarımızı çok fazla hazza alıştırmamamız gerekiyor. İmam-ı Gazali ne diyor. “Bir baba zengin bile olsa bazen çocuklarına kuru ekmek vermeli. Çocuk o yokluğu da görmeli.” Burada oruç çok güzel bir fırsat. Yalnız o iftar ve sahur sofralarına dikkat etmemiz gerekiyor. 

18-19 saat aç kalsak da o haz verici yiyecek ve içeceklerden uzak dursak da ilk fırsat da bunlara geri döneceğim mesajı gidiyor ve o açlıktan ne yazıkki gerilim tolerans eşiğimizi yükseltmek açısından elimizde çok fazla bir şey kalmıyor. Açlıktan fazla bir şey kalmıyor. Dolayısıyla iftar ve sahurlarımızı da mutedil yapmak zorundayız. Oruçtan sabır açısından istenen faydayı, sağlayabilmemiz hususunda.

BAĞIMLILIKLAR

  Bağımlılık dediğimiz zaman çoğu insanlar “benim herhangi bir bağımlılığım yok, sigara kullanmıyorum, alkol kullanmıyorum, uyuşturucu zaten Hiçbir şekilde benim gündemimde değil” diyorlar. 

Fakat bağımlılık sadece bu maddelerin kullanımı ile sınırlı değil. Farkında olmadığımız, hayatımıza sızmış bir çok bağımlılıklarımız olabiliyor. 

Nedir bağımlılık?

İnsanoğlu gerek psikolojik, gerekse fizyolojik olarak denge halindedir. Bu dengenin herhangi bir şekilde bozulmasını istemez beynimiz. Bununla beraber dahili ve harici faktörlere bağlı olarak günlük hayat içerisinde bu dengenin zaman zaman bozulması olasıdır. Aç kaldığımız zaman denge bozulur, uykusuz kaldığımız zaman denge bozulur, hasta olmuşsak denge bozulur, üzülmüşsek denge bozulur, kızmışsak denge bozulur. Bu denge bozulduğu andan itibaren beynimizde ve bedenimizde var olan bazı mekanizmalar devreye girer ve bizi yeniden o denge, kararlılık haline oturtmak için bir gayret, çaba sarfederler. 

Bununla beraber bazen içsel kaynaklarımız o dengenin sağlanması için yeterli olmayabiliyor. Diyelim ki vücut ısısı düştü, beden vücut ısısını dengelemek için bir çaba içersine girdi ama bu uğraşı neticesinde ısı bir türlü yükselmiyor. Bu durumda çevresel kaynakları devreye sokmak gerekebiliyor. 

Benzer bir durum psikolojik dengemizin bozulduğu durumlarda da geçerli olabiliyor. 

Diyelimki kişi korktu ve bu korkusundan bir türlü sıyrılamadı. Denge bozuldu o kararlılık hali ortadan kalktı. Ve içsel kaynaklarıyla o denge halini yeniden tesis edemiyor. O zaman çevresel kaynaklar aracılığıyla o denge halini sağlamak, diğer bir deyişle o korku duygusundan kurtulma çabası içine girecek. 

Ne yapıyor bu durumda kişi; kendini güvende hissettiği kişilerin yanına gidiyor. Çocuksa anne-babasının yanına gidiyor. Ya da kendisini güvende hissedebileceği bir mekana gidiyor. Dışardaysa evine gidiyor, balkonda ise evin içine giriyor, yüksek bir yerdeyse daha alçak bir yere geçiyor. 

Ve yeniden o çevresel faktörün etkisiyle o denge hali yeniden sağlanabiliyor. 

Bununla birlikte kişinin dengesini bozan o kararlılık halini olumsuz etkileyen o faktörler hayatımızda bazen süreklilik arzedebiliyor.

Bir kadını düşünelim, evlilik hayatında problemleri var. eşinden şiddet görüyor duygusal veya fiziksel. Ve bu durum o nun bu denge halini, bu kararlılık halini bozuyor. Ve bunun süreklilik arzetmesine bağlı olarak kendi içsel kaynaklarıyla o denge halini yakalamakta başarısız oluyor. Ve ne yapıyor? Bir arkadaşına sığınıyor, annesine sığınıyor, ailesine sığınıyor. O nun o denge halini bozan olumsuzluk hayatında var olduğu müddetçe kişi o kararlılık halini yeniden kazanabilmek için diğer bir insanın varlığına ihtiyaç duyabiliyor. Tabi bu durumu biz bağımlılık olarak değerlendirmiyoruz. Neden? Çünkü o kişinin denge halini bozan bir unsur var. fakat o unsurun ortadan kalkmasına rağmen, kadının eşiyle ilişkilerinin düzelmesine rağmen kişi o kararlılık halini sürdürebilmek için yine annesine, babasına, ailesine ya da arkadaşına ihtiyaç duyuyorsa, artık o kişilere karşı bir bağımlılık geliştirmiş demektir. 

Demekki bağımlılık neymiş: eğer bir kişi herhangi bir çevresel faktör olmamasına rağmen, o kararlılık halini bozacak somut bir unsur olmamasına rağmen, o kararlılık, denge halinin devamı için bir başkasının varlığına ihtiyaç duyuyor ise, başka bir maddenin varlığına ihtiyaç duyuyor ise, ya da bir mekanda bulunmaya ihtiyaç duyuyor ise biz bunu BAĞIMLILIK olarak adlandırıyoruz. 


Bağımlılık dediğimiz zaman en çok aklımıza gelen ve yayğın olan sigara bağımlılığı, alkol bağımlılığı ve son dönemde özellikle de çocuklar ve gençler arasında yaygınlaşmaya başlayan uyuşturucu bağımlılığı aklımıza geliyor. 

Demekki neden insanlar bu maddelerin kullanımına ihtiyaç duyuyor? 

İçki içen insanlara sorarız neden içiyorsun diye. Onların klasik bir lafı vardır. İçiyorum ama sor bakalım neden içiyorum. 

Çünkü denge hali bozulmuştur, kararlılık hali bozulmuştur. Ya da o denge halini koruyucu işlevsel, akılcı, psikolojik veya argonamik unsurları hayata geçirememiştir. Ve ne yapar? O kişi o denge halini yeniden kazanabilmek için o efkar o hüzün halinden kurtulabilmek için, o denge halini yeniden kazanabilmek için alkola sığınır, ya da sigaraya sığınır. Fakat onların insanda açığa çıkartmış olduğu o denge hali geçicidir. Bir müddet sonra o maddelerin yoksunluğunun da getirmiş olduğu bir kararsızlık bir dengesizlik hali devreye girecek ve kişi bu sefer diğer kişisel veya çevresel faktörler kaynaklı değilde tamamen o maddelerin yoksunluğunun getirmiş olduğu kararsızlık halinden korunmak için bu sefer o maddelere bağımlı hale gelmiş olacak. 

Bununla beraber insanın bir şeye bağımlı olmasındaki bir diğer en önemli faktör ise ya acıdan kaçınmak ya da hazza ulaşma ihtiyacıdır. İnsanoğlunun beyni, özellikle de o ilkel beyni olan alt beyin acıdan hiç haz etmez. Acıdan hep uzak kalmaya çalışır. Fakat kendisine acı verecek olumsuz durumlarla karşı karşıya kalmışsa ve bu durumlardan kendi çabalarıyla kurtulamamışsa bu durumdan kurtulabilmek için başka insanlara, başka maddelere, başka etkinliklere ihtiyaç duyabilir. Kısa vadede bunu kabul ediyoruz ve buna müsaade ediyoruz.Tabiki meşru çerçevede olmak kaydı ile. 

Fakat bunun artık süreklilik arzetmesi hali, artık bu durumu o kişinin yokluğunun veya o maddenin yokluğunun, o kişinin acı duymasına, yoksunluk duymasına neden olacak bir duruma gelmiş olmasını da biz bağımlılık olarak adlandırıyoruz. 

Erken çocukluk dönemlerine gidelim. Çocuklar elbetteki 0-2 yaş dönemlerinde annelerine bağımlıdır. Gerek psikolojik gerekse de fizyolojik açıdan kararlılık hallerini sürdürebilmeleri açısından annelerinin varlığına şiddetle ihtiyaç duyarlar. Hatta annesiyle yeterince temas edemeyen çocuklarda anne yoksunlğu sendromu olarak adlandırılan bazı semptomlar ortaya çıkar. Huzursuzlanır, iştah kaybı, uyku düzensizlikleri, sürekli olarak ağlama hali vs. ortaya çıkar. O yaştaki bir çocukta böyle bir hal söz konusu ise muhtemelen o çocuk anne yokluğu sendromu yaşıyordur. 

Ki bazı durumlarda annesi çocuğun yanında olduğu durumlarda bile çocuk bu belirtileri ortaya çıkartabiliyor. Annenin sürekli çocuğun yanında olması yeterli değil duygusal olarak da hazır ve nazır olması gerekiyor. Nitelikli birliktelik dediğimiz o olgunun harekete geçmesi gerekiyor. Çünkü çocuk anneyle yoğun duygusal etkileşim içerisinde. Çocuğun ayna nöronları annenin beyninin ön kısmında bulunan ayna nöronlarla bağlantı kurmuş vaziyette. Annenin duygularını kendi iç dünyasına indiriyor. Eğer annenin duyguları yetersiz ise, yetmiyor ise çocuk ihtiyaç duyduğu ilgiyi, sevgiyi, alamaz. Dolayısıyla çocuk anne yoksunluğu sendromu yaşıyor. 

Çocukların bu yüzden 0-2 yaş arasındaki anneye bağımlılık duymalarını çok normal karşılıyoruz. Fakat 2 yaşından sonra çocuk hala annesine önceki kadar ihtiyaç duyuyor ise hani bazı çocuklar vardır annelerine yapışıktır, onlar nereye giderse onunla beraber giderler. İşte biz bu ve bunun gibi durumların süreklilik arzetmesini biz erken yaşta gerçekleşen bağımlılık olarak değerlendiriyoruz. 

Peki bu denli erken yaşta annesine veya aile bireylerinden herhangi birine bu denli bağımlılık geliştirmiş bir çocuğun hayatının daha sonraki dönemlerinde bu çocukların diğer çocuklara göre bağımlı olma ihtimalleri daha yüksektir. 

Tabi bağımlılık derken madde bağımlılığından bahsetmiyoruz. Bu bağımlılık kimi zaman hatta çoğu zaman bir insana da yönelebiliniyor. Bu kişileri biz bağımlı kişilik yapısına sahip bireyler olarak değerlendiriyoruz. Bunu da çok sağlıklı bir durum olarak görmüyoruz. Halbuki insan için güzel olan, hoş olan şey otonom olmaktır, özerk olmaktır. Kendi ayakları üzerinde durabilmek, belli ölçüde asli ihtiyaçlarını karşılama hususunda kendine yetebilmektir. Bağlılıklar güzeldir, insanlarla yardımlaşması hoştur. Fakat zaman içerisinde farkında olmadan onlara bağımlılık geliştirip, onlar olmaksızın hayatı devam ettiremez olması pek de kabul edilebilir bir durum değildir. 

Erken dönemde anne bağımlılığı yaşayan çocuklara baktığımız zaman kreşe gitmekte, kreşe uyum sağlamakta zorluk yaşadıklarını görüyoruz. Çünkü o denge halini sağlayabilmeleri için annenin varlığına ihtiyaçları var. fakat okul öncesi eğitim alma yaşına geldiğinde her anne ve baba çocuğunu kreşe göndermek istiyor. O çocuğun içinde var olabileceği ideal koşullar söz konusu ise, oyun oynayabileceği, arkadaşlarıyla iletişim içine girebileceği, doğa ile, kedilerle, köpeklerle, börtü böceklerle temas edebileceği bir ortamı varsa çok erken yaşta da kreşi tavsiye etmiyoruz doğrusu. Sonuçta ne kadar yapılandırmış olursa olsun sentetik bir ortam. Normların olduğu, kuralların olduğu, yetişkinlerin nezarete ettiği bir ortam orası. Ne kadar çocuklar için dizayn edilse de yetişkinlerin koymuş olduğu kuralların etkisinde o çocuk gerçek anlamda hayatı deneyimleyemiyor. O açıdan ben imkan varsa çok erken dönemde kreşe çok sıcak bakmıyorum ben. Ancak çocuk evde televizyon başında ise yaşıtlarıyla temas etme, dışarıya çıkma imkanı yoksa sürekli anne ile dipdibe iç içe ise tabiki kreşe gitmesi evde kendi başına televizyon karşısında vakit geçirmesinden çok daha faydalı. 

Çocuk kreşe gidecek fakat annesinden ayrılamıyor. Annesinden bir şekilde zorla ayrıldığı vakit o kararlılık hali, denge hali bozuluyor. Beyin bunu dış dünyadan gelebilecek, psikolojik veya fizyolojik varlığı tehdit edebilecek tehlikelere açık olma hali olarak algılıyor ve bir huzursuzluk, gerilim hali ortaya çıkıyor. Tabi çocuk bu gerilimi hissedince tedirgin oluyor, ayrıca bir korkuyor. Çünkü bedeninde o zamana kadar hissetmeye çok alışık olmadığı durum, gerginlik durumu ortaya çıkmış vaziyette. Bu çocuğu ayrıca tedirgin eder, ayrıca korkar. Ve çocuk son derece doğal bir refleks olarak o ortamda bulunmak istemez. Annesiyle olmak ister. Çünkü annesiyle beraberken o hali yaşamamaktadır. Annesiyle beraberken sükun içerisindedir, huzur içerisindedir. Bu durumda anne babalar, çocuğun huzursuz olması, gerginlik hissetmesi, ağlaması pahasına kreşe yerleştirirler. Yapılan doğru mudur? Evet doğrudur. Niye ? Çünkü o bağımlılığın artık kopması, normal bir bağlılığa dönüşmesi gerekiyor. Kreş ortamları veya çocukların doğal oyun ortamları bunun sağlama açısından ideal yerlerdir. Aksi takdirde o bağımlılık ilerleyen dönemlerde de devam ediyor ve çocuk o kararlılık halini, o huzur, o sükun halini devam ettirebilmek için hep annesinin varlığına ihtiyaç duyuyor. Hayatının diğer dönemlerinde de ilkokul, ortaokul, hatta lise ve üniversite, hatta ve hatta evlilik dönemlerinde bu anne bağımlılığını kişilik yapısını devam ettiren, bundan dolayı hayata gerektiği gibi intibak edemeyen, duygusal sorunlar yaşayan, evliliğini yürütemeyen insanların varlığı da bir vaka. 

Anne bağımlılığından sonra çocuklarda görülen en sık bağımlılık oyuncaklarına yönelik bağımlılık. Çocuğun diyelim ki bir ayısı var, bir bebeği var veya herhangi bir oyuncağı var sürekli olarak o oyuncağı yanında taşıyor. Burada da yine bir bağımlılık hali söz konusu. Çocuk o oyuncağa, o nesneye bir anlam yüklüyor. Ve o oyuncak çocukta bir güven duygusu bir huzur duygusunun açığa çıkmasına neden oluyor. Ve o nesneden kurtulmak istemiyor. Eskaza oyuncağı bir şekilde kırılmışsa, bozulmuşsa, ya da annesi farkında olmadan onu atmışsa, birisine vermişse çocukta çok ciddi anlamda yoksunluk belirtileri görüyoruz. Çocuğun dengesi, düzeni bozuluyor. Buradan da anlıyoruz ki bu da bir bağımlılık.

Çocuklarda görülen bu tür bağımlılıklar yetişkinlerde de farklı şekillerde tezahür edebiliyor. 

Böyle bir bağımlılık hali varsa bu tür bağımlılıklardan nasıl kurtulacağız?

Bağımlısı olduğumuz nesnelerin, ortamların veya kişilerin yokluğu hali kişide gerilim açığa çıkartır. Hep bahsetmiş olduğumuz bir şey var ya oruç bağımlılıklarımızdan kurtulmak için çok büyük fırsatlar içermektedir. Fakat bu bir gerilim meydana getiriyor. Çünkü o denge hali bozulduğu zaman bizim başka bir mekaizmamız hipotalamus gerilim tepkisi açığa çıkartıyor. Ve kişinin eğer gerilim toleransı düşükse yani gerilimi tolere edemiyorsa, hemen o gerilimden kurtulma ihtiyacı hissediyorsa o zaman kişi bağımlılıktan kurtulmak için ihtiyaç duymuş olduğu o süreci başaramıyor. 

Bu süreci başaramadığı takdirde o bağımlılığa geri dönüyor. Gerilim tolerans eşiğini en çok yükselten ibadet oruçtur. Özellikle de yazın bu uzun günlerinde neredeyse 18 saade yakın oruç tutuyoruz aç kalıyoruz, susuz kalıyoruz öte yandan çalışma hayatımızı devam ettirmek zorunda kalacağız. İşte o gerilim eşiğimizi yükseltebilmek ve o bağımlılıklarımızdan her neye yönelik olursa olsun veya her kime yönelik olursa olsun kurtulabilme sürecinde açığa çıkabilecek o gerilime dayanabilecek o iradeye o güce kavuşabilmek açısından çok güzel bir antrenman sürecidir. 

Yalnız tabi bunu yaparken iftarlarımıza ve sahurlarımıza dikkat etmemiz gerekiyor. Oruç dışındaki sair ibadetlerimize dikkat etmemiz gerekiyor. Orucu yatarak hayattan kendimizi soyutlayarak, iftarlarda hazırlanmış muhteşem sofralara tabiri caizse gömülerek, sahur için de o saate kadar uyumayıp televizyon seyredip, çay, kahve, sigara içip sonra yine sahurda da tıka basa yiyip içip yatıp, bu şekilde ramazanı geçirirsek elbetteki allah katında makbuldur, kabuldur ama bunun gerilim tolerans eşiğini yükseltme açısından bir faydası görülmemektedir. 

Dolayısıyla bağımlılıklarımız varsa bu süreci riyazet ile, biraz daha eski usul, oruçlu olmadığımız zamanlarda nefsimizin istediği şeyleri sınırlı şekilde vererek gerilim tolerans eşiğimizi yükseltmeyi başarabilirsek Ramazan sonrası bağımlılıklarımız her ne ise onlardan kurtulabilmek için gerekli koşulları temin ve tesis etmiş oluruz.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

KADIN VE FITRAT

Ne buyruluyor;“Bir kul her ne için yaratıldı ise o şey o na müesser kılınmıştır (kolaylaştırılmıştır)” bu prensipten hareketle bizlerin hayatlarımızın daha sonraki evrelerinde üstelenebileceğimiz o sorumlulukları ifa edebilecek fizyolojik, psikolojik, alt yapıya sahip olduğumuzu biliyoruz.

Bir kadının hayatının daha sonraki evrelerinde üstleneceği en önemli misyon annelik misyonudur. Ondan sonra eş lik misyonudur.

Erkekler içinde üstleneceği en önemli misyon babalık misyonu, sonrada eşlik misyonudur. Dolayısıyla böylesine önemli, böylesine belirleyici bir misyonu ifa sürecinde o insanın doğuştan gelen bazi içsel kaynaklara sahip olmaması düşünülemez. Bu vazifeyi ifa hususunda.

Ki baktığımız zaman kadının fizyolojisi o annelik misyonunu ifaya yönelik bir çok özelliklerle donatılmıştır. Rahminin olması, yumurtuluyor olması, regl olması, süt verme mekanizması vs. gibi.

Benzer bir durum erkek içinde geçerli. İnsanlar sadece fizyolojik bu tür özelliklerle donatılmakla kalmamış psikolojik anlamda, kişilik anlamında da insana bu vazifeyi ifa edebilecek özellikler içine genetik olarak kodlanmıştır.

Mesela bir kız çocuğunu düşünelim, küçük yaşlardan itibaren onun o doğurganlığını muhafaza edebilmek bir anne için, aile için, toplum için son derece önemlidir.

Mesela yumurtalık iltihabı veya yumurtada kist gibi doğurganlığını tehdit edecek bir durum söz konusu olduğu zaman genellikle ebeveynlerin çok dikkatle üzerinde durduklarını görürüz. Çünkü kadının doğurganlık özelliğini kaybetmesi Hiçbir şekilde istenmez.

Fakat kadının fizyolojik özelliklerinin korunması konusunda gösterilen bu hassasiyetin daha sonraki süreçlerde anne olabilmesi açısından elzem olan fizyolojik özelliklerin korunmasında gösterilen hassasiyetin, ovazifeyi en iyi şekilde ifa edebilecek en az fizyolojik özellikleri kadar önemli olan psikolojik özelliklerinin korunması konusunda gösterilmediğini görüyoruz.

Özellikle de günümüzde anne ve babalar kız çocuklarını eş olmaya, ev hanımı olmaya, anne olmaya değil çalışan bir bayan olmaya hazırlıyorlar. Kendi ayakları üzerinde dursun, kocasına muhtaç olmasın, çalışsın, ekonomik özgürlüğünü kazansın bunu güdülüyorlar.

Evde çocuklarına Hiçbir şe yaptırmıyorlar. Aman kızım sen oku evdeki işleri ben yaparım diyorlar. Bakıyoruz 20-23 yaşlarındaki kızlara makarnadan başka bir şey yapmayı bilmiyorlar. Çünkü annesi Hiçbir şey yaptırmamış, aman otur kızım sen bir şey yapma demiş. Temizlik yapamıyor, ev düzeniyle ilgili bilgisi yok, misafir nasıl ağırlanır bimiyor.

Alt beyin ne diyor du “ben yaşadığımı bilirim arkadaş”. Bu insan ileride evlenecek, annelik vazifesini ifa edecek, eş olmanın bazı gereklerini yerine getirmesi kendisinden istenecek. Fakat alt beyin kendisinden istenen şeylere bakıyor onunla ilgili bir deneyim yok.

Evde kardeşi olmuş kardeşine bakmamış, evde hiçbir işin ucundan tutmamış, yemek yapmamış, beyinde bununla ilgili bir yaşantı yok. Bu konularla ilgili bir antrenman yok. Sbs ye hazırlanmış, üniversite sınavına hazırlanmış, kpss ye hazırlanmış, çalışma hayatına hazırlanmış ama anneliğe hazırlanmamış, eşliğe hazırlanmamış.

O zaman alt beyin diyor ki, “bizim böyle bir misyonumuz yok” .

Günümüzde her ne kadar erkekler değişime uğramış olsa da erkekler bunu bekler. Bu sefer kadın hadi beraber yapalım diyor.

Fakat erkeğin sevgi dili hediyedir. Kadının sevgi dili ise hizmettir.

Anne ve babalarımıza şöyle bir bakalım onlar romantik değillerdi, öyle birbirlerine yeni jenerasyon gibi sık sık sevgi sözcükleri söylemiyorlardı, ama bir şekilde aralarında bir sevgi muhabbet vardı ve bunu karşı tarafa aktarmayı başarabiliyorlardır.

Nasıl?

Birisi hizmet dili aracılığıyla bunu yapıyor, diğeri de hediye dili aracılığıyla bunu yapıyor.

Bir erkeği ele alalım; doğduğu andan öldüğü ana kadar bütün variyetini ailesine harcar, eşine harcar, çocuklarına harcar, hiç kendisine harcamaz. İstisnalar olabilir tabi ama onlar kaideyi bozmaz.

Eşini öncelikli tutar, çocuklarını öncelikli tutar, yani bıkmaz. Yılın 11 ayını size harcadım ya bir ayını da kendime harcıyacağım demez. Çünkü onun fıtratında içindeki sevgisini aktarma dili hediyedir. Bu şekilde sevgisini eşine, çocuklarına gösterir. Bunun yanında farklı sevgi dillerini de kullanması gerekiyor ama temelde sevgi dili budur.

Annelerimize bakalım; pişirirler, taşırırlar, temizlerler, ütülerler, hizmet ederler, hiç gocunmazlar bundan da. 10 yıl 20 yıl, 30 yıl, 40 yıl hiç yorulmazlar. Bazen yeter artık bıktım deseler de o dillerindedir. Yine kalkarlar işin ucundan tutarlar.

Şimdi artık günümüzde kadın misyonunu bir kenara bırakmış vaziyette. Ben hizmet etmem, hizmetçi değilim diyor. Fakat öte yandan erkekten o mali sorumluluklarını yerine getirmesini bekliyor. Bu sefer erkekte o zaman evin yükümlülüklerini tek başıma yerine getirmiyeceğim diyor. Sende çalışıyorsan eğer o zaman bütçeleri ortak yapacağız diyor.

Böyle olmaz..

halbuki Kuranı Kerimde bir tabir vardır “karılıp katılmak” çok da hoşuma gider. Fakat burada bir ayrışma söz konusu. Dolayısıyla kadının fıtratı bozuldu mu, kadın hizmet etmeyi bıraktı mı erkek te o mali yükümlülüklerini yerine getirmeyi bırakıyor. Ondan sonrada bu tür ayrışmalar söz konusu oluyor.

Evet çocuklarımız okusunlar, onların okumasına karşı değiliz. Üniversiteye hazırlansınlar, münevver aydın insanlar olsunlar, bununla beraber çocuklarımızı hayatlarının daha sonraki evrelerinde üstlenecekleri o asli, o önemli, ve sadece dünyaya yönelik değil ahirete bakan o misyonlarına da o annelik, o eşlik, o babalık, o kocalık misyonlarına da hazırlayalım.

Baktığımız zaman testesteronun etkisiyle erkeklerin olduğu ortamlarda onlarla rekabet edebilmek, var olabilmek için telafi mekanizması devreye giriyor ve kadınlar daha cesur daha şecaatli, daha güçlüler eskiye kıyasla. Olaylar karşısındaki tepkilerini gözlemleyelim, bakalım beyninin sol kısmının yani erkek beyninin daha dominant olduğunu gözlemleriz.

Gecenin 12 sinde bir genç kız sokakta tek başına dolaşıyor ise eğer onun fıtratı bozulmuş demektir. Normal şartlarda bir kadın fıtratı buna müsaade etmez.

Oturup o kızla bir konuşalım. Evlenmeyi düşünüyor musun diye soralım. Şu an gündemimde pek yok der.

Evlendiğinde çocuk sahibi olmayı düşünüyor musun diye bir soralım. Hele bir evlenelim duruma göre bakarız der.

Eşinle anlaşamazsan, uyuşamazsan ne yaparsın desek, bir gün bile durmam hemen ayrılırım der.

Böyle bir anlayış üzerine o toplumu nasıl inşaa edeceğiz? Edemeyiz.

Toplumun önemli bir yapı taşı düştü. Duvar artık eskisi kadar dayanıklı değil. O artık kendisi için yaşayan, onun varlığı toplumun devamlılığı açısından çok da büyük önem arzetmiyor. Hatta bu yönüyle bırakın topluma değer katmayı evet belki topluma değer katıyor dur ama, fıtratının bozulması o alanını, kendi alanını boşaltıyor olmasının o topluma getirmiş olduğu olumsuz etkiler sağlamış olduğu faydanın kat kat ötesine geçmiştir.

Dolayısıyla günümüzde bir psikolog olarak baktığımız zaman ev hanımlarına ihtiyacımız var. fıtrat üzere olan evhanımlarına ihtiyacımız var. Ev hanımlarının artık örgütlenmesi gerekiyor. Feministler örgütlendi, çalışanlar örgütlendi, akademik sahada örgütlendiler, sporda örgütlendiler, sanatta örgütlendiler. Bence artık evhanımlarının da örgütlenmesi, kadınlarımızın da kadınlık fıtratını koruyabilmek, evhanımlığının saygınlığını korumaya yönelik bir çaba, bir gayret içerisine girmesi gerekiyor.

Tabiki bu konuda biz erkeklere düşen önemli görevler var. fakat bu konuda kadınların da adım atmasını ben bekliyorum.

Tabi bu konuda çıkıp konuşabilmek çok da kolay bir şey değil.

Kadında güç hakim olmaya başladığından itibaren, kanında testesteron dolaşmaya başladığı andan itibaren kadın kişiler arası ilişkilerde kadın güç dilini kullanmaya başlıyor. Sevgi dilini kullanmayı bırakıyor, güç dilini kullanmaya başlıyor. Güç dili daha ziyade erkeklerin kullanmış olduğu bir dildir. Kadına pek yakışan bir dil değildir. Çünkü güç bir sevgi dili değildir. Kadına yakışan sevgi dili kullanmasıdır. Ama güç dili farklı bir dildir. Kadın erkeğine güç dilini kullanmaya başladığı andan itibaren orada erkeğin verebileceği iki tepki var.

Ya kal kavga et, üzerine git, onu bastır, onu sindir. Ya da kaç kurtul, uzaklaş, bırak ne hali varsa görsün.

Hangisi iyi? İkisi de iyi değil.

Birincisinde kavga çıkıyor,sürekli birtartışma, sürekli bir kavga. Niye? Çünkü kadın artık o testesteronun etkisiyle erkeğine meydan okuyor. Kendimi sana ezdirmiyeceğim, haklarımı koruyacağım diyor ve erkeksi bir şekilde meydan okuyor. Bu gün hiç medyaya yansımıyor ama kadınlarından şiddet gören erkeklerin sayısı da hiç azımsanmayacak kadar çok.

İşte bu kadınlardaki erkeksileşmenin bir tezahürü.

Kadın cinayetlerinin bu kadar artmasının arkasında da bu var. çünkü erkeğin alt beyni bu meydan okuma karşısında onun erkekliğini, kişiliğini koruma tepkisi olarak nöroadrenalin salgılıyor ve öfke açığa çıkıyor. Erkeğin gözü kararıyor ve o hiç te hoş olmayan o hadiseler söz konusu oluyor.

Ya da ne oluyor? Erkeğin alt beyni kendince gerekçelerle geri çekilmeyi tercih ediyor. Burada da bakıyoruz kadın baskın hale geliyor. Erkek light erkek, kepek erkek, kılıbık erkek oluyor. Orada kadının sözü geçiyor. Kadın belirleyici oluyor.

Tabi bunun o ailede yetişen gerek kız, özellikle de erkek çocuklar açısından ne gibi olumsuz etkilere yol açacağını daha önceleri anlatmıştım.

İngiltere de yapılan bir araştırma da Evlerinde babaları ev işleri yapan çocuklarda eşcinsellik olma olasılığı daha yüksek. Çünkü ayırım ortadan kalkıyor, sınırlar ortadan kalkıyor. Tabiri caizse çocuğun cinsel kimliğini ortaya koyma sürecinde sap ile saman birbirine karışıyor. Bu çok istenen hoş bir durum değil.

Dolayısıyla kadınların o güç dilini kullanmayı bırakması ve erkeklere erkek olabilmeleri için gerekli alanı açmaları gerekiyor.

Kadının kadın gibi olmadığı yerde ne yazıkki erkek de erkek gibi olmayı başaramıyor. Kadınlar fıtratlarına, fabrika ayarlarına geri çekilsinler. Ozaman gerçekten karşılarında erkek gibi erkek göreceklerdir.

Ama kadın kendi alanını boşaltıp erkeğin alanına girdiği andan itibaren bu sefer ya kavga dövüş, huzursuzluklar, günümüzde aşikar olan yüksek boşanma oranları ya da erkeğin kadınsılaşması, erkeğin pasifleşmesi gibi bir durum ortaya çıkıyor ki her ikisi de birey açısından, eşler açısından, çocuklar açısından gerekse de toplum açısından çok vahim sonuçlar doğurmaya aday.


4 Temmuz 2014 Cuma

KADIN VE ÇALIŞMA HAYATI

Batı dünyası bu konuyu tartışmayı çok uzun zaman önce bıraktı. Ve oraya baktığımız zaman kadının hayatın her alanında erkeklerin olduğu her yerde erkeklerle başa baş dişe diş göze göz rekabet ettiğini görüyoruz.

Bizim ülkemizde, özellikle muhafazakar kesimlerde bu konu tartışılmaya ele alınmaya devam ediliyor.

Kadın çalışmalı mı? Çalışmamalı mı? Dan artık tartışma biraz çalışmalı da, çalışması kaçınılmaz da ne tür ortamlarda çalışmalı? Çalışacağı yerle ilgili hangi hususlara dikkat edilmeli ye gelmiş durumda vaziyet.

Tabi biz bu konuyu modern psikolojinin verileri ışığı altında ele alacağız.

Modern psikolojiye soracak olursak bir ideolojik yaklaşımı olduğu için elbetteki erkeğin olduğu her alanda kadında olmalı tarzı şeyler söyler.

Ancak bilimsel gerçeklikler ne yazıkki, beden yapısının, tabiatının, beyin yapısının, duygu durumunun, karakterinin, kişiliğinin erkeğin olduğu her alanda onun da var olmaya elverişli olmadığını, eğer bir şekilde o alanda var olacaksa bunun ödenmesi gereken bazı bedellerinin olduğunu ortaya koyuyor.

Eğer kadın yoğun stres altında ise ve cesaret gerektirecek, güç gerektirecek ortamlarda çalışıyor ise bedeninde bir başetme mekanizması devreye girer. Testesteron salgılanır.

Testesteron güç verir, cesaret verir. Fakat testesteron aynı zamanda erkeklik hormonudur da. Testesteronun kadına sağlamış olduğu o gücün bir bedeli olarak da kadında erkekleşme süreci başlar.

Testesterona bağlı olarak seste kalınlaşmalar, vücutta kıllanmalar, kas kitlesinde artışlar başlar. Bununla birlikte kadınlık özelliklerinde mesela regl dönemi gibi bunlarda da düzensizlik veya azalma söz konusu olur.

Ama hepsinden önemlisi testesteronun kadının beyni üzerindeki etkidir. O da kadının beyni erkekleşmeye başlar. Diğer bir deyişle sağ beyin ağırlıklı çalışan kadın beyni sol beyin ağırlıklı çalışmaya başlar. Beyinin erkeksileşmeye başlamasıyla beraber de zaten süreçte çığırından çıkmaya başlar.

Günümüz kadınının en önemli problemi ne yazıkki erkeksileşme.....

Bizi en ziyadesiyle ilgilendiren zaman içesirinde sol beyninin dominant hale gelmesi, erkekler gibi düşünmeye başlaması, erkekler gibi hissetmeye, erkekler gibi düşünmeye başlamasının topluma yansıyan yönleri var.

Bu bir kere evlenme yaşını geçiktiriyor, ikinci olarak evliliklerin boşanmayla sonuçlanma ihtimalini arttırıyor, üçüncüsü kadın evlilik hayatı içerisinde çocuk doğurmaya yanaşmıyor, doğuruyorsa da en fazla bir ya da iki tane çocuk tercih ediyor. Ki o çocuklar da kendi cinsiyet kimliklerini oluşturabilmek için hem anneyi hem babayı modellemek durumunda. Hep şöyle bir algı vardır. Kız çocuğu anneyi, erkek çocuğu babayı modeller. Her şey zıddı ile kaimdir hükmü gereğince bir erkek çocuğun babayı doğru modelleşdbilmesi onun o erkeksi tavrını içselleştirebilmesi, özümseyebilmesi için anneye de ihtiyaç vardır.

Kadın fıtratı üzere olan bir anneye ihtiyaç vardır.....

Kadın gibi kadın olan bir anneye ihtiyaç vardır.....

Erkeksileşmeye başlamış, kadın fıtratı bozulmuş bir anne özellikle erkek çocuğun kendi cinsel kimliğini oluşturmasına mani oluyor.

Bu gün batı ülkelerinde eşcinselliğin patlamış olması adeta, artma değil patlamış olmasının temelinde gerek kadınların gerekse erkeklerin kadınların erkekleşmesinin payı var.

kadınların erkeksileşmesi problemi var. Neden?

Çünkü çocuk kimliğinin oluşmaya başladığı hayatının ilk evresi 0-3-4 yaş evresidir ki bu 5-6 yaşına kadar devam eder. Bu özellikle ilk evre çok önemlidir. Henüz daha çok anne ve babayı ayırt edebilecek durumda değildir. Onları davranışlarından, tutumlarından, davranışlarından ve hissettiklerinden hareketle ayırt eder. Özellikle de ayna nöronlardan bahsetmiştik. Çocukların anne ve babaların duygularını içselleştirmesini bu duygu alışverişini sağlayan ayna nöronlardan ve ne demiştik “çocuk kendi duygu dünyasını anne ve babadan almış olduğu duygudan hareketle oluşturur.”

Ve baktığımız zaman kadın ve erkeğin olaylar karşısında hissettiği duygular birbirinden farklılık arzeder. Aralarında keskin bir ayrım vardır. Bu ayırım çocuğun kendi cinsel kimliğini oluşturabilmesi, kendi kimliğini tespit edebilmesi ve doğru modelleme yapabilmesi açısından olmazsa olmaz gerekli bir ayırımdır.

Sol beyni baskın hale gelmeye başlamış, erkek gibi hissetmeye ve davranmaya başlamış bir kadının çocuğunu düşünelim;

o çocuk babasıyla etkileşime geçtiğinde, ayna nöronları babasına yöneldiğinde içselleştirdiği duygular ile annesinden aldığı duygular arasında bir fark yok.

Bakın sınırlar kalkıyor, çizgiler belirsizleşiyor, hudutlar ortadan kalkıyor, çok tehlikeli bir durum.

O zaman çocuk anne ve babayı birbirinden ayırt edemeyebiliyor. Anne ve babayı ayırt edememeye başladığı andan itibaren çocuk kimliğini oluşturma sürecinde rehberini kaybediyor.

Günümüzde baktığımız zaman en büyük problem olarak fıtratın bozulmasını görüyorum. Fıtratı koruma konusunda en önemli borç kadının fıtratını korumaktır. Çünkü kadın varlığıyla toplumun yarısını oluşturmanın ötesinde diğer yarısının da birinci derece yetiştiricisidir.

Kadının fıtratının bozulması, toplumun fıtratının bozulması, taşların yerinden oynaması demektir.

Günümüzde özellikle de emperyalizmin kadının üzerinde oyununlarının olduğu apaçık ve aşikardır.

Zaten Ayeti Kerime de bahsediliyor, şeytanın bir meydan okuması var Allahu Teallaya ne diyor “onlara senin yarattığını değiştirmelerini emredeceğim” diyor.

Günümüzde işte GDO lar, klonlamalar, kadınların fıtratının bozulması, eşcinselliğin artık doğal karşılanması, cinsiyetin neredeyse bir tercih meselesi haline getirilmesi bütün bunlar ta uzun yıllar öncesinde şeytanın Mevlaya meydan okumasının bir neticesi.

Dolayısıyla bu gün en önemli vazifelerimizden bir tanesi fıtratı korumaktır. Çocuklarımızın fıtratını koruyabilmemiz için de kendi fıtratımızı korumamız gerekiyor. Eğer bir kişi kendi fıtratını koruyamamışsa bir baba erkek gibi bir baba değilse, ya da bir anne bir kadın gibi değilse, o zaman çocuğun fıtratını koruyabilmek çok da olası değil.

Peki kadınlar şecaat göstermezlermi?, cesur olmazlar mı? Zaman zaman kadınların güce ihtiyacı olmaz mı?

Belli bir dönem vardır, eşini kaybetmiştir, ayrılık süreci yaşanmıştır, ekonomik krizler, iflaslar, savaşlar, doğal afetler söz konusu olur, işte o zaman kadının da bütün bu olumsuzluklarla başetmeye yönelik Mevla bir savunma mekanizması olarak onun vücudunda o testesteronu üretilebilinir kılmıştır.

Fakat bunun süreklilik arzediyor olması, artık bir yaşam tarzı olması haline gelmesinin çok ciddi olumsuz etkileri söz konusudur.

Ki bu konu batıda araştırılıyor çok ilginç veriler var. Hamilelik döneminde testesteronun fazla salgılanması ve çocuğun anne karnında çok fazla testesterona maruz kalması da özellikle de kız çocukları açısından sıkıntılı bir durum meydana getiriyor.

Testesterona maruz kalan kız çocuklarının hayatlarının daha sonraki dönemlerinde erkek beyniyle kadın bedeninde yaşamak gibi bir ikilem ile yüzyüze kalma durumu söz konusu maalesef.

Bu konuda yapılmış ilginç bir çalışma da vardı. Yüzük parmağı işaret parmağından uzun olan kadınların özellikle beyinlerinin daha erkeksi olduğu, sol beyin ağırlıklı davrandığı ortaya çıkıyor.

Bunun böyle olmasına müsaade ediyoruz. Böyle olması herşeyin yok olup bittiği anlamına gelmiyor. Hepimizin içerisinde farklı yönelimler eğilimler söz konusu olabilir. Hamilelik dönemi, genetik faktörler rol oynayabilir, hayatın o erken evresinde çocukluk evresindeki yaşantılar rol oynamış olabilir. Önemli olan bunların farkında olup bunları yönetebilmek.

Yönetildiği takdirde bunun yaşantımıza, tavırlarımıza, davranışlarımıza, hayatımıza olan etkisi asgari düzeye indirdiğimiz takdirde problem yok. Ama bunun farkında olmamak veya farkında olup bunun normal, doğal bir şey olarak görüp o hatayı devam ettirmek, yönetmemek, o nun sürece olan etkisini yönetmeyip herhangi bir tedbir mekanizması oluşturmamak o zaman orada sıkıntı söz konusu oluyor.

Kadınların ten duyarlılığı erkeklerin ten duyarlılığına kıyasla 10 kat daha fazladır. Sinirleri daha hassastır, derileri daha incedir, bununla beraber beyinleri de bedenleri ile daha yoğun etkileşim içerisindedir. Bu da kadınların ten hassasiyetini 10 kata kadar arttırıyor.

Bunun böyle olmasının hikmetleri var mı?

Evet var.

Kadınların o mahremiyetlerini koruyabilmeleri için, fıtratlarını koruyabilesi için, o yaşam alanlarını muhafaza edebilmeleri için o ten hassasiyetlerine ihtiyaçları var. Bunun yanında annelik fonksiyonlarını ifa edebilmeleri açısından da buna ihtiyaçları var. Babanın günlük hayatın içerisinde hissedemediği birçok şeyi anneler hissederler çocuklarıyla ilgili olarak.

Her zaman nediyoruz? “Kevni prensipler ve kelami prensipler” bilimin bize vaz etmiş olduğu kevni prensipler ile dinimizin bize vaaz etmiş olduğu kelami prensipler, o ahlaki ve dini prensipler hep birbirleriyle eşgüdümlüdür. Nitekim son dönem bilimsel araştırmaların, her ne kadar modern bilim bunun aksini iddia etsede son dönem araştırmalar, gerek bireyle ilgili gerekse de toplumla ilgili olan çalışmalar ne yazıkki gidişatın şu an için çok da iyi olmadığını ortaya koyuyor ve dinin, ahlakın bize vaaz etmiş olduğu prensiplere uymanın bireysel mutluluk ve toplumsal mutluluk için gerekli olduğunu bir kez daha nazara veriyor.

3 Temmuz 2014 Perşembe

ORUÇ VE DUYGU EĞİTİMİ

İnsanın 2 tane beyni vardır. Bunlardan birincisi üst beyin, buna insan beyni de diyoruz. Çünkü sadece insanda var olan bir yapı. Çok ince bir çizgi halinde primatlarda, maymunlarda da var ama diğer hayvanlarda yok.

Bir de shup corteksimiz var. Bunada biz alt beyin yani hayvan beyni diyoruz. Çünkü diğer hayvanlarla çok benzeşen bir yapı. Fizyolojik olarak benzeştiği gibi işlevleri itibariyle de benzeşen bir yapı sözkonusu.

Alt beyini bizim açımızdan bu kadar önemli hale getiren ne?

Duygularımızın orada oluşuyor olması. Düşüncelerimiz üst beyinde oluşuyor. Akıl ve vicdan üst beyinde oluşuyor. Kararlar burada alınıyor. Fakat duygularımız hayvan beynimizde oluşuyor. Erişimizin sınırlı olduğu, otonom, özerk, bağımsız çalışma eğiliminde olan bir yapı. Her ne kadar alt beyin ile üst beyin arasında bir koordinasyon söz konusu olsa da bu çoğu zaman istenen tavırları sergilemek açısından yeterli olmuyor. O hayatın doğal seyri içerisinde, aile hayatı içerisinde aldığımız eğitim, okul hayatında aldığımız eğitim, toplumsal hayatta almış olduğumuz eğitim belli ölçüde üst beyin ile alt beyin arasında eşgüdüm oluşturuyor. Üst beyinin alt beyin üzerinde belli bir kontrol oluşturmasını sağlıyor.

Fakat bu çoğu zaman yeterli değil. Çünkü hayatın içerisinde bir yandan aileden eğitim alıyoruz bir yandan okul hayatında, öte yandan da hayat okulundan da eğitim alıyoruz fakat çeldiriciler var. o eşgüdümü bozacak olaylar da yaşıyoruz. Dolayısıyla duygu eğitimini önemli bir başlık olarak hayatımızın bir parçası haline getirmek ve beşikten mezara kadar, yediden yetmişe kadar herkesin bu konu üzerinde durması bir gereklilik. Çünkü istediğimiz davranışı oluşturabilmek için o davranışla uyumlu bir duyguya ihtiyacımız var.

Çünkü düşünüyoruz “bu konuda şöyle bir davranış sergilemeliyiz diye, eşime şöyle davranmalıyım, çocuğuma biraz daha toleranslı davranmalıyım, sabahleyin biraz daha erken kalkmalıyım” gibi. Diyelim ki bir farkındalık oluştu üst beyinde ve buna bağlı olarak bir karar aldı. Fakat bunu davranış haline dönüştürebilmesi için bir duyguya ihtiyacı var. Çocuğuna o toleransı gösterebilmesi için sabır duygusuna ihtiyacı var. Eşine ilgiyi gösterebilmesi için sevgi, muhabbet duygusuna ihtiyacı var. O şekilde duygu gelmiyor. Tahammülsüzlük, öfke şeklinde geliyor. Duygu ilgisizlik, benmerkezlik şeklinde tezahür ediyor. O zaman kişi düşünce boyutunda almış olduğu o kararları davranışa dönüştüremiyor, hayata geçiremiyor.

Hepimizin hayatında şikayet ettiği durumlardan bir tanesi budur. Eğer bir şeyi davranışa dönüştürebilmek için sadece düşünmek, farkında olmak yeterli olsaydı dünya bir cennet olurdu.

Çoğu insan bugün hatalı yaklaşımlar içerisinde olan gerek kendisiyle olan ilişkisinde gerek diğer insanlarla olan ilişkisinde, gerek hayat ile olan ilişkilerinde, gerekse Allahu Teala ile olan ilişkilerinde hatalı yaklaşımlar içinde olan insanlara baktığımız zaman bu insanların birçoğunun hatalı yaklaşımlarının farkında olduklarını görüyoruz. Kendimi kontrol edemiyorum diye yakındıklarını duyarız. Çünkü duygular, alt beynimizin yani erişimimizin sınırlı olduğu bir yerde oluşmaktadır. Dolayısıyla oraya erişebilmek, oranın üzerindeki kontrolü arttırabilmek ve hepsinden önemlisi orayı terbiye etme zorunluluğu vardır.

Atı kontrol eden süvaridir. Dizginler aracığılıyla kontrol eder. Fakat süvari ile at arasındaki ilişki sadece o dizginlerden ibaret değildir. O sadece zayıf bir bağdır. Dizginler kopabilir. O at aynı zamanda terbiye edilmiştir. O atların eğitiminde iki husus var.

Birincisi, süvarisinden gelecek o yönergeleri anlamak ve tabi olmak konusunda eğitilmiştir. Fakat bu o süvarinin atını özellikle de olağan dışı durumlar söz konusu olduğunda kontrol edebilmesi içini yeterli değildir.

İkincisi, bu tür olağan ya da olağan dışı durumlar söz konusu olduğunda at belli bir tepkiyi verecek şekilde eğitilmiştir. Yani o an süvarinin dizginleri ele almaya gerek kalmaksızın süvariden gelecek yönergeye ihtiyaç duymaksızın spontene, süvarinin de onaylayacağı tepkiyi vermesi öngörülmüştür. Bununla beraber süvarinin onaylamayacağı tepkileri vermemesi de sağlanmıştır.

Mesela süvari atlarını göz önünde bulunduracak olursak, normal şartlarda at top sesinden, tüfek sesinden ürker. Çünkü onun doğasında böyle bir ses yoktur. Fakat o süvari atları eğitilirken özellikle de geçmişte o top sesini, tüfek sesini, mermi sesini duyduğunda ürkmiyecek şekilde eğitilir. O anda çünkü süvari düşmanla mücadele etme sürecei içerisinde, bir yandan da atını kontrol etmeye çalışırsa olmaz. O anda at almış olduğu terbiyenin gereğini yerine getiriyor. Bunu neden anlatıyoruz?

Dedik ya; bizim de hayvan beynimiz var. Düşünceler, duygularımızdan ortalama 5 saniye sonra gerçekleşiyor. Hayatımızdaki en önemli 5 saniye bu. Dolayısıyla o duyguyu henüz daha süvari dizginleri ele alıp ata bir emir vermeden de atın bunu tahmin etmesi ve süvarinin öngördüğü bir duyguyu açığa çıkarması gerekiyor.

Şimdi kişi çocuğuna daha toleranslı ola kararını aldı. Gitti psikologa çocukta dikkat dağınıklığı var. çocukta arkadaşlarıyla uyumsuzluk var. Kurallara uymama. Öğretmenlerine karşı gelme eğilimi var. okuldan şikayet geldi ve anne baba aldı çocuğu psikologa götürdü. Psikolog çocukla görüştü ve çocuğunuzun duygu durumu bozulmuş dedi. Anne ve baba sordular “neden bu çocuğun duygu durumu bozuldu?Biz her dediğini yapıyoruz. Yediği önünde yemediği ardında. v.s.”

babasının biraz daha fazla ilgilenmesi gerekiyor. Babası eve gelir gelmez kızım dersini çalıştın mı? Oğlum ödevini yaptın mı? Demeden önce onunla biraz nasılsın? İyimisin? Demesi ve biraz sohbet etmesi gerekiyor. Biraz sabırlı davranacaksın. Şu an biraz ergenlik belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Zaten çocuğun duygu durumuda çok iyi değil. Sosyal anlamda sıkıntıları var. akademik anlamda başarısızlık yaşıyor. Senin onu tolere etmen gerekiyor.

-eyvallah hocam bunu yapacağız. Diye kararını aldı konuşmadan sonra. Aradan zaman geçiyor ve anne baba yeniden geliyor. Hocam beceremedik, başaramadık. O kararı aldık ama başaramadık. Çünkü alt beyin genellikle üst beyinden önce tepki verme eğilimi içerisinde. Çocuğun yapmış olduğu bir davranışı alt beyin kendisine yapılmış bir saygısızlık, varlığının dikkate alınmaması, kişiliğinin hiçe sayılması, otoriteye meydan okunması şeklinde algılıyor. Ki öyle bir durum söz konusu değil. Ama öyle algılıyor alt beyin. Geçmişteki yaşantılardan hareketle ve bir anda öfke duygusu açığa çıkıyor. Daha üst beyin devreye girmedi. Akıl ve vicdan daha henüz bu konuda nasıl bir yaklaşım sergilenmesi gerektiğiyle ilgili verileri işleyip bir çıktı açığa çıkmadı. Yani bombalar patladı, at ürktü şaha kalktı ve süvarisini düşürdü. Onun için atlar öncesinden eğitime tabi tutulur.

Genel itibariyle baktığımızda bizim toplumumuzda altbeyin üstbeyine uyması konusunda bir eğitime tabi tutuluyor. Tamam bu olması gereken Bir şey. Ama ikincisi yapılmıyor. O bombalar patladığında silahlar ateşlendiğinde atın sakin olmasını sağlayacak eğitim verilmiyor.

Ya da at aç olduğu halde, at yorgun olduğu halde bir bağdan geçerken, bir bostandan geçerken, o yeşilliklere dalmamasını sağlayacak ya da yatacağı bir yer olduğunda hemen kendisini oraya atmamasını sağlayacak o eğitim verilmiyor. Eğer o eğitim verilmemiş ise at süvarisini dinlemez o bağa, o bostana kendisini atar ve sıkıntı söz konusu olur. Dolayısıyla her ikisinin de eğitimi veriliyor.

Alt beynimiz korktuğu şeylerden, acıdan uzak kalmak, ve hazza ulaşma eğilimi içerisindedir. Aynı şey hayvanlarda da söz konusudur.

At neden ürküyor, bombalar patladığında, silahlar ateşlendiğinde,bunun varlığını tehlikeye düşüreceğini düşünüyor ve korku tepkisi açığa çıkıyor. Korkuyor şaha kalkıyor ve süvarisi düşüyor. Korktuğu şeyle yüzleşmesi sağlanır, ondan uzak kalmaması sağlanır. Ya da at aç hazza ulaşmak istiyor. O yeşillikleri yemek istiyor. O suyu içmek istiyor. Ya da yorgun dinlenmeye, uyumaya ihtiyacı var. böyle bir imkan söz konusu olduğunda atın oraya meyletmemesi gerekiyor. Kendisine verilen emir doğrultusunda kendisine öngörülen istikamet doğrultusunda işini sürdürmesi gerekiyor. İşte bunun eğitimi de verilir. Ulaşmak istediği hazlardan geri durma eğitimi de verilir.

Şimdi bizlerde alt beynimizi eğitirken, çocukları eğitmekten bahsetmiyorum yanlış anlamayın, kendinizi eğitmekten bahsediyorum. Öncelikli olarak da kendi şahsıma söylüyorum. Bir acı duyduğumuz durumlarla yüzleşmek. İkincisi de hayatımızda önem verdiğimiz hazlardan kendimizi geri çekmek suretiyle alt beynimizi eğitiriz.

Bu konuda paket programlar var. Bu paket programlar aracılığıyla bunu yapabiliriz. Bizim dinimizin bize sunmuş olduğu paketler var. Bunun için özel yapılandırılmış programlara gerek yok.

Mesela batı kültüründe böyle bir eğitim yok. Batı kültürü daha ziyade bu eğitimin verildiği uzak doğu ülkerinde özellikle de Hint kültüründe bunun arayışı içerisinde. Çin kültüründe bunun arayışı içerisinde. Orada keşişler kendilerini bu şekilde terbiye ediyorlar. Tabi bu terbiye çoğu zaman istenen sonuçları vermiyor. Çünkü sadece alt beyini terbiye etmek yeterli değil. Süvarinin de atı alıp nereye götürdüğü çok önemli. Evet at süvarisine tabi ama süvari atını uçurumdan aşağı sürüyor. O zaman atın terbiye olması, o duyguların terbiye olması çok da bir anlam ifade etmiyor. Her ikisi de çok önemli.

Bizim paket programımız ne? ORUÇ

Sabahleyin kalktığımızda alt beynimiz kahvaltı yapmak istiyorum diyor. Bakın sahur bu açıdan çok önemli. Sahur alt beynimizi yönetebilmemiz açısından çok önemli. Sahur yapılmadan oruç tutulduğunda alt beyin hadi bakalım kahvaltı yapalım diyor. Diyelim ki hersabah 9 da biz kahvaltı yapmaya alışığız. Sindirim sistemimiz otomatik olarak çalışmaya başlıyor. Alt beyin üst beyine sormadan hemen sindirim sistemine çalış komutunu veriyor. Çünkü alışmış o saatte yemek yemeğe. Ve hemen sabahleyin kalktığımızda açlığında ötesinde midemizde bir kazıntıyla uyanıyoruz. Çünkü sabahleyin kahvaltı vaktimiz geçmiş. Ama biz kahvaltı yapmıyoruz.

Öğlen geliyor yine bir kazıntı. Öglenleyin yemek de yok. Gün içerisinde su kaybettik, su ihtiyacımız var. hayır su da yok. Ne dedik; İhtiyaçların karşılanması nedeniyle hazza ulaşmak. Ve onun hazza ulaşmasına mani oluyoruz.

Biraz serbest gezmek, dolaşmak istiyor. Hayır bu da yok. Oruçluyuz çünkü, halimize, tavrımıza, konuşmalarımıza, bakışlarımıza dikkat etmek zorundayız. Aksi takdirde akşama elimizde kalan açlık ve susuzluk olur. Biz ise bunun ötesine geçmek istiyoruz.

Alt beyin anlayamıyor. Neden böyle yapıyoruz? Bu bir, iki, üç, tekrar edip duruyor. Altbeyin yine yarın sabah kalktığımızda tekrar sindirim sistemine emir veriyor. Hadi hazırlan birazdan kahvaltıya oturacağız. Hayır kahvaltı yok sana. Yine öğlen vakti ayni şey yine yok. Yine yok. Yine yok.

Tabi ilk başta itiraz. O yoksunluk halini oldukça yoğun yaşıyoruz. Çünkü bedenimizi yöneten alt beynimizdir ağırlıklı olarak. Üst beynimizin bedenimiz üzerindeki kontrolü sınırlıdır. Ancak belli kas gruplarını üst beynimiz kontrol eder. Mesela yüzümüzde 12 tane kas varsa bunun 8 ini alt beynimiz kontrol eder, sadece 4 tanesini üst beynimiz kontrol eder. Dolayısıyla mimiklerimizi kontrol etme sürecinde alt beynimiz çok belirleyicidir. Eğer gülümseme isteği gelmiyorsa bu yüzümüze yansır. İçimzde bir öfke varsa bu yüzümüze yansır.

Ya da diyelim ki o anda çocuğumuza karşı ciddi bir duruş sergilemek istiyoruz veya çevremizdekilere karşı, altbeynimiz bunun ciddiyetinin çok farkında değilse o yüzümüze yansır. Çünkü o kaslar harekete geçmez. Üstbeyin emir verir ciddi bir ifadeye bürün diye. Fakat altbeyin o emri dinlemez. Dolayısıyla karşımızdaki insanda o etkiyi oluşturamayız biz.

Oruç alt beynimizi terbiye etme konusunda harikulade bir araç. Bir paket program. Herşey düşünülmüş ekstra bir şeye gerek yok. Fakat burada usule hürmet edeceğiz. Eğer orucu hayatının bir parçası haline getirirsen bir müddet sonra alt beyinde çok ciddi bir duygu eğitimi söz konusu olmaya başlıyor.

Üç ayların girmesiyle beraber oruca ağırlık verilmesi, özellikle de Recep ayında orucun yoğun olarak tavsiye edilmesinin altında yatan en önemli sebeplerden bir tanesi bu.

Tabi bunu yaparken hergün oruç tutmuyoruz. Özellikle de nafile oruçlarda. Genelliklealt beyin bir müddet sonra o uyarıcının varlığına ve yokluğuna uyum sağlama eğilimi içerisine girer. Dolayısıyla orucun çok düzenli bir şekilde değil de bir tutulup bir tutulmaması beyni şaşırtıyor.

Beyin tam oruçsuzluğa alışıyor. Oh diyor tamam bugün kahvaltı gelecek diyor. Fakat bakıyor o gün oruç var kahvaltı yok.

Ki Allahın Resulünün hayatına baktığımız zamanda her ne kadar belirli zamanlarda tutulan oruçlar olmakla birlikte bazen hiç oruç tutmayacakmış gibi davranırdı. Bazen de hiç bozmayacakmış gibi davranırdı. Bazen pazartesi, perşembe oruç tutardı. Bazende cuma günü oruç tutardı. Hadisi Şeriflerde öyle görüyoruz. İşte bu alt beyini şaşırtmaya yönelik. Alıtbeyin alışmasın diye. Çünkü altbeyin alıştığı zaman kendini ona göre ayarlıyor. O zaman o terbiyenin onun üzerindeki etkisi azalıyor.

Dolayısıyla bu günlerde oruca ağırlık vereceğiz. Altbeyini eğitme, terbiye etme konusunda, duygu eğitimi konusunda başka bir etkinlik, başka bir ibadet söz konusu değil.

Bununla beraber namaz, özellikle de gece namazları (teheccüd), günlerin uzadığı şu günlerde yatsı namazı, hatta erkekler için zorda olsa camiye gitmek. Sabah namazlarına kalkmak. Çoğu anne baba çocuklarına kıyamazlar. Halbuki altbeyini terbiye etme açısından harikulade bir araç sabah namazı. Tabi şefkatle, sevgiyle. Ama öte yandan kararlılıkla ve ciddiyetle yapılması gerekiyor.

Ve altbeyin şu soruyu soruyor; biz bütün bunları niçin yapıyoruz?

Sabahleyin kalkıyor okula gidiyor. Bunun somut kazanımları var. fakat söz konusu ibadetler söz konusu olduğunda pozitif bir geri dönüşüm söz konusu değil. Biz bunları niçin yapıyoruz diye soruyor. Bu ona anlamsız geliyor. Ama bir müddet sonra kişi bunu yapmaya devam ettikçe alt beyin bütün bu çabaların, bütün bu uğraşların belli bir amaca yönelik olduğunu birisinin takdirini kazanmaya yönelik olduğunu farketmeye başlıyor ve bu şekilde kişi alt beynine O nun varlığını anlatmış oluyor. Yaşantılar aracılığıyla.

İşte O nun varlığını anlatmayı başardığı andan itibaren alt beyinde O na boyun eğme, O nun koymuş olduğu kurallar çerçevesinde yaşama eğilimi içerisine giriyor. Dolayısıyla unutmuş olan alt beyine O nun varlığını bu yöntemlerle anlatacağız.


KALITIMIN KIŞILIĞIMIZE ETKİSİ

Psikoloji, modern psikoloji kurulduğundan bu yana insanoğlunun kişiliğinin kalıtım mı belirler yoksa çevresel faktörler mi belirler konusu hep bir tartışma konusu olmuştur.

Ki bu konu sadece psikologlar tarafından değil, filozoflar tarafından ve farklı bilim dallarına mensup ilim adamları tarafından, modern ilim alanları oluşmadan önce, din adamları tarafından felsefeciler tarafından da tartışılmıştır.

Kimisi insanın doğuştan boş bir sayfa gibi olduğunu iddia etmiş, kimisi de kişilik özelliklerinin hemen hemen tamamının genetik faktörlere bağlı olarak kalıtımsal olarak belirlendiğini söylemiştir. Kimisi de orta yol bulma çabasının bir neticesi olarak hem genetik faktörlerin hem de çevresel faktörlerin, yaşantıların, kişisel tercihlerin bir şekilde rol oynadığını dile getirmiştir.

Elbetteki tek başına kalıtım belirleyici değil. Tek başına çevresel faktörlerde belirleyici değil. Her ikisinin de etkisi var.

Fakat acaba hangisi daha belirleyici?

Şahsen benim ve benim gibi düşünen önemli bir psikolog güruhun görüşü kalıtımın daha da belirleyici olduğu yönünde.

Şöyle bir örnek verelim; demir, alüminyum ve tahta parçası alıyoruz. Her üçünü de aynı çevresel etkilere maruz bırakıyoruz. Diğer bir deyişle oksitlenmeye maruz bırakıyoruz nemli ortamda. Her üçünde de bir defarmasyon söz konusu olurmu? Olur.

O defarmasyon Tahtada bir çürüme, bozulma. Demirde paslanma. Alüminyumda da yeşerme şeklinde tezahür eder.

Bu aynı çevresel faktörün üç farklı madde üzerinde meydana getirdiği değişiklikler. Peki bu etkinin farklı olmasını ne belirliyor? O maddelerin yapı taşları belirliyor.

Benzer bir durum insan için de geçerli. Aynı çevresel faktörler içerisinde; mesela kardeşleri örnek alalım. Aynı anne ve baba, aynı aile ortamı, aynı mahalle, aynı okul, aynı öğretmenler, çevresel faktörler neredeyse birebir aynı. Fakat bakıyoruz bütün bunların kişiler üzerinde göstermiş olduğu etki oldukça farklı. Bunu o insanların kalıtsal özellikleri belirliyor. Genetik olarak içine kodlanmış psikolojik ve fizyolojik özellikleri belirliyor.

Bu konuda yapılmış çok ilginç bir araştırma var. Testesteron hormonunun kişilik üzerinde ve fizyoloji üzerindeki etkilerini anlatan bir çalışma. Ki bu testesteron düzeyini belirleyen faktörler tamamen genetik faktörler. Eğer bir çocuk hamilelik döneminde yoğun olarak testesterona maruz kalmışsa, bir şekilde bedeni testesteron üretmişse onda baskın olan özellik erkek özellikleri oluyor.

Bu kız içinde geçerli, erkek içinde geçerli. Ve çok ilginç bir özellik daha oluşuyor. Bu insanların yüzük parmakları işaret parmaklarından daha uzun. Genellikle özellikle erkeklerde yüzük parmakları işaret parmaklarından daha uzundur. Bu o çocuğun hamilelik evresinde testesteron hormonuna maruz kaldığının bir göstergesi. Yapılan araştırmalar, yüzük parmağının uzamasına etki eden gen ile testesteron salınımına etki eden genin aynı gen olduğunu ortaya koyuyor.

Dolayısıyla eğer o gen aktifse, baskınsa yüzük parmağı işaret parmağına kıyasla uzun oluyor. Ve kişi daha fazla testesterona maruz kalmış oluyor. Bu testesteronun, bu hormonun kişinin beyni üzerindebazı etkileri söz konusu oluyor.

Hatta çok ilginç araştırmalar var bu konuyla ilgili. BBC de belgesel olarak da yayınlandı. Orada bu kuramı ortaya koyan bilim adamı 6 kişilik bir atlet grubu alıyor. Ve bu kişilerin yüzük parmaklarını ölçerek yarışma sonrasında elde edecekleri dereceyi tahmin ediyor. Yarışmadan önce atletlerin cebine yarışmada kaçıncı geleceklerini gösteren kağıtları ceplerine koyuyor. Tabi atletlerin bundan haberleri yok. Yarış başlıyor ve bitiyor. Bittikten sonra atletler başarı sırasına göre sıralanıyorlar. Bilim adamları geliyor ve hepsinin cebinden sırasıyla o kağıtları çıkartıyor. Ve 6 da 4 tutturuyor. Bulamadıkları şaşırdıkları da 3. ve 4. karışmış. 5. ile de 6. karışmış. Bunların da bitirme dereceleri hemen hemen birbirine yakın. Yüzük parmakları ölçülerine bakıldığında da ölçülerini hemen hemen birbirine yakın olduklarını görüyoruz. Herkez çok şaşırıyor. Şaşırtıcı bir sonuç.

İşte bu testesteron etkisi. Testesteron hamilelik esnasında çocuğun kalp, damar ve ciğer yapısını güçlendiriyor. Testesteron kişiyi güçlendiriyor tabiri caizse. Daha sert, daha güçlü, daha erkeksi hale getiriyor. Ki bu kadınlarda da gözlemleniyor. Yani kişi kadın fakat psikolojide erkek beyni deniyor. Eğer kişi erkek olduğu halde yüzük parmağı işaret parmağından kısaysa o kisinin beyni testesteronu yeterli derecede alamadığı için kadın beyni olarak tanımlanıyor. Tabi bu cinsel yönelimde belirleyici değil. Bu tamamen hayata olan yaklaşımımız, yaşadığımız olaylar karşısındaki tepkilerimizde belirleyici. Ve burada genetik faktörler rol oynuyor tamamiyle.

Sadece bu araştırma bile bu kalıtsal faktörlerin insanoğlunun kişiliğinde, hayatının daha sonraki evrelerinde, karşılaştığı olaylar karşısında ne tür tepkiler vereceğinde ne kadar belirleyici olduğunu ortaya koyuyor.

Bunu biz tercih edemiyoruz. Bunu anne ve baba da tercih edemiyor. Bir şekilde hamilelik sürecinde çocuğun üretmiş olduğu testesteron gerek psikolojisini, gerek se fizyolojisini çok ciddi anlamda etkiliyor. İster kız çocuğu olsun isterse de erkek çocuğu olsun. Ve bu etki tercihe bağlı olarak ortaya çıkan bir etki değil.

Bu araştırma kalıtsal faktörlerin kişiliğin oluşumunda ki belirleyiciliği üzerinde yapılmış, son dönemde bilim çevrelerinde şaşırtan, oldukça ses getiren bir çalışma.

Şimdi bu çalışmada yüzük parmağı işaret parmağından büyük bir kadında inceleniyor. O kadının beyin fonksiyonlarına şöyle bir bakıldığında, kişiliğinin işleyişine, zihinsel fonksiyonlarına, biyolojik fonksiyonlarına şöyle bir bakıldığında daha erkeksi bir yaklaşım, tavır içerisinde olduğu da ortaya çıkıyor.

Mesela kadın beyni ve erkek beyni bir çok yönden benzeşmekle birlikte bir çok yönden de birbirinden ayrışır. Fizyolojik özellikler itibariyle, bölgelerin büyüklükleri ve üstlenmiş oldukları işlevler itibariyle ve bölgelerin birbirleriyle olan ilişkileri itibariyle kadın beyni ile erkek beyni birbirinden farklıdır.

Her ne kadar feministler erkek beyni ile kadın beyninin aynı olduğunu iddia etseler de özellikle son dönem yapılan araştırmalar, özellikle de beyin görüntüleme tekniklerinin ilerlemesiyle beraber yapılan araştırmalar hiç te öyle feministlerin iddia ettiği gibi olmadığını ortaya koyuyor.

Mesela erkek beyni kadın beynine kıyasla daha erotik bir beyin, kadın beyni ise erkek beynine kıyasla daha romantik bir beyin.

Erkek beyni, özellikle üç boyutlu algı konusunda ilerlemiş vaziyette. Kadın beyni de özellikle duyma, görme ve konuşma konusu konusunda erkek beynine kıyasla daha baskın, daha ileri.

Mesela kadınlar konuşma esnasında ve dinleme esnasında beyinlerinin her iki küresini de aktif olarak kullanabiliyorlar.

Bu konuda yapılmış yine bir araştırma var.

Bir kulaklıkla hem sağdan hem soldan aynı anda iki kelime veriliyor. Erkekler bu iki kelimeyi ayırt edemiyorlar. Sadece bir taraftan verilen kelimeleri algılayabiliyorlarken kadınlar kulaklığın her iki tarafından verilen kelimeleri de algılayabiliyorlar. Bu onların işitme ve konuşma sürecinde beyinlerini daha iyi kullanabildiklerinin bir göstergesi. Erkekler bu konuda ne yazıkki çok başarılı değil.

Fakat 3 boyutlu algılama, uzatsal algılama söz konusu olduğunda ise erkeklerin kadınlara oranlara % 40 daha başarılı bir performans sergilediklerini görüyoruz.

Esasında erkek beyni ile kadın beyni arasındaki bu farklılık da kalıtsal faktörlerin, genetik özelliklerin insanoğlunun kişiliğinin işleyişinde ne kadar belirleyici olduğu konusun da bize bir veri sunuyor.

Feministler uzun yıllar boyunca erkek ile kadınların arasındaki farkların doğuştan gelen farklar olmadığını, bunların daha ziyade, toplumsal, kültürel ve toplumsal farklılıklar dan ortaya çıktığını, eğer bu toplumsal, kültürel faktörler bir şekilde düzeltilebilirse kadınların erkeklerle her konuda denk olabileceğini, benzer olabileceğini iddia ediyorlardı. Bu zaten feminist çevrelerin dışında çok da kabul gören bir görüş değildi ama son dönemdeki bilimsel çalışmalar bu tavı yerle yeksan etmiştir.

Bu da kadın ve erkek beyninin işlevleri itibariyle gerek bilişsel işlevleri, gerekse psikolojik işlevleri itibariyle bu denli farklı oluşları kalıtsal faktörlerin yine, diğer bir deyişle fıtratın bireysel özelliklerin oluşumundaki belirleyiciliğini ortaya çok net bir şekilde koyuyor.

Yüzük parmağı işaret parmağından daha uzun olan o kadın hemcinslerine kıyasla erkeklerinkine daha yakın skorlar elde ediyor. İşitme, duyma ve konuşma konusunda hemcinslerinden ziyade erkeklerinkine yakın bir performans sergiliyor. Bununla beraber 3 boyutlu düşünme konusunda da yine hemcinslerine kıyasla daha iyi performanslar elde ediliyor yapılan çalışmada.

Kadının hayatına baktığımız zaman kendini şöyle nitelendiriyor; kadın gibi bir kadın olduğumu söyleyemem. Erkeksi tavırlarımın olduğunu ben de farkediyorum diyor. Tabi ailevi yaklaşımlar, çevresel faktörler, gibi bir çok şey etkili fakat kalıtsal faktörler de etkili.

Kalıtsal faktörler kim tarafından belirleniyor, neye göre belirleniyor? Bilime bakacak olursak bu doğal seçilimin bir unsuru. Diğer bir deyişle evrim belirliyor bunu.

Fakat biz neye iman ediyoruz? Her insanın bir yazgısı var. onu bekleyen bir kader var. onun için hazırlanmış bir misyon var. ve yine ondan yerine getirilmesi beklenen dağlara, yerlere ve göklere teklif edilmiş ama onların üstlenmeye yanaşmadığı bir sorumluluk var. Ve Mevla bu sorumluluğun üstesinden gelebilmek için ihtiyaç duyduğu içsel kaynakları insanın fıtratına yerleştirmiştir. Diğer bir deyişle genetik olarak kodlamıştır.

Ve bu konuda yapılmış diğer bir araştırma daha var. Bu da çok ilginç. Özellikle kadınlarda yüzük parmağı işaret parmağından daha uzun olan kadınların hayatlarının diğer hemcinslerinin hayatlarına kıyasla biraz daha zorlu geçtiğine dair de bir araştırma var.

Bu henüz daha bilim çevrelerinde kabul gören bir çalışma olmasa da o insanların stres durumları, yaşam süreçleri içerisinde maruz kaldıkları stres faktörlerine bakıldığında daha fazla stres faktörüne maruz kaldıkları görülüyor. Yani onları bekleyen zor bir hayat var. tabiri çaizse o zorluklarla başedebilmeleri açısından hamilelik döneminde çevresel faktörler belirlenmiyor. Genetik faktörlere bağlı olarak testesterona maruz bırakılıyor ki o bebek onu bekleyen o zorlu hayatın üstesinden gelsin, fizyolojik ve psikolojik açıdan daha güçlü, daha dirençli olabilsin.

Hakikat tekdir zaten. Hakikat kevni ve kelami prensipler aynı hakikati tarif ediyor. Bilimin üzerinde çalıştığı, hayatta var olan o realiteler ile ulumi diniyye nin bize vaz etmiş olduğu o kelami prensipler, o ahlaki ve dini hükümler aynı hakikati tarif ediyor. Birbiriyle uyumlu gidiyor. Hiçbir şekilde birbiriyle çelişmiyor. Aynı hakikati tarif ediyor.

Özellikle bu son dönem yapılan araştırmaların bizim zaten iman ettiğimiz o kelami prensiplerin ışığı altında ulumu diniyyenin b ize bildirmiş olduğu o hakikatleri teyid ediyor olması ayrıca güzel. Ve bu araştırmalar biz inanan insanların o kadim kültürün mensuplarının bilimsel araştırmalara daha bir gayretle sarılmamız, bu alandaki çalışmaları daha bir ısrarla devam ettirmemizin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor. Çünkü bu araştırmaları doğru bir şekilde yorumlayabilmekte çok önemli.

Bu araştırmalar neticesinde elde edilmiş sonuçların mensup olduğumuz o kadim kültürün o inanç sisteminin zaten bize asırlar öncesinden ortaya koymuş olduğunu insanlara anlatabilmemiz ama insanlara allatmadan önce kendi hayatımızda uygulayabilmemiz son derece önemli.


DUYGUSAL ZEKA VE KALITIM

İnsanoğlunun kişiliğinin bir parçası olan, içsel faktörü olan ve tamamen genetik olarak kodlanmış duygusal zeka üzerinde duracağız. Psikoloji biliminde ve bedogoji biliminde uzun süreler boyunca testlerde mantıksal zeka ölçümlendi. İlerleyen süreçlerde mantıksal zekanın sözel ve sayısal zeka olarak ikiye ayrılması durumu ortaya çıktı. Fakat özellikle son yıllarda şu 15-20 yıllık süreçte IQ nun insanın başarısında çok belirleyici olmadığını, IQ nun yanı sıra farklı faktörlerinde,f arklı zeka türlerinin de var olduğu bunların da ölçümlenmesi ve eğitilmesi gerekliliği ve kişinin başarısında ve yanı sıra mutluluğunda bunlarında belirleyici olduğu savı ortaya atıldı.

Bu ilk olarak David Coleman isimli Harward Üniversitesinde öğretim görevlisi birisi tarafından ortaya atıldı ve ortaya atıldığı andan itibaren gerek bilim çevrelerinde olsun, gerekse diğer çevrelerde olsun ciddi anlamda bir karşılık buldu, yankı buldu.

Ve bu yine onun tarafından duygusal zeka olarak tanımlandı.

Duygusal Zeka, mesela sanat zekası bir duygusal zeka çeşididir. Bedensel zeka, buda bir duygusal zeka çeşididir.

Mesela Arda Turanı ele alalım. Arda Turan çok zeki birisi mi? Bir IQ testi yapalım. Çok düşük çıktı testi, istediğimiz sonuçları alamadık. Bundan hareketle onun zeki olmadığını iddia edebiliriz. Peki maç esnasında sahada sergilemiş olduğu o tavırlar, o organizasyon, o bedensel kıvraklık, dayanıklılık bunu nasıl izah edeceğiz?

Bu bir zeka türü değil mi? Bu süreçleri beynimizin korteksi zekanın üzerinde çalıştığı o yapı kontrol etmiyor mu? Evet beyin kontrol ediyor. Bu otomatik, tamamen spontan beynin içerisinde olmadığı tamamen kasların kendi kendilerini organize ettiği bir süreç değil.

İşin içerisinde beyin var mı? Var.

İşin içerisinde korteks var mı? Var.

O zaman bunu bir zeka çeşidi olarak değerlendirebiliriz. Bu zekaya da biz bedensel zeka diyoruz.

Beynimizde yazılımlar var. Genel anlamda çalışan bir işletim sistemi var. Nasıl ki bilgisayarımıza işletim sistemi yüklüyoruz. Eskiden sadece Windows vardı. Ama şimdi Chorom çıktı, Py foks çıktı, gb. Alternatif işletim sistemleri var. Bu işletim sisteminin de altında çalışan programlar var.

Bizim işletim sistemimiz insan. Maymunların işletim sistemi ne? Maymun işletim sistemi. Köpeklerinki ne? Köpek işletim sistemi. O köpeğin davranışlarını, tavırlarını, etkinliklerini, hayatla, kendisiyle ve diğer canlılar la olan ilişkisini sadece fizyolojik özelliklerini sadece beyin belirlemiyor. Beynin üzerinde çalışan bir yazılım var. bu yazılım ne? İşte köpek. O yazılım yükleniyor ve o yazılımdan hareketle o beyin ve o beden köpek davranışları ortaya koyuyor. Benzer bir durum insan için de geçerli. Ve bu işletim sisteminin da altında çalışan programlar var.

bu programlar özellikle de bazı beyinler bazı programları çalıştırma konusunda ve geliştirme konusunda çok daha başarılılar. Mesela bedensel zekası biraz daha ön planda olan bir çocuk antremana alındığında diğer çocukların arasından hemen sıyrılıyor. Antrenörünün göstermiş olduğu o hareketleri çok daha çabuk kavrıyor ve çok daha çabuk harekete geçiriyor. Çünkü beyninde bu konuda çalışan bir bölge var ve o bölgenin kullanmış olduğu bir yazılım var ve o yazılım eğitime bağlı olarak, deneyime bağlı olarak çok hızlı bir şekilde ve zengin bir içerikle geliştiriliyor.

Aynı zaman da bu insanın beyin kas koordinasyonu diğer insanlarınkine kıyasla çok daha gelişkin, o sinir ağı çok daha hızlı hareket ediyor, daha zengin. Dolayısıyla beyninide oluşturulmuş olan o yazılım, o program çok daha hızlı bir şekilde davranışa dönüştürülebiliniyor.

İşte biz buna bedensel zeka diyoruz.

Bu bir çeşit duygusal zeka çeşididir ve ölçümlenmesi gerekir. Çocukta varlığı ve yokluğu tespit edilmesi gerekir, geliştirilmesi gerekir. Okullarda beden eğitimi dersinin var olmasının temeli esasında o bedensel zekayı geliştirmek. Fakat günümüzde baktığımız zaman beden eğitimi dersi bedensel zekayı geliştirmeye yönelik bir eğitimi çok fazla içermiyor. Halbuki çok fazla önemli bir unsur, çok önemli bir alan.

Çünkü beyin öyle bir yapı ki, beynin belli bir bölgesinin gelişiyor olması beynin diğer bölgelerinin aktivitelerinin de gelişimine olumlu yönde yansıyor. O beyinin fazla kullanılan bölgesinde nöronlar arası bağlantı sayısında bir artış söz konusu olur. Bu aynı zamanda beynin işlem kapasitesinin de artması anlamına gelir ve bu genel anlamda beynin diğer işlevlerini daha zengin daha verimli olmasına yol açar. Dolayısıyla bedeni eğitmek suretiyle, o bedensel zekayı geliştirmek suretiyle çok daha farklı zeka türlerini de geliştiriyoruz. Takım oyunlarında bedensel zekanın yanı sıra sosyal zeka gelişiyor, stratejik zeka gelişiyor, çok daha fazla duygusal zeka gelişimi söz konusu oluyor.

Fakat bilgisayar başlarında oturarak, evlerde hareket etmeksizin sadece beynin içerisinde bazı etkinlikleri geliştirmek suretiyle bir zeka gelişimi sözkonusu oluyor mu?

Bu konuda da yapılmış araştırmalar var. yigidi öldür hakkını yeme demişler ya. Biz hep eleştiriyoruz bilgisayar oyunlarını, çocukların bilgisayar başında saatlerini geçirmesini, özellikle strateji türü oyunlar oynayan çocukların kara alma mekanizmalarının risk alma, insiyatif alma mekanizmalarının gelişmiş olduklarını, yaşıtlarına göre ön plana çıktıklarını gösteren araştırmalar var.

Fakat tabi beynin bir alanının gelişiyor olması işlevlerinin daha verimli hale geliyor olması diğer taraflar eğitilmediği takdirde o boşluğu doldourur mu doldurmazmı o da ayrı bir tartışma konusu.

Mesela diğer bir duygusal zeka çeşidi sanatsal zekadır. Bu sanatsal zekayı da görsel, işitsel ve dokunsal olarak da üçe ayırmamız mümkün.

İşitsel zeka mesela müzik. Görsel zeka resim. Dokunsal zeka heykel. Gibi sanatları sayabiliriz. Bazı insanların sanatsal zekaları çok ciddi anlamda gelişkin oluyor. Daha önce Hiçbir resim eğitimi almadığı halde eline kağıdı kalemi verdiğiniz zaman harikulade çizimler ortaya çıkartabiliyor. Ya da müzik eğitimi almış olmadığı halde bir müzik aletini verdiğiniz zaman oradan anlamlı sesler melodiler çıkartabiliyor. Bir şarkıyı anlayıp çalabilmesi için ber kere bile dinlemesi yeterli hale gelebiliyor. Ve kişinin el becerileri çok gelişmiş olabiliyor o el becerileri sayesinde harikulade eserler açığa çıkartabiliyor. Bu bir duygusal zeka çeşididir. Bunlar her ne kadar geliştirilebilir ise de temelinde bunun ne kadar geliştirilebilineceğini kalıtsal faktörler belirliyor.

Aynı şey bilişsel zeka, mantıksal zeka içinde geçerlidir. IQ için de geçerlidir. Bu bir tartışma konusu olmuş yıllarca. IQ geliştirilebilirmi, yükseltilebilinirmi diye. Fakat ne kadar özel çabalar söz konusu olsa bile belli bir seviyenin üzerine çıkılamıyor.

Hani bir şehir efsanesi vardır ya çocuğu baskete ver boyu uzasın diye. Fakat basketbol boyu uzatmıyor. Genetik faktörler kaç cm i öngörüyorsa kişi o kadar uzayabiliyor. Çünkü insanın boyunu kasları değil, iskelet sistemi belirler. Ve basketin iskelet sistemi üzerinde uzamaya yönelik herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Tamamiyle genetik faktörlerce belirleniyor boy uzunluğu. Spor sadece 1 cm oda kasların uzamasından hareketle sürece etki edebilir. Fakat sonuçta bir söz vardırya bizim dilimizde “ iş olacağına varıyor”.

Zeka içinde benzer bir durum söz konusu. Peki bir kişinin IQ sunun diğer bir kişinin IQ su kadar yüksek olmayışı bir dezaavantaj mıdır? Hayır. Her şeyi bağlamında ele almak gerekiyor.

O kişiyi belirlenen yazgıyı yaşayabilmesi, o kişi için öngörülen kulvarda belirli, sağlıklı, kararlı bir şekilde yürüyebilmesi için ihtiyaç duymuş olduğu o zeka seviyesi ona bahşedilmiştir.

Sonuçta o insan hangi kulvarda ilerleyecek ona ne gibi bir misyon yüklendi. Kaderinde bekleyen şeyler neler? Ona verilmiş olan mantıksal zeka ve duygusal zeka onu bekleyen o yazgı, o kader öngörülerek oluşturulmuştur. Dolayısıyla zaten çok ta değiştirilebilir değil. Çünkü değiştirmek kısa vadede kazanımmış gibi görünse de orta ve uzun vadede sıkıntılara yol açıyor. Zaten Mevla da buna çok fazla müsaade etmemiş.

O açıdan anne ve babalara biz her zaman çocuklarınıza şöyle birbakın o nu anlamaya, tanımaya çalışın. O nun kişiliğine fizyolojik, psikolojik yapısına, zihinsel işleyişine etki eden kalıtsal faktörler neler onları iyi bir anlayın. Bunları anlama sürecinde kendinize birbakın. Akrabalarınıza bakın. Sülalenize bakın. Çocuğunuzu önce bir gözlemleyin. Kendi gerçek kişiliğini ortaya koymasına belli ölçülerde müsaade edin. Bu süreçte hatalar olabilir. Geri kalmalar olabilir. Beklemeler, duraksamalar olabilir. Bazen sapmalar söz konusu olabilir. Bunlara belli ölçülerde yönetmek kaydıyla müsaade ediyoruz. O nu bir tanıyın, anlayın. Ona göre nabze göre şerbeti verin. Onun gerçeğinden hareketle doğru hedefler tayin edin. Eğitim sürecini doğru bir şekilde planlayın. Ona yaklaşımını onun gerçeğine göre oluşturun.

Fakat anne ve babalar neyazıkki buna çok fazla riayet edemiyorlar. Çünkü yoğun bir rekabet var, güdülenmiş vaziyetteler. Tabiri caizse gaza gelmiş vaziyetteler. Beklentiler son derece yüksek. Kaygılar, korkular son derece pofpoflanmış, yükseltilmiş vaziyette. Bunun etkisiyle tabiri caizse çocukların yarış atı gibi koşturuyor vaziyetteler. Ama yarış atı gibi yetiştirmeye çalıştığın çocuk eğer yarış atı değilse, bir beygirse o hızlı koşmak için değil de yük taşımak için dizayn edilmişse sen ona zulmetmiş oluyorsun. Çünkü sen onun yazılımının, donanımının öngörmediği bir şeyi ona yaptırmaya çalışıyorsun. Olur mu? Olmaz. Ona zulmetmiş olursun. O zaman o genetik kodlar, fıtrat kendini koruma çabası içerisine giriyor. Kişiliğinin derinliklerinde var olan o koruma mekanizmasını, o güvenlik mekanizmasını tahrik etmiş olursun. O mekanizmanın biz özellikle de çocuklarda devreye girmesini istemiyoruz. Çünkü o mekanizma devreye girdiğinde çocuk hırçınlaşıyor, inatlaşmaya başlıyor, ayak diremeye başlıyor. Bu tamamiyle kişiliğini koruma çabası. Çünkü kişiliğine müdahele var. genetik kodlarına müdahele var. Fıtrata, doğuştan gelen özelliklere hürmetsizlik var.

Ya da güvenlik bölgesi sistemi kapatıyor. Çocuk kendisini anne ve babasına kapatıyor. Onlarla iletişim kurmuyor. Kurarmış gibi yapıyor, ama iletişim kurmuyor. Ya da tamamiyle kendini geri çekiyor hiç iletişim kurmuyor. Onların girdiği odaya girmiyor. Hiçbir şekilde konuşmuyor. Hatta anne ve babasından hareketle arkadaşlarıyla, akrabalarıyla, hocalarıyla da iletişimi kapatabiliyor.

Çünkü ayarlara müdahele edildi. Çünkü güvenliğin derinliklerindeki güvenlik bölgesi aşırı derecede uyarıldı aktif hale getirildi. Ve fıtrat kendini korumaya aldı. Bu kısa vadede iyi bir şey. Fakat anne ve babanın hatalı yaklaşımının farkına varamayıp çocuğun üzerine gitmeye devam etmesi, bunu fıtratı koruma çabası değilde, haylazlık, yaramazlık, vurdum duymazlık, sorumsuzluk olarak algılayıp onun üzerine daha da fazla gitmesi bu sürecin, güvenlik modunda kalmak süresinin gereksiz yere uzamasına ve nihayetinde çocuğun kişilik gelişiminin olumsuz yönde etkilenmesine, duraksamasına tabiri caizse fıtratın rayından çıkmasına neden oluyor.

Anne ve babalar olarak bizler çocuklarımızı biraz geriden takip edeceğiz. Çok fazla diplerine girmeyeceğiz. Çok fazla da uzakta durmayacağız. O takip mesafesini iyi ayarlayacağız. Fıtratın kendini açığa çıkarmasına, sergilemesine müsaade edeceğiz.

Duygusal zekaya geri dönecek olursak; mesela kitaplarda geçmese de ticari zeka da duygusal zeka çeşididir. Bakıyorsunuz çocuğa küçük yaştan itibaren pazarlık yapıyor, karını zararını biliyor, alıyor, satıyor, arkadışına kalem satıyor, ondan kalem alıyor, işte bu ticari zekanın o insanda var olduğunun bir göstergesi.

Bu da gene genetik olarak o insanın içerisine kodlanmış, o insanda var olan bir zeka çeşididir.

Bir diğer duygusal zeka çeşidi; Mekanik zeka. Mesela mekanik zekaya sahip olan insanlar, özelliklede çocuklar, çok meraklıdırlar. Kurcalarlar. İşte bu mekanik zekanın bir göstergesi. Bu bir duygusal zeka çeşidi.

Anne ve baba bunu farkettiğinde bunun önünü açacak. Oyuncak tercihlerini, oyun tercihlerini, hatta meslek tercihlerini bunu göz önünde bulundurarak yapacak.

Fakat günümüzde eğitim sistemine baktığımız zaman. Özellikle de bizim eğitim sistemimize; ne yazıkki okullarımız duygusal zekayı eğitmiyor.

Okullarımız duygusal zekayı eğitmediği gibi, duygusal zekayı köreltiyor. Çocuğun bedensel zekası var, kıpır kıpır, hareket etmek, oynamak istiyor. Öğretmen ne yapıyor. Otur bakıyım diyor ve 45 dakika boyunca onu oturtuyor.

Evet şimdi spor liseleri açıldı. Fakat daha geç bir evrede o çocuk oralara gidiyor. Halbuki bu bedensel zekanın küçük yaşlardan itibaren tespit edilmesi ve geliştirilmesi gerekiyor. O açıdan duygusal zekayla ilgili kitapların alınıp okunmasını özellikle anne ve babalara tavsiye ediyorum.

Gerek çocuklarını daha iyi anlayabilmeleri, gerekse de kendilerini daha iyi anlayabilmeleri açısından.