29 Mart 2015 Pazar

ÇOCUĞUNUN İÇİNDEKİ ÇOCUĞU TANIYOR MUSUN?

Kendi içindeki çocuktan kopuk olan insanlara baktığımız zaman kedi çocuklarını da çok iyi tanımadıklarını görüyoruz.

Çocuklarının içindeki çocukları göremiyorlar…..

Evet çocuklarımızın için de de çocuk var….

Dolayısıyla kendi içindeki çocuğu anlayabilirse kişi çocuğunun içindeki çocuğu anlayabilir.

Çocuk diyelim ki 7-8 yaşında ve şımarıyor. İşte şımaran onun içindeki çocuk aslında. 

O çocuğun içindeki çocuğu görmek, anlamak, onun ihtiyaçlarının farkına varmak ve ihtiyaçlarını karşılamak çok önemlidir.

ZAAFLARIMIZI ÇOCUKLARIMIZA YANSITIYOR MUYUZ?

ZAAFLARIMIZI ÇOCUKLARIMIZA YANSITIYOR MUYUZ?

Çoğu anne babaya bakıyoruz çocuğuyla ilişkisini kendi içindeki çocuk üzerinden gerçekleştirir. Bu bir kaidedir. Kimisi bunun farkındadır bunu yönetir, kimisi de bunun farkında değildir.

Diyelim ki çocukluk döneminde bazı korkular yaşadı. İçimizdeki çocuk o korkuları geçmişten günümüze taşıyor ve kendi şahsında o korkularımızı çocuğumuza yansıtıyoruz ve onun özgürlüğünü kısıtlıyoruz. 

Fazlasıyla koruyucu, kollayıcı, müdahaleci bir ebeveyne dönüşebiliyoruz. Bunun sebebi çocukluktaki korkularımızdır.

14 Mart 2015 Cumartesi

DERDİNİ SÖYLEMEYEN DERMAN BULAMAZ

Atalarımız ne demiş; “derdini söylemeyen derman bulamaz”.  Gerçekten de tarihsen süreç içerisinde şöyle bir baktığımız zaman ciddi anlamda bir bilgeliğin, bir yaşanmışlığın, o tecrübenin adeta bir süzgeçten geçirilerek söylenmiş büyük sözler.

Her birisinin bilimsel bir karşılığı var. 

Bizler sosyal varlıklarız. Dünyanın neresine gidersek bakalım birey olarak yaşayan hiçbir topluluk bulamayız. Bireysel anlamda yaşamış olduğu sıkıntılara bağlı olarak bireysel yaşayan insanlara rastlayabiliriz. Fakat toplum olarak ayrı bireyler halinde yaşayan bir millete rastlamamız mümkün değildir. Çünkü sosyal olmak, toplumsal olmak, başka insanlarla birlikte olmak fiziksel bir ihtiyaç olduğu gibi duygusal bir ihtiyaçtır da. Ve bu ihtiyacı en ziyadesiyle sıkıntılı zamanlarımızda hissederiz. O esnada derdimizi anlatabileceğimiz, bizi anlayabilecek, anlamanın hissetmenin ötesinde bize vereceği destek ile o sıkıntıların etkisinin azalmasına sorunların çözümüne katlı sağlayabilecek birilerine hava kadar, su kadar, ekmek kadar ihtiyacımız vardır. 

Dünyanın en kötü şeylerinden bir tanesidir anlaşılmamak. 

Dünyanın en kötü şeylerinden bir tanesidir insanın yaşadığı problemleri kimse bilmeksizin sadece ve sadece içinde yaşıyor olması. Tabi bu bir tercihse, kişinin manevi halinin bir gereği ise buna bir şey demiyoruz. Burada kast ettiğimiz paylaşacak kimsesi olmadığından dolayı, derdini arz edecek kimsesi olmadığından dolayı bu halde oluyor olmaktır. 

Ya da anlatsa da kendisini anlayacak kimselerin etrafında olmamasıdır. 

Çevremizde bu tür sıkıntılı insanlar varsa onları şöyle bir deşip, bu gün iyi görünmüyorsun hayırdır bir derdin mi var? Deyip ona kulak vermek, dinlemek, anlamaya çalışmak, hissetmeye çalışmak, empati kurmak ve karınca kararınca çözüm önerileri sunmak çok önemlidir. 

Tabi burada dikkat edilmesi gereken şey de önemlidir. Bu insanlar için önemli olan akıl verilmesi değildir kendilerine. Bu insanlar o esnada yalnızlar, o esnada bir başınalar. Öncelikli olarak onların yalnızlığını bir gidermemiz gerekiyor. 

Onlar anlaşılmak istiyorlar. Anlaşılmadıklarını, fark edilmediklerini düşünüyorlar. Onları bir fark etmek ve anlamak gerekiyor. 

Yaşadıklarının sadece kendilerine özgü olduğunu düşünüyorlar. Dolayısıyla bir başkasının onları hissetmesi çok önemlidir. 

Bu aşamalar zaten aşıldıktan sonra çok da çözüm üretmemize gerek kalmıyor. Çünkü kişi duygusal anlamda bir rahatlama hissediyor. O yaşamış olduğu olayın getirdiği stres belirtilerinde yüzde elliye varan oranda azaltabiliyor. Bazı insanlar vardır.  Her gördüğü insana kendi dertlerini anlatmaya başlarlar. Bazen bu insanlar otobüste, uçakta ya da vapurda yanınıza otururlar. Bazen bu insanlar sizin dostunuzdur. Her karşılaştığınızda size dertlerini anlatırlar.

Niye bu insanlar her kese, tanıdıklarına-tanımadıklarına, otururken ya da ayaktayken, gündüz-gece, telefonda-yüz yüze, hep böyle dertlerini anlatma eğilimi içerisindeler? 

Bunun bilimsel bir karşılığı var. Sonuçta bu işe yarıyor.

Bu şekilde o çözümleyemedikleri sorunlarını yönetiyorlar. O çözümleyemediği sıkıntının onun üzerindeki etkilerini böylelikle tolere edilebilir, yönetilebilir, idare edilebilir seviyeye getirmiş oluyor. 

 Toplumda o açıdan psikolojik alt yapımız, bilgi birikimimiz bu işe uygunsa konumumuz bu işe uygunsa, sıkıntılılara dertlilere bir kulak verebilmek ve onlara anlaşıldıklarını, fark edildiklerini, değer gördüklerini hissettirebilmek çok önemlidir. 

Daha önce anlatmıştım ama yeri geldiğinde tekrar paylaşmak istiyorum;

Psikoloğun bir tanesine gecenin bir yarısında telefon geliyor. Psikolog açmak ve açmamak arasında tereddütte kalıyor ve telefonu sonunda açıyor. Karşısındaki kadın şu anda pencerede intihar etmek üzere olduğunu söylüyor. Psikolog 2 saate yakın onu ikna etmeye çalışıyor ve sonunda kadın ikna olup intihar etmekten vaz geçiyor. Psikolog ertesi gün için kendisine randevu veriyor. O kadar uzun konuşmanın içinde seni intihardan vaz geçiren cümlem hangisiydi diye soruyor. 

Kadın; hiç birisi diyor, hiç birisi. 

Psikolog şaşırıyor. 

Kadın; beni intihardan vaz geçiren şey, şu dünyada hala bana iki saatini ayıracak bir insanın yaşıyor olmasıdır diyor. 

Fark edilmiş olmak. Anlaşılmış olmak. Hissedilmiş olmak. Birisinin ona dikkatini, zamanın vermiş olması. Ondan sonra zaten o psikoloğun sunmuş olduğu o çözümlerin pekte kıymeti yoktur. Zaten ihtiyacı büyük ölçüde görüldü.

Aynı şekilde bize gelen danışanlarımıza da kesinlikle yargılama yapmayız. Elbette ki o insanların bu hale gelmelerinde çevresel faktörler kadar kendilerinden kaynaklanan hatalar da rol oynamaktadır. Onlar da bunun farkındadır ve bu hataların bir şekilde uzman tarafından yüzlerine çarpıla bilineceği endişesi içerisinde gelirler bize. Fakat biz hiçbir şekilde bu hataları dile getirmeyiz. Öncelikli vazifemiz anlamak, hissetmektir. Dikkatimizi ona vermektir, paylaşmaktır. Önce biz bunu yaparız. Bu olduğu zaman bu eşleşme dediğimiz şey olur.  O zaman bize gelen insanlar bizi anladı, bizi hissetti derler. Bu eşleşme olduğu zaman ayna nöronlar devreye giriyor. Beynimizin ön kısmında bulunan nöronlar aynalama misyonunu üstlenmişlerdir. Karşı tarafın beyninde var olan ayna nöronlar ile etkileşime geçerler aynan kablosuz ağ iletişimi gibi. Ve karşı tarafın içindeki duyguları hissederler. Bu durumda çok ilginç bir şey oluyor ve beynimizdeki benzer bölge aktif oluyor. Karşı taraf üzüntü mü hissediyor bizde hissediyoruz. Bakıyoruz üzüntü duygusunun açığa çıkmasından sorumlu olan yapı (ki bu daha ziyade limbik sistemdir) orada bir hareketlenme söz konusu oluyor.  Karşı taraf korku mu hissediyor korkudan sorumlu olan bölgemiz amigdalamızda hareketlenme söz konusu oluyor. Bunu MR da gözlemliyoruz. Adeta iki beyin birbiriyle eşleşti ve birbirini aynaladı. Birinde ne oluyorsa diğerinde de o oluyor. Bu çok önemlidir. O andan itibaren o insan sizin bilgi, birikim, tecrübe paylaşımınıza açık hale geliyor. Çünkü size güvendi. Güven olmadığı takdirde ya da yargılanacağını düşündüğü takdirde o aynalama gerçekleşmiyor ve kişi kendisini açmıyor. Aksi takdirde sizin söyledikleriniz bir kulağından girer diğer kulağından çıkar. 

O açıdan dertli insanlarla konuşurken onlara kendimizce nasihatler verirken öncelikli olarak onları bir dinlemek, fark etmek, anlamak, hissetmek. Bu üçayak çok önemlidir. 

Bu çevremizdeki insanlarla ilişkilerimizde, ebeveynsek çocuklarımızla olan ilişkilerimizde bu üç aşamayı fark edeceğiz. 

Bununla beraber biz hep dinlemeyi, anlamayı, hissetmeyi anlattık. Fakat bizlerde zaman zaman sorun yaşayabiliriz. O sorunları kendi içimizde çözmeye çalışmak yerine çevremizde bizi anlayabilecek kim varsa (tabi meşru çerçeve içerisinde) sıkıntılarımızı onlara anlatmamız, o sıkıntıların çok daha kolay aşılmasını sağlayacaktır. Buna düşünce aynası da deniliyor.

Başarılı insanlara şöyle bir bakalım; siyaset olsun, yahut tarihsel süreçteki insanlar olsun. 

Mesela Sezar ın hiç yanından ayırmadığı, gittiği her yere götürdüğü bir kölesi varmış. Ve herkes sen bu kölede ne arıyorsun, Sen koskoca bir imparatorsun o ise sadece bir köle dermiş. “ O benim düşünce aynam” diye cevap veriyormuş. 

İşte o köle ne yapıyor. Sezar da bir insan, o da bir beyin taşıyor. O nu fark ediyor, anlıyor ve hissediyor. Böylece Sezar ın stresinin % 50 sini almış oluyor. O na akıl vermiyor tabiki ama onu anlaması, onun gibi hissetmesi o na yetiyor.

Bizim de düşünce aynası olarak faydalanabileceğimiz, kendilerinden destek alabileceğimiz, dostlarımızın, akrabalarımızın olması gerekiyor. 

Burada dik durmaya çalışmak, gurur yapmak, aman ben insanları dertlerimle üzmeyim, aman şikayet etmek gibi mi olur, şükürsüzlük gibi mi olur demeden tabi orada hemen bir parantez açıyoruz (kevni ve kelami prensiplerin ışığı altında) bu paylaşımın o sorunun çözümü için çok ciddi anlamda faydası olacaktır. 

O zaman ne oluyor?

Kişi duygusal olarak bir rahatlıyor, o stres durumundan çıkıyor. Sempatik sinir sisteminin etkisinden kurtuluyor, hormonların etkisinden çıkıyor. Selamete çıkmamız gerekiyor. Aklı selime erişmemiz gerekiyor. Hormonların etkisinden kurtulmuş olan akıl bizim sorunlarımıza çözüm üretebilir.